[KELİME-İ MÛSEVİYYE'DE MÜNDEMİC "HİKMET-İ
ULVİYYE" BEYÂNINDA
OLAN FASTIR]
Böyle olunca asâsını
ilkâ etti. Halbuki o, Mûsâ'nın icâbet-i da'vetinden onun
imtinâ'ında Fir'avn'ın Mûsâ'ya onunla âsi olduğu şeyin
suretidir. İmdi o, nâgâh sü'bân-ı mübîn, ya'nî hayye-i
zâhire oldu. Şu halde seyyie olan ma'sıyet tâate, ya'nî
haseneye münkalib oldu. Nitekim, Allah Teâlâ
يُبَدِّلُ اللَّهُ
سَيِّئَاتِهِمْ حَسَنَاتٍ
(Furkân, 25/70) ya'nî “Allah Teâlâ onların seyyiâtıni
hasenâta tebdîl eder” buyurdu, Ya'nî hükümde, böyle
olunca, burada hüküm cevher-i vâhidde mütemeyyis olan
"ayn" ile zâhir oldu. Binâenaleyh, o asâdır ve o
hayyedir ve sü'bân-ı zâhirdir. İmdi "hayye" olması
i'tibâriyle hayyeleri ve "asâ" olması i'tibâriyle de
asâları yuttu. Şu halde Mûsâ'nın hücceti, "ısıyy" ve
"hayyât" ve "hıbâl" sûretinde olan Fir'avn'ın hüccetleri
üzerine zâhir oldu. Böyle olunca sehare için hıbâl var
idi. Halbuki Mûsâ için bir habl yok idi. Ve habl tell-i
sağîrdir, ya'ni Mûsâ'nın kudretine nisbetle onların
makâdîri cibâl-i şâmihadan hıbâl menzilesindedir (27).
Ya'nî Fir'avn, Mûsâ
(a.s.)’a "0 şey'-i zâhiri
(açık olan şeyi (mucizeyi) ) getir bakalım"
deyince, Mûsâ (a.s.) elinden asâsını
(değneğini) bıraktı.
Halbuki o asâ, (değnek)
Mûsâ (a.s.)’ın da’vetini kabûlden
istinkâfında (yüz
çevirmesinde) Fir'avn, cenâb-ı Mûsâ'ya ne şey
ile âsî olmuş idiyse (karşı
gelmişse) o şeyin sûretidir. / Ya'nî Fir'avn,
Hz. Mûsâ'ya "nefs-i emmâre"si
(emmare nefsi)
sebebiyle âsî olmuş (karşı
gelmiş) idi. "Asâ"
(değnek) Fir'avn'ın
bu nefs-i emmâresinin
(emmare nefsinin) sûreti idi. Nâgâh
(ansızın) o asâ
(değnek),
"sü'bân-ı mübîn",
(apaçık bir yılan)
ya'nî herkes tarafından görülebilen bir ejderhâ oldu. Ve
"asâ"nın (değneğin)
hayvana inkılâbı
(dönüşmesi),
ma'sıyetin
(isyanın, günahın) tâat-i haseneye
(iyiliğe, sevaba)
inkılâbına (dönüşmesine)
işârettir. Zîrâ
(çünkü) "asâ"
(değnek) ma'sıyetten me'hûzdür
(türetilmiştir).
Ve ma'sıyet
(günah) inkılâb ettiği
(dönüştüğü) vakit,
zıddı olan tâat (iyilik,
sevap) olur. Nitekim Hak Teâlâ buyurur:
فَأُوْلَئِكَ يُبَدِّلُ
اللَّهُ سَيِّئَاتِهِمْ حَسَنَاتٍ
(Furkân, 25/70). Ve seyyie
(kötülük) haseneye
(iyiliğe) tebdîl
olundukda (dönüştüğünde)
onun "ayn"ı
(hakikâti) hasene
(iyilik) olmaz;
belki onun üzerine hasenenin
(iyiliğin) hükmü
terettüb eder (icap eder).
Onun için Hz Şeyh (r.a.) "ya'nî hükümde"
kaydıyla takyîd buyurarak
(kayıtlayarak),
seyyienin
(kötülüğün) "ayn"ı
(hakikâti) tebeddül
etmeyip (değişmeyip)
ona hasenenin (iyiliğin)
hükmü terettüb edeceğine
(gerekeceğine (o sırada
oluşacağına) ) işâret eyledi. Böyle olunca
"asâ"nın (değneğin)
yılan olduğu mahalde
(yerde),
hüküm cevher-i vâhidde
(tek cevherde) mütemeyyiz
(seçkin, ayrı (benzerlerinden
farklı vasıflarla ayrılmış) ) olan "ayn"
(hakikât) ile zâhir
oldu (göründü).
