[KELİME-İ MÛSEVİYYE'DE MÜNDEMİC "HİKMET-İ
ULVİYYE" BEYÂNINDA
OLAN FASTIR]
Demek ki ayân-ı sâbite (ilmi
suretler) ilm-i ilâhide
(Allah’ın ilminde)
ne sûretle (şekilde)
sâbit olmuşlar
(belirlenmişler) ise, vücûd-i hâricide
(dünyada) dahi ancak
o sûretle (şekille)
zâhir olurlar
(görünürler).
Çünkü kelimât-ı ilâhiyye
(Allah’ın kelimeleri)
için tebdîl (değişme,
değiştirilme) yoktur. Ve a'yân-ı sâbite
(ilmi suretler)
kelimât-ı ilâhiyye (Allah’ın
kelimeleri) olup mezâhirden
(görüntü yerlerinden)
ibâret olan a'yân-ı hâriciyye
(açığa çıkmış suretler)
onların zılleri
(gölgeleri) olduğundan kelimât-ı ilâhiyye
(ilahi kelimeler)
a'yân-ı mevcûdâtın
(mevcutların hakikatinden) gayri
(başkası) değildir.
Çünkü zıll (gölge),
zî-zillin (gölge
sahibinin) sûreti
(şekli) üzeredir,
Böyle olunca kelimât-ı gaybiyyeden
(gaybi kelimelerden)
ibâret olan a'yân-ı sâbitenin
(ilmi suretlerin)
ilm-i ilâhîde (Allah’ın
ilminde) sübûtu
(sabitleşmesi) cihetinden
(yönünden) onlara
"kıdem" (öncesi olmayan
eski) nisbet olunur
(nitelendirilir).
Ve a'yân-ı hâriciyede
(dış alemde),
ya'nî bu kesîf
(koyu, yoğun) olan âlem-i anâsırda
(unsurlar aleminde)
vücûdu (varlığı)
ve zuhûru (görünmesi)
cihetinden (yönünden)
onlara "hudûs"
(sonradan olma (yeni olmakla) nisbet olunur
(nitelendirilir).
/ Eğer bir şeye hem kıdem
(eski) ve hem de
hudûs (yeni)
nasıl nisbet olunur
(nitelendirilir)
diyecek olursan, sana cevâben
(cevap olarak) bu
misâl kâfîdir (yeterlidir).
Nitekim sen: "Bugün bizim nezdimizde
(yanımızda) bir
insan veyâ bir misâfir hâdis
oldu" dersin. Halbuki bu insan veyâ misâfir
hem kıdem (önceden olmak)
ve hem de hudûs
(sonradan olmak) ile muttasıf olmuş
(vasıflanmış) oldu.
Binâenaleyh (bundan dolayı)
hâdis olan
(sonradan olan) bir şeyin mutlaka evvelden
(daha önceden) dahi
vücûdu (varlığı)
olmak (olması)
lâzım gelir. Zîrâ (çünkü)
mevcûd olmasa idi, hâdis
(sonradan var) olmaz
idi. İşte bunun için Hak Teâlâ hazretlerinin "kelâm"ı
(kelimesi) kadîm
(eski, (öncesi bilinmeyen) )
olmaklâ berâber, o kadîm
(eski)
olan kelâmın
(kelimenin) vücûd-i hâricîye
(varlık dışına (dünyaya) )
inzâl
(indirilmesinde) ve ityânı
(getirilmesinde)
Hakk'ın Kelâm-i azîzinde
(Aziz kelimesinde), sûre-i Enbiyâ'da
(enbiya suresinde)
مَا يَأْتِيهِم مِّن ذِكْرٍ مَّن رَّبِّهِم مُّحْدَثٍ
إِلَّا اسْتَمَعُوهُ وَهُمْ يَلْعَبُونَ
(Enbiyâ, 21/2); ve kezâ
(aynı şekilde) sûre-i Şuarâ'da
(şuara suresinde)
وَمَا يَأْتِيهِم مِّن ذِكْرٍ مِّنَ الرَّحْمَنِ مُحْدَثٍ
إِلَّا كَانُوا عَنْهُ مُعْرِضِينَ
(Şuarâ, 26/5) buyurur. Bundan anlaşılır ki Hakk'ın
kelâmı (kelimesi)
kadîm (eski (öncesi
bilinmeyen)
ve zât-ı ahadiyyette (ahad
olan zatında) kendisinin aynı iken, elfâz
(kelimelerde) ve
hurûfta (harflerde)
zuhûru (görünmesi)
hâlinde, onu hudûs
(hadis olma (sonradan meydana
gelme) ) sıfatıyla tavsîf buyurdu
(vasıflandırdı).
Ve Rahmân'dan
muhdes (ihdas edilmiş,
yaratılmış) olan Kur'ân-ı rahmettir Ve
Rahmân'dan nâzil olan (inen)
rahmet, ya'nî Kur'ân ancak rahmetle gelir.
Nitekim Hak Teâlâ Kur'ân hakkında
وَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْآنِ مَا هُوَ شِفَاء وَرَحْمَة
(İsrâ, 17/82) buyurur. Ve rahmetten yüz çeviren kimse
adem-i rahmetten
(rahmetsizlikten) ibâret olan azâba teveccüh
eder (yüzünü çevirir).
Zîrâ (çünkü)
insan bir şeyin dâiresinden
(sınırları içinden)
çıkınca, diğer bir şeyin dâiresine
(sınırları içine)
duhûl eder (girer).
Devam edecek |