| 
						
						
						[KELİME-İ MÛSEVİYYE'DE   MÜNDEMİC   "HİKMET-İ 
						
						ULVİYYE"   BEYÂNINDA   
						OLAN   FASTIR]  
						
						İşte mülkünde (ülkesinde)
						hükmüne 
						(emirlerine) muhâlefet edebilecek 
						(karşı gelebilecek) 
						bir kimse bulunmadığı için zîr-i idâresinde 
						(idaresi altında) 
						bulunanlara: "Ben sizin rabb-i a'lânızım" 
						(ben sizin yüce rabbinizim)
						dedi. Ya'nî Beni Âdem'den 
						(ademoğullarından) 
						her birisi kendi taht-ı idâresinde 
						(idaresi altında) 
						bulunan emlâk (mülkler)
						hakkında nisebden 
						(sıfatlardan) bir nisbetle 
						(sıfatla) erbâb 
						(rablar) ise de, 
						"Ben, sizin aranızda zâhirde 
						(dışta) tahakkümden
						(hükmetmekten) / 
						bana verilen şey sebebiyle, ya'nî benim emir ve nehyim
						(yasaklarım) 
						sizin cümlenizin (hepinizin)
						hakkında nâfiz 
						(etkili) bulunması, sebebiyle, ben o erbâbın
						(rabların) 
						kâffesinden (hepsinden)
						a'lâyım" 
						(yüceyim) demek idi. Vaktâki 
						(ne zaman ki) 
						sâhirler (sihirbazlar),
						Fir'avn'ın dediği şeyde, ya'nî    
						
						أَنَا رَبُّكُمُ الْأَعْلَى    
						(Nâziât, 79/24) kavlinde 
						(sözlerinde) onun doğru söylediğini bildiler; 
						onun bu kavlini      
						(sözlerini) inkâr etmeyip ikrâr 
						(kabul) ettiler de, 
						dediler ki: "Saltanat-ı sûriyye 
						(zahirde, siyasi saltanat)
						sâhibi olduğun için sen, ancak bu hayât-ı 
						dünyâda (dünya hayatında)
						hükmedersin. Binâenaleyh 
						(bundan dolayı) ne 
						vech ile (şekilde) 
						hükm edersen et, saltanat ve mansıb-ı tahakküm 
						(hükmetme makamı) 
						sana mahsûstur (aittir)."
						Şu halde Fir'avn'ın    
						
						أَنَا رَبُّكُمُ الْأَعْلَى    
						(Nâziât, 79/24) sözü sahîh 
						(doğru) oldu. Zîrâ 
						(çünkü) teb'ası 
						(kendisine tabi olanlar) 
						üzerinde rubûbiyyet-i zâhiresi 
						(zahiri rablığı) 
						sâbit (anlaşılmış) 
						oldu. Fakat Fir'avn'ın sâbit 
						(belirlenmiş) olan 
						bu rubûbiyyeti, rubûbiyyet-i mutlaka 
						(kayıtsız rububiyet) 
						değildir. Çünkü Fir'avn, her ne kadar hakîkat 
						i'tibâriyle (bakımından)
						Hakk'ın "ayn"ı 
						(hakikati) ise de, sûret ve taayyün 
						(belirme) 
						i'tibâriyle (bakımından)
						Hakk'ın gayridir 
						(Hak’tan başkadır),
						müteayyin olan 
						(beliren, taayyün eden (suretlenen) ) şey, 
						taayyünün (belirenin)
						aslâ ayni değildir. Meselâ buzda müteayyin 
						olan (taayyün eden 
						(suretlenen) ) sudur ve taayyün 
						(beliren şey) buzun 
						sûretidir. Hakîkat i'tibâriyle 
						(bakımından) buz, 
						sudan ibâret ve suyun aynı ise de taayyün 
						(belirme)
						ve sûret (şekil)
						i'tibâriyle (bakımından)
						buz başka, su da başkadır. İşte müteayyin 
						olan (taayyün eden 
						(suretlenen) ) Hak ile sûret-i Fir'avn 
						(Firavun’un sureti) 
						arasında dahi bu vech ile 
						(şekilde) gayriyyet 
						(başkalık) 
						mevcûddur. Binâenaleyh 
						(bundan dolayı) Fir'avn'ın sûretine muzâf 
						(bağlı) olan 
						rubûbiyyet (rablık),rubûbiyyet-i 
						arazıyye-i cüz'iyyedir 
						(kısım, cüz olan gelip geçici rububiyettir).Hakk'a 
						nisbet (bağlanan, ait)
						olunan rubûbiyyet-i mutlaka 
						(mutlak, kayıtsız rububiyet)
						değildir 
						Devam edecek |