Füsûs-ül Hikem

343. Bölüm

Asliye Tavşanlı
 

[KELİME-İ MÛSEVİYYE'DE   MÜNDEMİC   "HİKMET-İ

ULVİYYE"   BEYÂNINDA   OLAN   FASTIR] 

     İmdi vaktâki sâhirler bunu gördüler, ilimde Mûsâ'nın rütbesini, her ne kadar makdûr-i beşerden vâkı' oldu ise de, ancak kendisi için, ilm-i muhakkakta tahayyül ve îlhâmdan temeyyüz olan kimse için vâkı' olacağına binâen; gördükleri şeyin makdûr-ı beşer olmadığını bildiler. Böyle olunca Mûsâ ve Hârûn'un Rabb'i olan Rabbü'l-âlemîne, ya'nî Mûsâ ve Hârûn'un da'vet ettiği Rabb'e imân ettiler. Zîrâ onlar kavm-i Fir’avn’ın, onun, ya'nî Mûsâ'nın, Fir'avn'a da'vet etmediğini bildiklerini bilirler idi. Vaktâki Fir'avn, her ne hadar örf-i nâmûsîde cebr etti ise de, mansıb-ı tahakkümde sâhib-i vakt idi ve seyf ile halîfe idi. Bunun için    فَقَالَ أَنَا رَبُّكُمُ الْأَعْلَى    (Nâziflt, 79/24) ya'nî küll, nisebden bir nisbetle erbâb ise de, "Ben sizin aranızda zâhirde tahakkümden bana verilen şey sebebiyle onlardan a'lâyım," dedi. Ve vaktâki sâhirler onun dediği şeyde onun sıdkını bildiler, ona inkâr etmediler ve ona bununla ikrâr ettiler. İmdi ona, sen ancak bu hayât-ı dünyâda hükm edersin. Binâenaleyh ne hüküm verirsen ver; devlet sana mahsûstur. dediler. Şu halde /    أَنَا رَبُّكُمُ الْأَعْلَى    (Nâziât, 79/24) kavli sahîh oldu. Her ne kadar Hakk'ın"ayn"ı ise de, sûret Fir'avn içindir (28)

     Ya’nî sâhirler (sihirbazlar) kendilerinin ihzâr etmiş (göstermiş) olduğu değneklerin ve iplerin asâ-yı Mûsâ (a.s.) (Hz. Musa’nın değneği) tarafından yutulduğunu ve onlarda zâhirde (dışta) eser kalmadığını gördükleri vakit, ilm-i billahda (Allah’ın ilminde) Mûsâ (a.s.)’ın mertebe-i refîasını (mertebesinin yüksekliğini) bildiler. Zîrâ (çünkü) sehare (sihirbazlar) Mûsâ (a.s)’ın sâhir (sihirbaz) olduğunu zannetmiş idiler. Ve ilm-i sihir (sihir ilmi) kavâidince (kaidelerine göre), yekdîğerine (birbirleriyle) mukâbele eden (karşılaşan) iki sâhirden (sihirbazdan) birisi galebe ettikde (üstün geldiğinde), mağlûbun (yenilenin) âlât-ı sihriyyesi (sihir aletleri) mahv (yok) olmamak lâzım gelir idi. Halbuki eczâ-yı kimyeviyye (kimyevi maddecikler) vâsıtasıyla bir sürü yılan sûretinde (şeklinde) zâhir olan (görülen) âsâr-ı sihriyye (sihre ait izler), Mûsâ (a.s.)’ın asâsı (değneği) tarafından bel' edilerek (yutularak) meydanda eserleri (izleri) kalmadı. Bu hal (oluş) kavâid-i sihriyye (sihir kaidelerine) hilâfına (ters) idi ve kudret-i beşeriyye (insan gücünün) hâricinde (dışında) bir keyfiyyet (husus) idi. Vâkıâ (gerçi) Mûsâ (a.s.) dahi bi-hasebi't-taayyün (taayyünü bakımından) beşer (yaratılmış insan) olduğu cihetle (bakımından),  bu hal (durum) kudret-i beşerden (insan gücünden) vâkı' oldu (gerçekleşti).  Fakat bu keyfîyyet (nitelik) her beşerden (insandan) zâhir olmaz (görülmez). Belki ilm-i muhakkakta, (mutlak, gerçek ilimde) ya'nî ilm-i ilâhîde, (Hakk’ın ilminde) emr-i baîdin (umulmadık, olması uzak görülen işlerin) hakîkatini keşf eden (sırrını öğrenen) ve bu ilimde kendisi için tahayyül (hayal) ve îhamdan (vehimden) temeyyüz hâsıl olan (oluşan) kimseden zâhir olur (görülür). Bunun böyle olduğuna vâkıf (bilinçli) olan sehare (sihirbazlar), gördükleri şeyin makdûr-i beşer (insan kuvveti) olmadığını bildiler. Sâhirler (sihirbazlar) bu bilişlerinin netîcesi olarak Mûsâ ve Hârûn'un Rabb'i olan Rabbü'l-âlemîne (alemlerin rabbına), ya'nî Mûsâ ve Hârûn (aleyhime's-selâm)ın da'vet ettiği Rabb-i mutlaka (kayıtsız Rab’ba) imân ettiler. Çünkû sâhirler (sihirbazlar) Mûsâ (a.s.)’ın Fir'avn'a da'vet etmediğini, kavm-i Fir'avn'ın (Firavun’un kavminin) bildiklerini bilir idiler, Vaktâki (ne vakit ki) Fir'avn, her ne kadar örf-i şer'îde (şeriat adetlerinde) Beni İsrâîl'e (İsrailoğullarına) cebr etti (zorladı, zor kullandı) ise de, mansıb-ı tahakkümde (tahakküm makamında) vaktin sâhibi idi ve seyf (kılıç) ile halîfe idi. Ya'nî Fir'avn tâc ve taht sâhibi bir pâdişâh-ı pür-ihtişâm (görkemli, şanlı bir padişah) olup teb'asına (kendisine tabi olanlara), hükmü nâfiz (etkili) ve âlem seyfinden (kılıcından) lerzân (titrer) idi. Gerçi (eğer ki) Beni İsrâîl'e (İsrailoğullarına) karşı, satvetini (ezici, zorlayıcı gücünü) ve kuvvetini sû'-i isti'mâl ile (kötüye kullanmakla) zulm ettiği için kendisine örf-i şer'îde (şeriat hükümlerince) "cebbâr" denir ise de, bu cevr (haksızlık) ve zulmü, seyf (kılıç) ile halîfe-i sûrî (dışta, dünyada halife) olmasını münâfî (aykırı, zıt) değildir.

Devam edecek

 

 

 
 
İzmir - 14.10.2008
asliye@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com