Ya'nî ayn-ı ejderhâ
(ejderhanın hakikâtinin)
sûreti üzere (biçiminde)
tâate (iyiliğe)
münkalib olan
(dönüşen) asânın
(sopanın) hükmü zâhir oldu
(görüldü).
Ve o sûret diğer sûretten mütemeyyizdir
(seçkindir, farklıdır).
Ve her iki sûret
cevher-i vâhidde (tek
cevherde) zâhir oldu
(görüldü) ki,
hakîkatte onda taaddüd
(çoğalma) yoktur. Binâenaleyh
(bundan dolayı) o,
bir i'tibâra (hususa)
göre asâdır (sopadır)
ve bir i'tibâra (hususa)
göre de yılandır ve âşikare
(meydanda) görünen
ejderhâdır. Binâenaleyh
(bundan dolayı) asâ
(soba) bi'l-inkılâb
(dönüşerek) yılan
olması i'tibâriyle
(bakımından) sehare-i Fir'avn'ın
(Firavun’un sihirbazlarının)
yılan sûretinde
(şeklinde) ızhâr eyledikleri
(gösterdikleri)
mevâddı (maddeler)
ve asâ (değnek)
olması i'tibâriyle
(bakımından) de, asâ
(değnek) sûretinde
(şeklinde) ızhâr
eyledikleri (gösterdikleri)
şeyleri yuttu. Ya'nî Mûsâ (a.s.)’ın asâsı
(sopası),
kendi mislinde
(benzerinde) zâhir olan
(görülen) sûretleri
iltikâm etti (yuttu).
Şu halde Mûsâ
(a.s.)’ın hücceti (delili)
"asâ" (değnek)
ve yılanlar" ve "ipler" sûretinde
(şeklinde) olan
Fir'avn'ın hüccetleri
(delilleri) üzerine gâlib
(üstün) oldu. Zîrâ
(çünkü) Hak,
Fir'avn'ın üzerine nebîsinin
(peygamberinin)
galebesini (üstün gelmesini)
ve onun da'vâsının
(iddiasının) zuhûr-ı
sıdkını (doğruluğunu
göstermeyi) murâd eyledi. Bu sebeple ayn-ı
vâhide (tek hakikât)
olan asâdan (değnekten)
zâhiren
(görünüşte) yekdîğerinden
(biri diğerinden)
ayrı olan iki sûret peydâ eyledi
(meydana çıkardı).
Ve âkıbet
(nihayet) Mûsâ
(a.s.)’ın hücceti (delili)
sihirbazların birtakım değnekler ve yılanlar
ve ipler sûretinde
(şeklinde) ızhâr eyledikleri
(gösterdikleri)
hüccetleri (deliller)
üzerine gâlib (üstün)
oldu. Sehare-i Fir'avn
(Firavun’un sihirbazları)
habl (urgan),
ya'nî ip isti'mâl ettiler
(kullandılar).
Mûsâ (a.s.) ise habl
(ip) kullanmadı.
Ya'nî Mûsâ (a.s.)’ın ızhâr ettiği
(gösterdiği)
mu'cize-i asâya (değnek
mucizesine) nisbeten
(göre) sehare-i
Fir'avn'ın (Firavun’un
sihirbazlarının) ızhâr ettiği
(gösterdiği)
sûretler kadren (değer
bakımından) küçük ve ehemmiyetsiz idi. Zîrâ
(çünkü) "ip"
ma'nâsında mûsta'mel olan
(kullanılan) "habl"
(ip) asl-ı lûgatte /
(sözlükteki asıl manası)
"tell-i sagîr", ya'ni "küçük tepe" ma'nâsına
gelir. Ya'nî Mûsâ (a.s.)’ın indinde
(yanında) habli
(ipi) olmayıp
sehare-i Fir'avn'ın
(Firavun’un sihirbazlarının) indinde
(yanında) habl
(ip) bulunması, Mûsâ
(a.s.)’ın kudretine nisbetle
(göre) sehare
(sihirbazlar)
Fir'avn'ın makâdîri
(kuvvetleri) yüksek dağların yanında bir
tepecik menzilesinde
(derecesinde) olduğuna işarettir.
Devam edecek |