[KELİME-İ MÛSEVİYYE'DE MÜNDEMİC "HİKMET-İ
ULVİYYE" BEYÂNINDA
OLAN FASTIR]
İmdi sûret-i bâtılda ayn-i Hak'la elleri ve
ayakları kesti ve astı. Ancak bu fiil sebebiyle nâil
olunan merâtibe vusûl için, zira muhakkak esbâbın
ta'tîline yol yoktur, çünkü a'yân-ı sâbite onları iktizâ
eyledi. Böyle olunca ancak sübûtta üzerinde bulundukları
sûretle vücûdda zâhir olurlar. Zîrâ Allah'ın kelimeleri
için tebdîl yoktur. Allah'ın kelimeleri ise, a'yân-ı
mevcûdâtın gayri değildir. Binâenaleyh, onların sübûtu
haysiyyetiyle onlara kıdem nisbet olunur. Ve onların
vücûdu ve zuhûru haysiyyetiyle de onlara hudûs nisbet
olunur. Nitekim sen "Bugün bizim nezdimizde bir insan
veyâ bir misâfir hâdis oldu" dersin. Halbuki onun
hudûsünden, bu hudûsden evvel onun için vücûd olmaması
lâzım gelmez. Bunun için Allah Teâlâ Kelâm-ı azîzinde,
ya'nî onun ityânı hakkında, kıdem-i kelâmıyla berâber,
"Onlara Rab'lerinden bir zikr-i muhdes gelmez, illâ ki
onu dinleyip la'b ederler" (Enbiyâ, 21/2); ve "Onlara
Rahmân'dan bir zikr-i muhdes gelmedi, illâ ki ondan
i'râz eder oldular" (şuarâ, 26/5) buyurdu. Ve rahmet
ancak rahmetle gelir. Ve rahmetten i'râz eden kimse,
adem-i rahmetten ibâret olan azâba istikbâl eder (29).
Ya'nî sâhirler
(sihirbazlar) Fir'avn'a hitâben
(konuşarak):
"Ne vech ile
(şekilde) hükmedersen et!" deyince, hakîkati
i'tibâriyle (bakımından)
Hakk'ın "ayn"ına
(hakikâtine) mülâbis olan
(bürünen) Fir'avn,
sûret-i fâniyye-i bâtılesiyle
(batıl olan ölümlü suretiyle)
Rabb-i Mûsâ ve Hârûn'a
(Musa’nın ve Harun’un rabbine)
ve Rabbû'l âlemine
(Alemlerin rabbına)
imân eden sâhirlerin
(sihirbazların) ellerini ve ayaklarını kesip
onları astı. Zîrâ (çünkü)
Hakk'ın hüviyyeti, esmâsının
(isimlerinin)
ihtilâfı (farklı oluşu)
ve tekâbülü
(karşıt oluşu) sebebiyle, âlem-i şehâdette
(dünyada) hak
(gerçek) ve bâtıl
(gerçek olmayan)
sûretlerinde zâhir olur
(görülür). Binâenaleyh
(bundan dolayı)
ârifler (Hakk’ı bilenler),
suver-i bâtıleyi
(batıl suretleri) de inkâr etmezler. Çünkü
bâtılın vücûdu (varlığı)
ve zuhûru
(meydana çıkması) olmasa, Hak zâhir olmaz
(görülmez) idi.
Nitekim
الاشياء تنكشف بأضدادها
denilmiştir. Bunun için Hz. şeyh-i Ekber'in
(en büyük şeyhin)
şeyh-i âlîleri (yüce
şeyhleri) Ebû Medyen Mağribî (r.a.) buyurlar:
فانه من بعض ظهوراته
لا
تنكر البا طل في طوره
Tercüme: "Bâtılı
(gerçek olmayanı) kendi tavrında inkâr etme!
