[KELİME-İ MÛSEVİYYE'DE MÜNDEMİC "HİKMET-İ
ULVİYYE" BEYÂNINDA
OLAN FASTIR]
Binâenaleyh Fir'avn, helâke teyakkun üzere değil,
necâta teyakkun üzere, Benî İsrâîl'in îmân ettiği şeye
îmân etti. İmdi teyakkun ettiği vâkı' oldu; lâkin irâde
ettiği sûretin gayri üzere. Binâenaleyh, Allah Teâlâ ona
kendi nefsi hakkında azâb-ı âhiretten necât verdi ve
bedenini halâs etti. Nitekim, Hak Teâlâ "Senin halfinde
olan kavme bir âyet olman için bugün biz sana bedenin
ile necât veririz" (Yûnus. 10/92) buyurdu. Zîrâ, eğer
sûretiyle gâib olsa idi, kavminin çoğu, ihticâb etti,
derler.
Böyle olunca, o olduğu bilinmek için, sûret-i
ma'hûdesiyle meyyiten zâhir oldu. Şu halde necât hissen
ve ma'nen âmm oldu. Ve üzerine azâb-ı uhrevî gelmesi
vâcib olan kimse, ona bütün âyet gelse azâb-ı elîmi
görmedikçe, ya'nî azâb-uhrevîyi tatmadıkça / îmân etmez.
Böyle olunca Fir'avn bu sınıftan çıktı. İşte bu, öyle
bir zâhirdir ki, Kur'ân onunla vârid oldu (31 ).
Ya'nî Fir'avn helâke
(ölümü) intizâren
(bekleyerek) değil,
necâta (kurtuluşu)
intizâren (bekleyerek)
îmân etti ve bu intizâr ettiği
(beklediği) necât
(kurtuluş) dahi vâkı'
(gerçekleşmiş)
oldu. Oldu ammâ, onun murâd ettiği sûretin
(şeklin) gayri
(başka) üzere
(biçimde). Zîrâ
(çünkü) o, gark
olmaktan (boğulmaktan)
kurtulacağını zannetmiş idi. Halbuki bundan
halâs olamadı (kurtulamadı);
azâb-ı uhrevîden
(ahiret azabından) necât buldu
(kurtuldu).
Ve ölüsü sâhile çıkmakla tegayyübden
(kaybolmaktan)
kurtuldu. Nitekim Hak Teâlâ
خَلْفَكَ آيَةً
لِمَنْ
فَالْيَوْمَ نُنَجِّيكَ بِبَدَنِكَ لِتَكُونَ
(Yûnus, 10/92) buyurur ki: "Biz bugün sâhile ilka etmek
(bırakmak)
sûretiyle sana bedenin ile necât
(kurtuluş) veririz;
ve rûhunu bedeninden kurtarırız; ve yarın onu azâb-ı
âhiretten (ahiret azabından)
halâs ederiz
(kurtarırız).
Tâ ki senden sonra gelecek olan kavme senin bu hâlin
kudretime bir âyet (iz,
alamet) ve nişân-ı azîm
(büyük nişan, işaret)
olsun" demektir.
Bu âyet-i kerîmenin şu tarz
(şekilde) tefsîrine
(yorumuna)
i'tirâz edenler bulunabilir mütâlaasıyla
(düşüncesiyle)
فَالْيَوْمَ نُنَجِّيكَ
hitâb-ı ilâhîsi (Hakk’ın
hitabı) hakkında îzâhât
(geniş açıklama)
i'tâsı (verilmesi)
münâsib (uygun)
görüldü. Şöyle ki: Fir'avn küfründe musırr
(ısrarlı) olaydı,
kelime-i tevhîdi (tevhid
kelimesini) telaffuz etmezdi
(söylemezdi).
Mâdemki tevhîd etti
(birledi),
mutlaka intîzâr ettiği
(beklediği) bir şey
var idi. Peygamberine îmân eden bir kimsenin murâdı hiç
şüphe yok ki, evvelâ azâb-ı uhrevîden
(ahiret azabından),
ba'dehû (daha
sonra) dünyâda, kendisine müteveccih
(dönük) olacak olan
kahr-ı ilâhîden (ilahi
kahırdan) necâttır
(kurtulmaktır).
Dünyâda gark
(boğulmak) sûretiyle
(şeklinde) vâkı'
olan (gerçekleşen)
kahr-ı ilâhîden (Hakk’ın
kahrından) necât bulamayan
(kurtulamayan)
Fir'avn, eğer azâb-ı uhrevîden
(ahiret azabından)
dahi necât bulamayacak
(kurtulamayacak) ise, va'd-i necâtin
(kurtuluş sözünün)
mahmûlü (haberliliği)
kalmaz. Eğer
بِبَدَنِكَ
kaydına nazaran (göre)
bu necât
(kurtuluş),
ancak Fir'avn'ın cesed-i bî-rûhunun
(ruhsuz cesedinin)
sâhile ilkâsıdır
(bırakılmasıdır),
denecek olursa
cevâben (cevap olarak)
deriz ki: Gark
(boğulmak) sûretiyle ölen bir kimsenin cesed-i
bî-rûhu (ruhsuz bedeni)
ister sâhile ilkâ olunsun
(bırakılsın),
ister ka'r-ı deryâda
(denizin dibinde) nâ-bûd
(bulunmasın yok)
olsun, müsâvîdir (eşittir).
Sâhile ilkâsında
(bırakılmasında) meyyit
(ölü) için bir fâide
(fayda)
olmadığından böyle bir kimseye: "Biz sana necât
(kurtuluş) veririz"
va'di (sözünün verilmesi)
bî-mânâ (manasız)
olmak lâzım gelir. Halbuki va'd-i ilâhî
Hakk’ın verdiği söz)
Hak'tır (gerçektir),
bî-mânâ (manasız)
olamaz. Binâenaleyh
(bundan dolayı)
Fir'avn hakkında mev'ûd (Va’d
olunmuş (söz verilmiş)
olan necât,
(kurtuluş) rûhunun zulmet-i bedenden
(beden karanlığından)
çıkması ve âhirette de azâb-ı uhrevîden
(ahiret azabından)
halâsıdır. (kurtulmasıdır)
Şu halde bu necât
(kurtuluş) hissen
(his olarak) ve
ma'nen (manevi olarak)
umûmi (hepsine
genel) olur.
Devam edecek |