Füsûs-ül Hikem

352. Bölüm

Asliye Tavşanlı
 

 [KELİME-İ MÛSEVİYYE'DE   MÜNDEMİC   "HİKMET-İ

ULVİYYE"   BEYÂNINDA   OLAN   FASTIR]

     Cenâb-ı Şeyh (r.a.) âl-i Fir'avn (Firavun’un yakınları) hakkındaki mütâlaâtın (düşüncelerin) bahse (konuyla) taalluku  (alakalı) olmadığını beyân buyurarak (bildirerek) bu hususta îrâdı (söylemesi) lâzım gelen hükmün izâhından (açıklamasından) sarf-ı nazar ettiler (vazgeçtiler) de, ahvâl-i meyyitin (ölünün durumundan) tavzîhine (açıklamaya) şurû' buyurdular (başladılar) ve dediler ki: Muhakkak ma'lûmun olsun (bilesin) ki, Allah Teâlâ hâl-i ihtizâra (can çekişme durumuna) gelmiş olan her bir kimseyi behemehal (nasıl olursa olsun) mü’min (imanlı, Müslüman) olduğu halde, ya'nî elsine-i enbiyâ (nebilerin lisanları) ile vârid olan (söylediği) ihbârât-ı ilâhiyye (ilahi bildiriler) nelerden ibâret ise, o şeyleri tasdîk (onaylayıcı, kabul) edici olduğu halde kabz eder (ruhunu alır). Zîrâ (çünkü) her bir muhtezır (ölmek üzere olan) emrâzdan (hastalıklardan) bir marazın (hastalığın) te'sîri (etkisi) tahtında (altında) zebûn (zayıf) olarak vücûd-i kesîfinin (madde vücudunun) sıfât-ı kesîresinden (birçok sıfatlarından) o dakîkada vâreste kalır (kurtulur).  Âlem-i rûhâniyyetin (ruhani alemin) hicâbı (perdesi) olan bu sıfât-ı nefsâniyye (nefsi sıfatlar) mürtefi' olunca, (kalkınca) muhtezır (can çekişen) basar-ı basîreti (kalp gözü) ile ahvâl-i âhireti (ahiret hallerini) müşâhede etmeğe (görmeye) başlar. Fakat kendisinde henüz hayât-ı dünyeviyye (dünya yaşamı) mevcûd olduğundan ahvâl-i dünyeviyye (dünya halleri) dahi basar-ı hissîsinde (beden gözüyle) meşhûd olur (görülür). Ve bu "müşâhede (görüş) sebebiyle ahvâl-i âhiret (ahiret halleri) ihticâb eder (gizlenir). Nefsi külliyen (tamamen) münkatı' oluncaya (kesilinceye) kadar son dakîkaları bu hâl ile geçer. Yanında bulunanlar sayıkladığına zâhib olurlar (zannederler). İşte muhtezır (can çekişen) son dakîkalarında ahvâl-i âhireti (ahiret hallerini) müşâhede ettiği (gördüğü) ve müşâhede (görmek) ise, îmân-ı bi'l gayb (gaybe iman) ile îmân etmediği şeyin vâkı' (gerçek) ve hak olduğuna tasdîkı (onaylaması) iktizâ eylediği (gerektiği) cihetle (yönüyle), her bir muhtezır (ölmek üzere olan) mü'min (imanlı) olduğu halde kabz olunur (ruhu teslim alınır). Ve muhtezır olan (ölmek üzere olup can çekişen) kimselerin kâffesi (hepsi) mü'min (imanlı) olduğu halde kabz olunduğu (ruhu alındığı) için mevt-i füc'e (ansızın, birdenbire ölmek) ve katl-i gaflet (gaflet içinde öldürülmek) istikrâh olunacak (kerih görülecek, tiksinilecek) bir şeydir.

     Mevt-i füc'enin (ansızın ölümün) ta'rîfî budur ki, şahıs içindeki nefesi dışarıya çıkarır ve hâriçten (dışardan) nefesi içerisine alamaz. Ta'bîr-i fennî (fen deyimi) ile ciğerlerindeki hâmız-ı karbonu (karbondioksiti) ihrâç eder (dışarı atar) ve havâ-yı hâricîdeki (dış havadaki) müvellidü'l-humûzayı (oksijeni) ciğerlerine cezb edemez (çekemez).  İşte bu hal mevt-i füc'edir (ani ölümdür). Ve şübhe yok ki füc'eten (aniden) fevt olan (ölen) kimsenin hâli (durumu) muhtezırın (can çekişerek ölenden) gayridir (başkadır). Zîrâ (çünkü) herhangi bir marazın (hastalığın) te'sîri (etkisi) tahtında (altında) onun sıfât-ı nefsâniyyesi (nesi sıfatları) muattal (terk edilmiş) olmadığı için ahvâl-i âhireti (ahiret hallerini) müşâhededen (görmekten) mahcûbdur (perdelidir). Ve görmediği şeyin hakîkatine bi't-tabi' (doğal olarak) muttali' değildir (bilemez). Ve aslâ haberi olmadığı halde arkasından boynu vurulmak sûretiyle gaflet (dalgınlık, ihtiyatsızlık) içinde maktûl olan (ölen) kimsenin hâli dahi füc'eten (aniden) fevt olan (ölen) kimsenin hâli gibidir. Binâenaleyh (bundan dolayı) füc'eten / (aniden) ve gafleten (gaflet içinde) maktûl olan (ölen) kimseler, gerek îmândan ve gerek küfürden, ne hâl (oluş) üzere bulunurlarsa o hâl (oluş) üzerine kabz olunurlar (ruhları teslim alınır). Zîrâ (çünkü) her ikisi için de ahvâl-i âhireti (ahiret hallerini) müşâhede ederek (görerek) îmân etmek mümkün olamadı. İşte bunun için (S.a.v.) Efendimiz    ويحشر على ما عليه مات كما انه يقبض على ما كان عليه    ya'nî "İnsan ne hâlde olursa, o hal (oluş) üzere kabz olunduğu (ruhu teslim olduğu) gibi, ne hâl üzere ölürse o hâl üzere haşr olunur" (diriltilir, mahşerde toplanır) buyurdu. Halbuki bu hadîs-i şerîfe nazaran (göre) muhtezır (ölmek üzere olan) ancak şuhûd (görüş) sâhibdir. O vukû’unu (nasıl olduğunu) basîreti (kalp gözü) ile müşâhede etmiş (görmüş) olduğu şeye imân ettiği cihetle (sebebiyle) sâhib-i imân (iman sahibi) olmuş olur. Binâenaleyh (bundan dolayı) muhtezırın (can çekişen kişinin) hâl-i kabzda (ölüm halinde) bulunduğu hal, (durum) hâl-i îmândır (iman halidir) hâl-i müşâhededir (görme halidir). Şu halde o ancak hâl-i îmân (iman hali) üzere kabz olunur (ruhu teslim alınır). Zîrâ (çünkü) hadîs-i şerîfte    يقبض على ما كان عليه    buyurulur.

Devam edecek                                                           

 

 

 
 
İzmir - 24.12.2008
asliye@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com