Füsûs-ül Hikem

346. Bölüm

Asliye Tavşanlı
 

[KELİME-İ MÛSEVİYYE'DE   MÜNDEMİC   "HİKMET-İ

ULVİYYE"   BEYÂNINDA   OLAN   FASTIR] 

     Demek ki ayân-ı sâbite (ilmi suretler) ilm-i ilâhide (Allah’ın ilminde) ne sûretle (şekilde) sâbit olmuşlar (belirlenmişler) ise, vücûd-i hâricide (dünyada) dahi ancak o sûretle (şekille) zâhir olurlar (görünürler). Çünkü kelimât-ı ilâhiyye (Allah’ın kelimeleri) için tebdîl (değişme, değiştirilme) yoktur. Ve a'yân-ı sâbite (ilmi suretler) kelimât-ı ilâhiyye (Allah’ın kelimeleri) olup mezâhirden (görüntü yerlerinden) ibâret olan a'yân-ı hâriciyye (açığa çıkmış suretler) onların zılleri (gölgeleri) olduğundan kelimât-ı ilâhiyye (ilahi kelimeler) a'yân-ı mevcûdâtın (mevcutların hakikatinden) gayri (başkası) değildir. Çünkü zıll (gölge), zî-zillin (gölge sahibinin) sûreti (şekli) üzeredir, Böyle olunca kelimât-ı gaybiyyeden (gaybi kelimelerden) ibâret olan a'yân-ı sâbitenin (ilmi suretlerin) ilm-i ilâhîde (Allah’ın ilminde) sübûtu (sabitleşmesi) cihetinden (yönünden) onlara "kıdem" (öncesi olmayan eski) nisbet olunur (nitelendirilir). Ve a'yân-ı hâriciyede (dış alemde), ya'nî bu kesîf (koyu, yoğun) olan âlem-i anâsırda (unsurlar aleminde) vücûdu (varlığı) ve zuhûru (görünmesi) cihetinden (yönünden) onlara "hudûs" (sonradan olma (yeni olmakla) nisbet olunur (nitelendirilir). / Eğer bir şeye hem kıdem (eski) ve hem de hudûs (yeni) nasıl nisbet olunur (nitelendirilir) diyecek olursan, sana cevâben (cevap olarak) bu misâl kâfîdir (yeterlidir). Nitekim sen: "Bugün bizim nezdimizde (yanımızda) bir insan veyâ bir misâfir hâdis oldu" dersin. Halbuki bu insan veyâ misâfir hem kıdem (önceden olmak) ve hem de hudûs (sonradan olmak) ile muttasıf olmuş (vasıflanmış) oldu. Binâenaleyh (bundan dolayı) hâdis olan (sonradan olan) bir şeyin mutlaka evvelden (daha önceden) dahi vücûdu (varlığı) olmak (olması) lâzım gelir. Zîrâ (çünkü) mevcûd olmasa idi, hâdis (sonradan var) olmaz idi. İşte bunun için Hak Teâlâ hazretlerinin "kelâm"ı (kelimesi) kadîm (eski, (öncesi bilinmeyen) ) olmaklâ berâber, o kadîm (eski) olan kelâmın (kelimenin) vücûd-i hâricîye (varlık dışına (dünyaya) ) inzâl (indirilmesinde) ve ityânı (getirilmesinde) Hakk'ın Kelâm-i azîzinde (Aziz kelimesinde), sûre-i Enbiyâ'da (enbiya suresinde)    مَا يَأْتِيهِم مِّن ذِكْرٍ مَّن رَّبِّهِم مُّحْدَثٍ إِلَّا اسْتَمَعُوهُ وَهُمْ يَلْعَبُونَ    (Enbiyâ, 21/2); ve kezâ (aynı şekilde) sûre-i Şuarâ'da (şuara suresinde)    وَمَا يَأْتِيهِم مِّن ذِكْرٍ مِّنَ الرَّحْمَنِ مُحْدَثٍ إِلَّا كَانُوا عَنْهُ مُعْرِضِينَ    (Şuarâ, 26/5) buyurur. Bundan anlaşılır ki Hakk'ın kelâmı (kelimesi) kadîm (eski (öncesi bilinmeyen) ve zât-ı ahadiyyette (ahad olan zatında) kendisinin aynı iken, elfâz (kelimelerde) ve hurûfta (harflerde) zuhûru (görünmesi) hâlinde, onu hudûs (hadis olma (sonradan meydana gelme) ) sıfatıyla tavsîf buyurdu (vasıflandırdı).  Ve Rahmân'dan muhdes (ihdas edilmiş, yaratılmış) olan Kur'ân-ı rahmettir Ve Rahmân'dan nâzil olan (inen) rahmet, ya'nî Kur'ân ancak rahmetle gelir. Nitekim Hak Teâlâ Kur'ân hakkında    وَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْآنِ مَا هُوَ شِفَاء وَرَحْمَة    (İsrâ, 17/82) buyurur. Ve rahmetten yüz çeviren kimse adem-i rahmetten (rahmetsizlikten) ibâret olan azâba teveccüh eder (yüzünü çevirir). Zîrâ (çünkü) insan bir şeyin dâiresinden (sınırları içinden) çıkınca, diğer bir şeyin dâiresine (sınırları içine) duhûl eder (girer).
Devam edecek

 

 

 
 
İzmir - 05.11.2008
asliye@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com