Füsûs-ül Hikem

342. Bölüm

Asliye Tavşanlı
 

[KELİME-İ MÛSEVİYYE'DE   MÜNDEMİC   "HİKMET-İ

ULVİYYE"   BEYÂNINDA   OLAN   FASTIR] 

     Böyle olunca asâsını ilkâ etti. Halbuki o, Mûsâ'nın icâbet-i da'vetinden onun imtinâ'ında Fir'avn'ın Mûsâ'ya onunla âsi olduğu şeyin suretidir. İmdi o, nâgâh sü'bân-ı mübîn, ya'nî hayye-i zâhire oldu. Şu halde seyyie olan ma'sıyet tâate, ya'nî haseneye münkalib oldu. Nitekim, Allah Teâlâ    يُبَدِّلُ اللَّهُ سَيِّئَاتِهِمْ حَسَنَاتٍ    (Furkân, 25/70) ya'nî “Allah Teâlâ onların seyyiâtıni hasenâta tebdîl eder” buyurdu, Ya'nî hükümde, böyle olunca, burada hüküm cevher-i vâhidde mütemeyyis olan "ayn" ile zâhir oldu. Binâenaleyh, o asâdır ve o hayyedir ve sü'bân-ı zâhirdir. İmdi "hayye" olması i'tibâriyle hayyeleri ve "asâ" olması i'tibâriyle de asâları yuttu. Şu halde Mûsâ'nın hücceti, "ısıyy" ve "hayyât" ve "hıbâl" sûretinde olan Fir'avn'ın hüccetleri üzerine zâhir oldu. Böyle olunca sehare için hıbâl var idi. Halbuki Mûsâ için bir habl yok idi. Ve habl tell-i sağîrdir, ya'ni Mûsâ'nın kudretine nisbetle onların makâdîri cibâl-i şâmihadan hıbâl menzilesindedir (27).

