[KELİME-İ MÛSEVİYYE'DE MÜNDEMİC "HİKMET-İ
ULVİYYE" BEYÂNINDA
OLAN FASTIR]
İmdi vaktâki sâhirler
bunu gördüler, ilimde Mûsâ'nın rütbesini, her ne kadar
makdûr-i beşerden vâkı' oldu ise de, ancak kendisi için,
ilm-i muhakkakta tahayyül ve îlhâmdan temeyyüz olan
kimse için vâkı' olacağına binâen; gördükleri şeyin
makdûr-ı beşer olmadığını bildiler. Böyle olunca Mûsâ ve
Hârûn'un Rabb'i olan Rabbü'l-âlemîne, ya'nî Mûsâ ve
Hârûn'un da'vet ettiği Rabb'e imân ettiler. Zîrâ onlar
kavm-i Fir’avn’ın, onun, ya'nî Mûsâ'nın, Fir'avn'a
da'vet etmediğini bildiklerini bilirler idi. Vaktâki
Fir'avn, her ne hadar örf-i nâmûsîde cebr etti ise de,
mansıb-ı tahakkümde sâhib-i vakt idi ve seyf ile halîfe
idi. Bunun için
فَقَالَ أَنَا رَبُّكُمُ
الْأَعْلَى
(Nâziflt, 79/24) ya'nî küll, nisebden bir nisbetle erbâb
ise de, "Ben sizin aranızda zâhirde tahakkümden bana
verilen şey sebebiyle onlardan a'lâyım," dedi. Ve
vaktâki sâhirler onun dediği şeyde onun sıdkını
bildiler, ona inkâr etmediler ve ona bununla ikrâr
ettiler. İmdi ona, sen ancak bu hayât-ı dünyâda hükm
edersin. Binâenaleyh ne hüküm verirsen ver; devlet sana
mahsûstur. dediler. Şu halde /
أَنَا رَبُّكُمُ الْأَعْلَى
(Nâziât, 79/24) kavli
sahîh oldu. Her ne kadar Hakk'ın"ayn"ı ise de, sûret
Fir'avn içindir (28)
Ya’nî sâhirler
(sihirbazlar)
kendilerinin ihzâr etmiş
(göstermiş) olduğu değneklerin ve iplerin
asâ-yı Mûsâ (a.s.) (Hz.
Musa’nın değneği) tarafından yutulduğunu ve
onlarda zâhirde (dışta)
eser kalmadığını gördükleri vakit, ilm-i
billahda (Allah’ın ilminde)
Mûsâ (a.s.)’ın mertebe-i refîasını
(mertebesinin yüksekliğini)
bildiler. Zîrâ
(çünkü) sehare
(sihirbazlar) Mûsâ (a.s)’ın sâhir
(sihirbaz) olduğunu
zannetmiş idiler. Ve ilm-i sihir
(sihir ilmi)
kavâidince (kaidelerine
göre),
yekdîğerine
(birbirleriyle) mukâbele eden
(karşılaşan) iki
sâhirden (sihirbazdan)
birisi galebe ettikde
(üstün geldiğinde),
mağlûbun
(yenilenin) âlât-ı sihriyyesi
(sihir aletleri)
mahv (yok)
olmamak lâzım gelir idi. Halbuki eczâ-yı kimyeviyye
(kimyevi maddecikler)
vâsıtasıyla bir sürü yılan sûretinde
(şeklinde) zâhir
olan (görülen)
âsâr-ı sihriyye (sihre ait
izler),
Mûsâ (a.s.)’ın asâsı
(değneği) tarafından bel' edilerek
(yutularak) meydanda
eserleri (izleri)
kalmadı. Bu hal (oluş)
kavâid-i sihriyye
(sihir kaidelerine)
hilâfına (ters)
idi ve kudret-i beşeriyye
(insan gücünün) hâricinde
(dışında) bir
keyfiyyet (husus)
idi. Vâkıâ (gerçi)
Mûsâ (a.s.) dahi bi-hasebi't-taayyün
(taayyünü bakımından)
beşer (yaratılmış insan)
olduğu cihetle
(bakımından), bu
hal (durum)
kudret-i beşerden (insan
gücünden) vâkı' oldu
(gerçekleşti).
Fakat bu keyfîyyet
(nitelik) her
beşerden (insandan)
zâhir olmaz (görülmez).
Belki ilm-i muhakkakta,
(mutlak, gerçek ilimde)
ya'nî ilm-i ilâhîde,
(Hakk’ın ilminde) emr-i baîdin
(umulmadık, olması uzak görülen
işlerin)
hakîkatini keşf eden
(sırrını öğrenen) ve bu ilimde kendisi için
tahayyül (hayal)
ve îhamdan
(vehimden) temeyyüz hâsıl olan
(oluşan)
kimseden zâhir olur
(görülür).
Bunun böyle olduğuna vâkıf
(bilinçli) olan
sehare (sihirbazlar),
gördükleri şeyin makdûr-i beşer
(insan kuvveti)
olmadığını bildiler. Sâhirler
(sihirbazlar) bu
bilişlerinin netîcesi olarak Mûsâ ve Hârûn'un Rabb'i
olan Rabbü'l-âlemîne
(alemlerin rabbına),
ya'nî Mûsâ ve Hârûn (aleyhime's-selâm)ın
da'vet ettiği Rabb-i mutlaka
(kayıtsız Rab’ba)
imân ettiler. Çünkû sâhirler
(sihirbazlar) Mûsâ
(a.s.)’ın Fir'avn'a da'vet etmediğini, kavm-i Fir'avn'ın
(Firavun’un kavminin)
bildiklerini bilir idiler, Vaktâki
(ne vakit ki)
Fir'avn, her ne kadar örf-i şer'îde
(şeriat adetlerinde)
Beni İsrâîl'e
(İsrailoğullarına) cebr etti
(zorladı, zor kullandı)
ise de, mansıb-ı tahakkümde
(tahakküm makamında)
vaktin sâhibi idi ve seyf
(kılıç) ile halîfe
idi. Ya'nî Fir'avn tâc ve taht sâhibi bir pâdişâh-ı
pür-ihtişâm (görkemli, şanlı
bir padişah) olup teb'asına
(kendisine tabi olanlara),
hükmü nâfiz
(etkili) ve âlem seyfinden
(kılıcından) lerzân
(titrer) idi.
Gerçi (eğer ki)
Beni İsrâîl'e
(İsrailoğullarına) karşı, satvetini
(ezici, zorlayıcı gücünü)
ve kuvvetini sû'-i isti'mâl ile
(kötüye kullanmakla)
zulm ettiği için kendisine örf-i şer'îde
(şeriat hükümlerince)
"cebbâr" denir ise de, bu cevr
(haksızlık) ve
zulmü, seyf (kılıç)
ile halîfe-i sûrî
(dışta, dünyada halife) olmasını münâfî
(aykırı, zıt)
değildir.
Devam edecek |