[KELİME-İ MÛSEVİYYE'DE MÜNDEMİC "HİKMET-İ
ULVİYYE" BEYÂNINDA
OLAN FASTIR]
Beden-i Fir'avn'ın
(Firavun’un bedeni) sâhile ilkâsına
(bırakılmasına)
gelince: Bu da onun rubûbiyyetine
(rablığına) i'tikâd
eden (inanan)
kavminin, bu i'tikâdı
(inancı) kuvvet bulmamak için, arkaya
kalanlara bir âyet (nişan,
işaret) idi. Zîrâ
(çünkü) eğer cesedi
gâib (kayıp)
olaydı, kavminin pek çoğu, Fir'avn Rab olduğu cihetle
(yönüyle) semâya
(göğe) urûc etmek
(yükselmek)
sûretiyle veyâ suver-i âharla
(başka bir suretle)
nâstan (insanlardan)
ihticâb etti (gizlendi),
derler idi. Binâenaleyh
(bundan dolayı) sâir
(diğer) nâs
(insanlar) gibi,
Fir'avn'ın dahi denizde boğulduğu bilinmek için, ölüsü
sahile ilkâ olundu (atıldı)
ve sûret-i ma'hûdesiyle
(kötü bilinen suretiyle)
meyyiten (ölü olarak)
halk nazarında
(görüşünde) zâhir oldu
(açığa çıktı).
İmdi (şu halde)
üzerine azâb-ı uhrevî
(ahiret azabı)
gelmesi vâcib (zorunlu)
olan kimseye zamânının peygamberi tarafından
ne kadar âyât (ayetler)
ve mu'cizât
(mucizeler) gösterilse hepsini birer sûretle
(yolla) te'vîl
edip (başka mana verip)
azâb-ı elîmi (acı
azabı) görmedikçe, ya'nî azâb-ı uhrevîyi
(ahiret azabını)
tatmadıkça îmân etmez. Zîrâ
(çünkü) bu kimsenin ilm-i ilâhîde
(Allah’ın ilminde)
sübût bulan (sabitleşen,
belirlenen) ayn-ı sâbitesi,
(ilmi sureti) mazhar
(görüntü yeri)
olduğu ism-i ilâhi (ilahi
ismin) muktezasınca
(gereğince) şekâvet
(mutsuzluk)
üzerinedir. Vücûd-i kevnîde
(kozmik varlıkta) zuhûr eden
(meydana çıkan) ve o
ismin âyînesinden
(aynasından) ibâret olan bu kimsenin
sûretinde, elbette eser-i şekâvet
(mutsuzluk eseri)
zâhir olur (görülür).
Binâenaleyh
(bundan dolayı) gayr-i mec'ûl
(yapılmamış) olan
onun isti'dâd-ı ezelîsi
(ezeli istidadı) dünyâda ne kadar âyât-ı
mûziha (açık ayetler)
ve mu'cizât-ı bâhire
(apaçık mucizeler) görse îmân etmemesini
iktizâ eder (gerektirir).
Nitekim, Ebû Cehil, Bedir gazâsında
(savaşında) maktûlen
(öldürülerek)
fevt olmak (ölmek)
üzere bulunduğu sırada kendi kâtiline hitâben
(seslenerek)
قل لصاحبك ما انا بنادم عن مخالفتك في هذا الحال
ya'nî "Şu hâl-i katl
(öldürülme hali) içinde muhâlefetten
(muhalefet etmekten, zıt
düşüncede olmaktan) nâdim
(pişman) olmadığımı
sâhibin olan Muhammed'e (a.s.) söyle!" dedi. Binâenaleyh
(bundan dolayı)
böyle olan kimseler, azâb-ı elimi
(çok büyük azabı)
görmedikçe, ya'nî ba'de'l-mevt
(ölümden sonra) azâb-ı
uhrevîyi (ahiret azabını)
tatmadıkça Allah'a ve peygambere imân
etmezler. Nitekim, Kur'ân-ı Kerîm'de Hak Teâlâ
buyurur.
إِنَّ الَّذِينَ حَقَّتْ عَلَيْهِمْ كَلِمَتُ رَبِّكَ لاَ
يُؤْمِنُونَ وَلَوْ جَاءتْهُمْ كُلُّ آيَةٍ حَتَّى
يَرَوُاْ الْعَذَابَ الأَلِيم
(Yûnus, 10/
96-97).
Böyle olunca Fir'avn dünyâda kable'l-mevt
(ölümden önce) imân
etmekle, azâb-ı uhrevîyi (ahiret
azabını) görmedikçe îmân etmeyen sınıftan
çıktı. Azâb-ı elîmi (büyük
azabı) görmeden îmân eden sınıf-ı mü'minîne
(müminler sınıfına)
dâhil oldu (girdi).
Fir'avn hakkındaki bu kelime o kadar açık bir
şeydir ki. Kur'ân bu zâhir
(açık) olan şeyle vârid oldu
(geldi).
Şu halde Fir'avn'ın şekâvet-i ebediyyesine
(ebedi, sonsuz şekavetliğine
(cehennemlik olduğuna) hükm edenlerin bu
hükümde ısrârları ve bu bâbda
(konuda) te'vîlâta
(başka manalar vermeye)
kıyâm etmeleri /
(kalkışmaları) mesmû' değildir
(dinlenmez, kulak asılmaz).
İşte Fir'avn hakkında Hz. Şeyh (r.a.)
efendimizin hükm-i âlîleri
(yüce kararları) bu kadar açıktır ve ibâre-i
Fusûs'ta (Fusus’un
cümlelerinde) tevakkufa
(şüpheye, tereddüte)
delâlet (işaret)
edecek bir şey yoktur.
Devam edecek |