[KELİME-İ MÛSEVİYYE'DE MÜNDEMİC "HİKMET-İ
ULVİYYE" BEYÂNINDA OLAN FASTIR]
Cenâb-ı Şeyh (r.a.) âl-i Fir'avn
(Firavun’un yakınları)
hakkındaki mütâlaâtın
(düşüncelerin) bahse
(konuyla)
taalluku (alakalı)
olmadığını beyân buyurarak
(bildirerek) bu
hususta îrâdı (söylemesi)
lâzım gelen hükmün izâhından
(açıklamasından)
sarf-ı nazar ettiler
(vazgeçtiler) de, ahvâl-i meyyitin
(ölünün durumundan)
tavzîhine (açıklamaya)
şurû' buyurdular
(başladılar) ve dediler ki: Muhakkak ma'lûmun
olsun (bilesin)
ki, Allah Teâlâ hâl-i ihtizâra
(can çekişme durumuna)
gelmiş olan her bir kimseyi behemehal
(nasıl olursa olsun)
mü’min (imanlı,
Müslüman) olduğu halde, ya'nî elsine-i enbiyâ
(nebilerin lisanları)
ile vârid olan
(söylediği) ihbârât-ı ilâhiyye
(ilahi bildiriler)
nelerden ibâret ise, o şeyleri tasdîk
(onaylayıcı, kabul)
edici olduğu halde kabz eder
(ruhunu alır).
Zîrâ (çünkü)
her bir muhtezır
(ölmek üzere olan) emrâzdan
(hastalıklardan) bir
marazın (hastalığın)
te'sîri (etkisi)
tahtında (altında)
zebûn (zayıf)
olarak vücûd-i kesîfinin
(madde vücudunun)
sıfât-ı kesîresinden (birçok
sıfatlarından) o dakîkada vâreste kalır
(kurtulur).
Âlem-i rûhâniyyetin
(ruhani alemin)
hicâbı (perdesi)
olan bu sıfât-ı nefsâniyye
(nefsi sıfatlar) mürtefi' olunca,
(kalkınca) muhtezır
(can çekişen)
basar-ı basîreti (kalp gözü)
ile ahvâl-i âhireti
(ahiret hallerini)
müşâhede etmeğe (görmeye)
başlar. Fakat kendisinde henüz hayât-ı
dünyeviyye (dünya yaşamı)
mevcûd olduğundan ahvâl-i dünyeviyye
(dünya halleri) dahi
basar-ı hissîsinde (beden
gözüyle) meşhûd olur
(görülür).
Ve bu "müşâhede
(görüş) sebebiyle ahvâl-i âhiret
(ahiret halleri)
ihticâb eder (gizlenir).
Nefsi külliyen
(tamamen) münkatı' oluncaya
(kesilinceye) kadar
son dakîkaları bu hâl ile geçer. Yanında bulunanlar
sayıkladığına zâhib olurlar
(zannederler).
İşte muhtezır
(can çekişen) son dakîkalarında ahvâl-i
âhireti (ahiret hallerini)
müşâhede ettiği
(gördüğü) ve müşâhede
(görmek) ise, îmân-ı
bi'l gayb (gaybe iman)
ile îmân etmediği şeyin vâkı'
(gerçek) ve hak
olduğuna tasdîkı
(onaylaması) iktizâ eylediği
(gerektiği) cihetle
(yönüyle),
her bir muhtezır
(ölmek üzere olan) mü'min
(imanlı) olduğu
halde kabz olunur (ruhu
teslim alınır).
Ve muhtezır olan
(ölmek üzere olup can çekişen) kimselerin
kâffesi (hepsi)
mü'min (imanlı)
olduğu halde kabz olunduğu
(ruhu alındığı) için mevt-i füc'e
(ansızın, birdenbire ölmek)
ve katl-i gaflet
(gaflet içinde öldürülmek) istikrâh olunacak
(kerih görülecek,
tiksinilecek) bir şeydir.
Mevt-i füc'enin
(ansızın ölümün) ta'rîfî budur ki, şahıs
içindeki nefesi dışarıya çıkarır ve hâriçten
(dışardan) nefesi
içerisine alamaz. Ta'bîr-i fennî
(fen deyimi) ile
ciğerlerindeki hâmız-ı karbonu
(karbondioksiti)
ihrâç eder (dışarı atar)
ve havâ-yı hâricîdeki
(dış havadaki)
müvellidü'l-humûzayı
(oksijeni) ciğerlerine cezb edemez
(çekemez).
İşte bu hal mevt-i
füc'edir (ani ölümdür).
Ve şübhe yok ki füc'eten
(aniden) fevt olan
(ölen) kimsenin
hâli (durumu)
muhtezırın (can çekişerek
ölenden) gayridir
(başkadır).
Zîrâ (çünkü)
herhangi bir marazın
(hastalığın) te'sîri
(etkisi) tahtında
(altında) onun
sıfât-ı nefsâniyyesi (nesi
sıfatları) muattal
(terk edilmiş)
olmadığı için ahvâl-i âhireti
(ahiret hallerini)
müşâhededen (görmekten)
mahcûbdur
(perdelidir).
Ve görmediği şeyin hakîkatine bi't-tabi'
(doğal olarak)
muttali' değildir (bilemez).
Ve aslâ haberi olmadığı halde arkasından
boynu vurulmak sûretiyle gaflet
(dalgınlık, ihtiyatsızlık)
içinde maktûl olan
(ölen) kimsenin hâli
dahi füc'eten (aniden)
fevt olan (ölen)
kimsenin hâli gibidir. Binâenaleyh
(bundan dolayı)
füc'eten / (aniden)
ve gafleten (gaflet
içinde) maktûl olan
(ölen) kimseler,
gerek îmândan ve gerek küfürden, ne hâl
(oluş) üzere
bulunurlarsa o hâl (oluş)
üzerine kabz olunurlar
(ruhları teslim alınır).
Zîrâ (çünkü)
her ikisi için de ahvâl-i âhireti
(ahiret hallerini)
müşâhede ederek (görerek)
îmân etmek mümkün olamadı. İşte bunun için
(S.a.v.) Efendimiz
ويحشر على ما عليه مات كما انه يقبض على ما كان عليه
ya'nî "İnsan ne hâlde olursa, o hal
(oluş) üzere kabz
olunduğu (ruhu teslim
olduğu) gibi, ne hâl üzere ölürse o hâl üzere
haşr olunur" (diriltilir,
mahşerde toplanır) buyurdu. Halbuki bu hadîs-i
şerîfe nazaran (göre)
muhtezır (ölmek üzere
olan) ancak şuhûd
(görüş) sâhibdir. O
vukû’unu (nasıl olduğunu)
basîreti (kalp
gözü) ile müşâhede etmiş
(görmüş) olduğu şeye
imân ettiği cihetle
(sebebiyle) sâhib-i imân
(iman sahibi) olmuş
olur. Binâenaleyh (bundan
dolayı) muhtezırın
(can çekişen kişinin)
hâl-i kabzda (ölüm
halinde) bulunduğu hal,
(durum) hâl-i
îmândır (iman halidir)
hâl-i müşâhededir
(görme halidir).
Şu halde o ancak hâl-i îmân
(iman hali) üzere
kabz olunur (ruhu teslim
alınır).
Zîrâ (çünkü)
hadîs-i şerîfte
يقبض على ما كان عليه
buyurulur.
Devam
edecek |