Ba'dehû biz deriz ki, bundan sonra onun hakkında emr
Allah Teâlâ'ya râci'dir. Çünkü âmme-i halkın nüfûsunda
onun şekâsı müstekarr oldu. Halbuki bunun hakkında
onlarda nass yoktur ki ona istinâd ederler (32).
Ya'nî Kur'ân-ı Kerîm'in zâhirinden
(dışından, zahir manasından)
Fir'avn'ın sıhhat-i îmânı
(imanının doğruluğu)
istidlâl olunduğu
(deliller ile anlaşıldığı) ve onun şekâveti
(cehennemlik olduğu)
hakkında nass (kesin
delil, apaçık ayet) olmadığı gibi. delâlet
(izler, işaretler)
dahi bulunmadığı halde, müddet-i hayâtında
(yaşamı boyunca)
envâ'-ı zulm (çeşitli
eziyetler) ve taaddî
(adaletsizlik, zulm)
icrâ (yaptı)
ve peygamberine muhâlefetle
(zıt, aykırı gelmekle) mukâbeleye
(karşılık vermeye)
kıyâm ettiğine
(kalkıştığına) bakarak âmme-i halkın
(halkın genelinin)
nüfûsunda (şahıslarında)
onun şekâveti
(mutsuzluğu) mukarrer
(anlatılmış) olduğu
için, biz Fir'avn'ın sıhhat-i îmânına
(imanının gerçekliğine)
delâlet (işaret)
eden nusûs-i kur'âniyyeyi
(Kur’an naslarını (açık
ayetlerini) zikr ettikten
(söyledikten) sonra,
tâ'lîmen-li'l-edeb (edebi
öğretmek için),
Fir'avn hakkındaki emr
(husus) Allâh
Teâlâ'ya râci'dir, (dönüktür
(aittir) deriz.
Hz. Şeyh-i Ekber (r.a.) efendimizin "Emr
(iş, husus) Allah
Teâlâ'ya râci'dir"
(dönüktür) buyurmaları, onun emrinde
tereddüdlerinden nâşi
(dolayı) değildir. Fir'avn hakkındaki re'y-i
âlîlerini (yüce görüşleri)
bu fassta
(konuda),
nusûs-i Kur'âniyye (Kur’an
nasları (açık ayetler) ) ile her türlü Şübhe
ve tereddüdden âri olarak
(soyutlanarak),
kemâl-i vuzûh
(tam açıklık) ile beyân buyurmuşlardır
(anlatmışlardır).
Nitekim bâlâdaki
(yukarıdaki) ibârede
(cümlede)
الامر فيه الى اللهه
buyurduktan sonra, bu beyânın
(açıklamanın)
illetini (sebebini)
لمَا ا ستقر في نفوس عامة الخلق...الخ
ibâresiyle (cümlesiyle)
tefsir etmişlerdir
(yorumlamışlardır).
Bu ise, müddet-i
ömrü (bütün ömrü boyunca)
sû'-i ahvâl
(kötülükler) ile geçen Fir'avn'ın rahmet-i
ilâhiyyeye (Hakk’ın
rahmetine) mazhariyyetini
(nail oluşunu) bir
türlü havsalalarına
(akıllarına) sığdıramayan zevâta
(kimselere),
ta'lîm-i edebden
(edebi öğretmekten) ibârettir. Zîrâ
(çünkü) rahmet-i
ilâhiyyenin (Hakk’ın
rahmetinin) vüs'atini
(genişliğini)
teemmül ederek (düşünerek)
onun hakkındaki emri
(işi, hususu) Allah
Teâlâ'ya havâle etseler
(bıraksalar) ve Fir'avn'ın sarâhat-i
kur'âniyye (açık Kur’an
ayetleri) ile sâbit
(belirlenmiş) olan
îmânı, Allah Teâlâ indinde
(katında) makbûl
(kabul) oldu mu, yoksa olmadı mı? Binâenaleyh
(bundan dolayı)
kendisi indallâh (Allah
katında) şakî
(cehennemlik) midir, saîd
(cennetlik) midir?
Bunu ancak Allah Teâlâ bilir, deseler; edebe muvâfık
(uygun) olur idi.
Çünkü saâdet ve şekâvet-i ezeliyye
(ezelde kazanılmış olan
mutluluk ve mutsuzluk) a'yân-ı sâbitenin
(ilmi suretlerin)
isti'dâdına mevkûftur
(bağlanmıştır).
Bu ise ilm-i ilâhîdir
(Hakk ilmidir).
Ve Allah Teâlâ hazretleri bildirmedikçe, bir
kimsenin zevâhir-i hâline
(dışta görünen haline) bakıp, şekâvet
(cehennemlik) veyâ
saâdetine (cennetlik
oluşuna) hükm etmek
(karar vermek),
ilm-i ilâhiye
(Allah’ın ilmine) iştirâk
(ortak olmak)
ma'nâsını mutazammın olduğu
(içerdiği) için bî-edebiliktir
(edepsizliktir).
Ammâ Hz. Şeyh (r.a.)’in sıhhat-i îmân-ı Fir'avn
(Firavun’un imanının
gerçekliği) hakkındaki beyânât-ı aliyyeleri
(yüce açıklamaları),
zâhir-i Kur'ân'dan
(Kuran’ın dış manasından)
muktebes (aynen
aktarılmış) delâile
(delillere (ayetlere) )
müstenid (dayalı)
olduğu için, aslâ edebşikenlik
(edep kırıcı, edebe aykırı)
değildir. Edeb-şikenlik
(edebe aykırılık)
hiçbir nass (açık ayet ve
hadis) ve delîle
(kanıta) müstenid
(dayalı) olmaksızın,
zevâhir-i hâle (dış
görünüşüne) bakıp, sırr-ı kadere
(kader sırrına)
taalluk eden (alakalı,
ilişkili olan) saâdet
(cennetlik) veyâ
şekâvet (cehennemlik)
hakkında hükm-i indî
(kendi düşüncesine göre karar) i'tâsıdır
(vermesidir).
Devam edecek |