     Ya'nî Fir'avn, Mûsâ (a.s.)’a "0 şey'-i zâhiri (açık olan şeyi (mucizeyi) ) getir bakalım" deyince, Mûsâ (a.s.) elinden asâsını (değneğini) bıraktı. Halbuki o asâ, (değnek) Mûsâ (a.s.)’ın da’vetini kabûlden istinkâfında (yüz çevirmesinde) Fir'avn, cenâb-ı Mûsâ'ya ne şey ile âsî olmuş idiyse (karşı gelmişse) o şeyin sûretidir. / Ya'nî Fir'avn, Hz. Mûsâ'ya "nefs-i emmâre"si (emmare nefsi) sebebiyle âsî olmuş (karşı gelmiş) idi. "Asâ" (değnek) Fir'avn'ın bu nefs-i emmâresinin (emmare nefsinin) sûreti idi. Nâgâh (ansızın) o asâ (değnek), "sü'bân-ı mübîn", (apaçık bir yılan) ya'nî herkes tarafından görülebilen bir ejderhâ oldu. Ve "asâ"nın (değneğin) hayvana inkılâbı (dönüşmesi), ma'sıyetin (isyanın, günahın) tâat-i haseneye (iyiliğe, sevaba) inkılâbına (dönüşmesine) işârettir. Zîrâ (çünkü) "asâ" (değnek) ma'sıyetten me'hûzdür (türetilmiştir). Ve ma'sıyet (günah) inkılâb ettiği (dönüştüğü) vakit, zıddı olan tâat (iyilik, sevap) olur. Nitekim Hak Teâlâ buyurur:    فَأُوْلَئِكَ يُبَدِّلُ اللَّهُ سَيِّئَاتِهِمْ حَسَنَاتٍ    (Furkân, 25/70). Ve seyyie (kötülük) haseneye (iyiliğe) tebdîl olundukda (dönüştüğünde) onun "ayn"ı (hakikâti) hasene (iyilik) olmaz; belki onun üzerine hasenenin (iyiliğin) hükmü terettüb eder (icap eder). Onun için Hz Şeyh (r.a.) "ya'nî hükümde" kaydıyla takyîd buyurarak (kayıtlayarak), seyyienin (kötülüğün) "ayn"ı (hakikâti) tebeddül etmeyip (değişmeyip) ona hasenenin (iyiliğin) hükmü terettüb edeceğine (gerekeceğine (o sırada oluşacağına) ) işâret eyledi. Böyle olunca "asâ"nın (değneğin) yılan olduğu mahalde (yerde), hüküm cevher-i vâhidde (tek cevherde) mütemeyyiz (seçkin, ayrı (benzerlerinden farklı vasıflarla ayrılmış) ) olan "ayn" (hakikât) ile zâhir oldu (göründü). Ya'nî ayn-ı ejderhâ (ejderhanın hakikâtinin) sûreti üzere (biçiminde) tâate (iyiliğe) münkalib olan (dönüşen) asânın (sopanın) hükmü zâhir oldu (görüldü). Ve o sûret diğer sûretten mütemeyyizdir (seçkindir, farklıdır).  Ve her iki sûret cevher-i vâhidde (tek cevherde) zâhir oldu (görüldü) ki, hakîkatte onda taaddüd (çoğalma) yoktur. Binâenaleyh (bundan dolayı) o, bir i'tibâra (hususa) göre asâdır (sopadır) ve bir i'tibâra (hususa) göre de yılandır ve âşikare (meydanda) görünen ejderhâdır. Binâenaleyh (bundan dolayı) asâ (soba) bi'l-inkılâb (dönüşerek) yılan olması i'tibâriyle (bakımından) sehare-i Fir'avn'ın (Firavun’un sihirbazlarının) yılan sûretinde (şeklinde) ızhâr eyledikleri (gösterdikleri) mevâddı (maddeler) ve asâ (değnek) olması i'tibâriyle (bakımından) de, asâ (değnek) sûretinde (şeklinde) ızhâr eyledikleri (gösterdikleri) şeyleri yuttu. Ya'nî Mûsâ (a.s.)’ın asâsı (sopası), kendi mislinde (benzerinde) zâhir olan (görülen) sûretleri iltikâm etti (yuttu).  Şu halde Mûsâ (a.s.)’ın hücceti (delili) "asâ" (değnek) ve yılanlar" ve "ipler" sûretinde (şeklinde) olan Fir'avn'ın hüccetleri (delilleri) üzerine gâlib (üstün) oldu. Zîrâ (çünkü) Hak, Fir'avn'ın üzerine nebîsinin (peygamberinin) galebesini (üstün gelmesini) ve onun da'vâsının (iddiasının) zuhûr-ı sıdkını (doğruluğunu göstermeyi) murâd eyledi. Bu sebeple ayn-ı vâhide (tek hakikât) olan asâdan (değnekten) zâhiren (görünüşte) yekdîğerinden (biri diğerinden) ayrı olan iki sûret peydâ eyledi (meydana çıkardı).  Ve âkıbet (nihayet) Mûsâ (a.s.)’ın hücceti (delili) sihirbazların birtakım değnekler ve yılanlar ve ipler sûretinde (şeklinde) ızhâr eyledikleri (gösterdikleri) hüccetleri (deliller) üzerine gâlib (üstün) oldu. Sehare-i Fir'avn (Firavun’un sihirbazları) habl (urgan), ya'nî ip isti'mâl ettiler (kullandılar). Mûsâ (a.s.) ise habl (ip) kullanmadı. Ya'nî Mûsâ (a.s.)’ın ızhâr ettiği (gösterdiği) mu'cize-i asâya (değnek mucizesine) nisbeten (göre) sehare-i Fir'avn'ın (Firavun’un sihirbazlarının) ızhâr ettiği (gösterdiği) sûretler kadren (değer bakımından) küçük ve ehemmiyetsiz idi. Zîrâ (çünkü) "ip" ma'nâsında mûsta'mel olan (kullanılan) "habl" (ip) asl-ı lûgatte / (sözlükteki asıl manası) "tell-i sagîr", ya'ni "küçük tepe" ma'nâsına gelir. Ya'nî Mûsâ (a.s.)’ın indinde (yanında) habli (ipi) olmayıp sehare-i Fir'avn'ın (Firavun’un sihirbazlarının) indinde (yanında) habl (ip) bulunması, Mûsâ (a.s.)’ın kudretine nisbetle (göre) sehare (sihirbazlar) Fir'avn'ın makâdîri (kuvvetleri) yüksek dağların yanında bir tepecik menzilesinde (derecesinde) olduğuna işarettir.

Devam edecek

 

 

 
 
İzmir - 07.10.2008
asliye@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com