Zîrâ (çünkü) o da
Hakk'ın zuhûrâtından
(görünmelerinden) ba'zdır
(bir kısımdır)."/
Fir'avn tarafından sâhirlerin
(sihirbazların) salb
olunmak (asılmak)
sûretiyle katilleri
(öldürülmeleri),
onların şehîd olarak merâtib-i uhreviyyeye
(ahiret mertebelerine)
vusülleri (ulaşmaları)
için vâkı' oldu
(gerçekleşti).
Zîrâ (çünkü)
merâtib-i şühedâya
(şehit mertebelerine)
vusûl (ulaşmak)
ancak bu sûret-i bâtılede
(batıl surete) vâkı’'
olan (gerçekleşen)
salb (asma)
ve katl (kesme)
fiili sebebiyle olur. İşte bundan anlaşılır
ki, küffârın (kafirlerin)
vücûdu (varlığı)
bu âlemde
(dünyada) mü'minler için rahmettir. Zîrâ
(çünkü) fî-sebîlillah
(Allah yolunda, karşılık
beklemeksizin) cihâd
(din uğruna savaşmak)
kasdiyle (niyetiyle)
küffâra
(kafirlere) bi’t-tecâvüz
(saldırarak) maktûl
olan (öldürülen)
mü'minîn (müminler),
şehîd olurlar. Eğer küffâr
(kafirler) olmasa
onlar mertebe-i şehâdeti
(şehitlik mertebesini) ihrâz edemez
(kazanamaz) idiler.
Ve mertebe-i şehâdet
(şehitlik mertebesi) ise merâtib-i âliye-i
uhreviyyedendir (ahirette
yüksek mertebelerdendir).
Nitekim Hak Teâlâ buyurur:
وَلاَ تَقُولُواْ لِمَنْ يُقْتَلُ فِي سَبيلِ اللّهِ
أَمْوَاتٌ بَلْ أَحْيَاء وَلَكِن لاَّ تَشْعُرُونَ
(Bakara, 2/154) ya'nî "Allah yolunda katlolunan
(öldürülen) kimseler
için ölüdür demeyin, belki onlar diridirler; fakat sizin
onların keyfiyyet-i hayâtlarına
(yaşam hususlarına)
vukûfunuz
(bilginiz) yoktur." Ve kezâ
(aynı şekilde) yine
buyuruyor:
وَلاَ تَحْسَبَنَّ الَّذِينَ قُتِلُواْ فِي سَبِيلِ اللّهِ
أَمْوَاتاً بَلْ أَحْيَاء عِندَ رَبِّهِمْ يُرْزَقُونَ
فَرِحِينَ بِمَا آتَاهُمُ اللّهُ مِن فَضْلِهِ الخ
(Âl-i İmrân, 3/169-170) ya'nî "Allah Teâlâ yolunda katl
olunanları (öldürülenleri)
ölülerden zannetmeyiniz; belki onlar
Rablerinin indinde (katında)
diridirler ve Allah Teâlâ'nın fazl
(lutfundan) ve
kereminden onlara verdiği şeyden ferahlanarak
rızıklanırlar ilh..." Zulmen
(zulüm yapılarak)
katl olunanların
(öldürülenlerin) da hâli böyledir.
Binâenaleyh (bundan dolayı)
âlemde (evrende)
bâtılın (gerçek
olmayanın) vücûdu
(varlığı) dahi
muktezâ-yı hikmettir
(hikmetin gereğidir).
Zîrâ (çünkü)
esbâb (sebepler)
ta'tîl (durdurma,
ara verme) kabûl etmez. Çünkü "esbâb"
(sebepler) dediğimiz
şey ayân-ı sâbitenin (ilmi
suretlerin) iktizââtıdır
(gerekleridir) ve
a'yân-ı sâbitenin (ilmi
suretlerin) ahvâli
(halleri) ve ahkâmı
(hükümleri) ve
âsârı (eserleri)
a'yân-ı hâriciyyede (dış
alemde, unsurlar aleminde),
ya'nî bu âlemin
(evrenin) sûretlerinde, esbâb
(sebepler) ile
zâhirdir (açığa çıkar,
görünür).
Devam edecek |