[KELİME-İ MÛSEVİYYE'DE MÜNDEMİC "HİKMET-İ
ULVİYYE" BEYÂNINDA
OLAN FASTIR]
İmdi kendi üzerine Fir'avn'ın taaddîsinden mâni'
olan şeyi Fir'avn'a ızhâr ederek ona
أَوَلَوْ جِئْتُكَ بِشَيْءٍ مُّبِينٍ
(Şuarâ, 26/30) ya'nî "Eğer ben sana bir şey'-i mübîn
getirecek olursam...?" dedi. Böyle olunca Fir’avn'ın ona:
كُنتَ مِنَ الصَّادِقِينَ
(Şuarâ, 26/31) ya'nî "Eğer sâdıklardan isen onu
getir!"den gayri demeğe tâkati olmadı. Tâ ki Fir'avn
kendi kavminden zuafâ-i re'y olanlar indinde adem-i
insâf ile zâhir olmaya. Binâenaleyh, onlar onun hakkında
irtiyâb ederler. Ve onlar Fir'avn'ın kendilerine ihânet
ettiği tâifedir. İmdi onlar ona itâat ettiler. Muhakkak
onlar kavm-i fâsıkîn idiler. Ya'nî akılda lisân-ı zâhir
ile Fir'avn'ın iddiâ ettiği şeyin inkârından ukûl-i
sahihanın i'tâ eylediği şeyden hâricin idiler. Zîrâ akıl
için hadd vardır. Ehl-i keşf ve yakîn, onu tecâvüz
ettiği vakit, onun indinde vâkıf olur. İşte bunun için
Mûsâ "mûkın"in ve hâssaten "âkıl"in kabûl ettiği cevâbı
getirdi (26) .
Ya'ni Mûsâ (a.s.) Fir'avn'ın kudret-i zâhiresi
(zahir kuvveti)
hasebiyle (dolayısıyle)
kendi üzerine taaddîsini
(saldırısını) ve
tecâvüzünü mâni' olan
(engelleyen) şeyi Fir'avn'a ızhâr ederek
(göstererek) ona:
"Eğer ben sana bir şey'-i mübîn
(aşikar, açık şey)
getirecek olursam" (Şuarâ, 26/ 30) ya'ni "Ben sana
mu'cize gösterecek olursam bana taaddî edebilir
(saldırır, tecavüz edebilir)
misin?" dedi. Zîrâ
(çünkü) Mûsâ (a.s.)
burhân-ı kavlî (delilli söz)
getirmiş idi ki, bâlâda
(yukarıda) tafsîl olundu
(açıklandı).
Ve Fir'avn bu burhân-ı kavlîye
(delilli, ispatlı söze)
karşı taaddî etti (saldırdı)
ve zaîfü'r-re'y
(zayıf fikirli) olan vüzerâ
(vezirleri) ve
hükemâsı (bilginleri)
indinde (yanında)
Mûsâ (a.s.)’ı techîl /
(cahil, bilgisiz) eyledi. Mûsâ (a.s.) ise
bunun üzerine burhân-ı fiilîden
(delil olacak fiillerden
(mucizelerden)
bahis buyurdu (konu
açtı). Zîrâ
(çünkü) burhân-ı
fiillî (fiili olarak
kanıtlamak)
ukûl-i zaîfe (aklı zayıf)
erbâbı (kişiler)
indinde (yanında)
müessirdir
(etkilidir).
Fir'avn bunun üzerine mebhût olup
(şaşırıp, hayrette kalıp)
: "Eğer da'vânda
sâdıklardan isen o şeyi getir bakalıml" (Şuarâ, 26/31)
dedi. Zîrâ (çünkü)
bundan başka bir şey söyleyemez idi. Eğer söylese
zaifü'r-re'y (zayıf fikirli)
olan kavmi indinde
(katında) adem-i
insâf (insafsızlık)
ile zâhir olmuş
(görünmüş) olurdu. Bu da Fir'avn'ın aslâ
işine gelmezdi. Çünkü onlar Fir'avn hakkında şübheye
düşerler idi. Halbuki Fir'avn kusûr-i fehimlerinden
(anlayışlarının kıt oluşundan)
nâşî (dolayı)
o kavme (halka)
ihânet etti ve onlar da Fir'avn'a itâat etti
(boyun eğdiler).
Ve onlar kavm-i fâsikîn
(günahkar topluluktan) idiler. Ya'nî akılda
lisân-ı zâhir (zahir dili)
ile Fir'avn'ın "Ben sizin rabb-i
a'lânızım"(Nâziât, 79/24) diye ettiği da'vâyı
(iddiayı)
inkâr için ukûl-i sahîhanın
(kusursuz, gerçek akılların)
verdiği şeyden hâricîn idiler
(dışındaydılar).
Zîrâ (çünkü)
Fir'avn'ın da'vâ-yı rubûbiyyeti
(rububiyet iddiasını)
akıl mertebesinde lisân-ı zâhir
(zahir dili) ile
vâkı' oldu (gerçekleşti).
Halbuki akl-ı sahîh,
(kusursuz akıl) bir
insanın rubûbiyyetle
(rablıkla) zuhûrunu
(görünmesini) inkâr
eder. Çünkü akıl için hadd-i muayyen
(belli bir sınır)
vardır. Ehl-i keşif (keşif
ehli) ve yakîn
(tam, kesin ilim sahibi) o hadd-i muayyeni
(belirli sınırı)
tecâvüz ettiği (aştığı)
vakit akıl bu hadd-i muayyende
(belli sınırda)
tevakkuf eder, (durur)
ileriye geçemez. Ehl-i keşfîn
(keşif ehlinin)
hadd-i muayyeni (belli
sınırı) tecâvüz etmesi
(geçmesi) budur ki,
herhangi bir sûrette
(şekilde) mütecellî olan
(görünen) Hakk'ın, o
tecellîsini (görüntüsünü)
kabûl ve ikrâr
(tasdik) ederler. Akl-ı sahîh
(kusursuz, gerçek akıl)
o tecellîyi ister muhâl
(olamaz) görsün ister tecvîz etsin
(olabilir görsün).
Zîrâ (çünkü)
onlar akıl ile mukayyed
(kayıtlı)
değillerdir. Nitekim bu ma'nâya işâreten Hz. Mevlânâ
(r.a.) buyururlar:
Beyt:
كر ز بشر كويد اين دور مدارش زعمي
حق ز شجر كفت منم وان شد مقبول همه
Tercüme ve izâh
(açıklaması):
Hak ağaçtan Mûsâ (a.s.)’a
إِنِّي أَنَا اللَّهُ
(Kasas, 28/30) dedi. Bunu akıl ile mukayyed
(kayıtlı) olan ehl-i
zâhirin (zahirde kalmış
kimselerin) kâffesi
(hepsi) kabûl etti.
Eğer ahsen-i takvîm (en
güzel suret) üzere mahlûk
(yaratık) olması
hasebiyle (dolayısıyla)
ağaçtan daha efdal
(üstün meziyetli)
olan beşerden (insandan)
söylerse ve meselâ Hz. Mansûr'dan "Ene'l-Hak"
(ben Hakk’ım) ve
Hz. Cüneyd'den "Leyse fî cübbetî sivallâh"
(cüppemin içinde Allah’ın gayrı
yoktur) ve Hz. Bâyezîd'den Sûbhânî mâ a'zame
şânî" (ben kendimi tesbih
ederim benim şanım ne yücedir) sözleriyle ve
sâir (diğer)
kümmelînden (kamil
zatlardan) emsâli
(benzer) kelâm
(sözler) ile
mütecellî olursa,
(görünürse) onu çeşm-i basîretin
(kalp gözünün)
körlüğü sebebiyle inkâr etme.
İşte ehl-i keşf (keşif
ehli) ile ehl-i akıl
(akıl sahibi)
arasında böyle fark olduğu için bâlâda
(yukarda) îzâh
olunduğu (anlatıldığı)
üzere Mûsâ (a.s.)
رَبُّ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَمَا بَيْنَهُمَا إن
كُنتُم مُّوقِنِينَ
(Şuarâ, 26/24) kâvliyle
(sözleriyle) mûkınînin
(ikan edenin, şüphesiz, kesin
bilenin),
ya'ni ehl-i keşf (keşf
sahibi) ve vücûdun ve
رَبُّ الْمَشْرِقِ وَالْمَغْرِبِ وَمَا بَيْنَهُمَا إِن
كُنتُمْ تَعْقِلُونَ
(Şuarâ, 26/28) kavliyle
(sözleriyle) de hâssaten
(özellikle) ehl-i
aklın (akıl sahibinin)
kabûl ettiği cevâbı verdi.
Devam edecek |