Füsûs-ül Hikem

353. Bölüm

Asliye Tavşanlı
 

 [KELİME-İ MÛSEVİYYE'DE   MÜNDEMİC   "HİKMET-İ

ULVİYYE"   BEYÂNINDA   OLAN   FASTIR]

     Ve    كان    "harf-i vücûdî”dir (bir şeyin varlığını bildiren kelimedir). Onun zamâna delâlet (işaret) etmesi ancak karâin-i ahvâl sebebiyle olur. Şu halde    كان    bir sıfatın mevcûdiyyetine delâlet (işaret) eder. Ve zamâna delâlet (işaret) etmediği vakit harf-i basît gibidir. Harf-i basît diğer bir harf-i basît ile terekküb edip (birleşip) kelime olmadıkça ma'nâya delâlet (işaret) etmediği gibi   كان   kelimesi dahi karâin-i ahvâl olmadıkça "zaman" ma'nâsını ifâde etmez. Nitekim    وَكَانَ اللّهُ عَلِيماً حَكِيماً    (Nisâ, 4/17) denir. "Allah Teâlâ alîmdir ve hakîmdir" demek olur ki, bu cümle: "Allah Teâlâ hazretlerinde ilim ve hikmet sıfatları vardır" ma'nâsına haberdir. Ve kezâ (aynı şekilde)    كان زيد عالمَاً    dediğimiz vakit, Zeyd'in filan zamanda âlim olduğu ma'nâsını murâd etmeyip, Zeyd'de sıfat-ı ilmin (ilim sıfatının) vücûdunu (varlığını) ihbâr etmiş (bildirmiş) oluruz. Velâkin (fakat) evvelden ganî (zengin) olan Zeyd'in sonradan fakîr olduğunu müşâhede ettiğimiz (gördüğümüz) vakit    كان زيد غنيا    der isek, Zeyd'in gınâ-yı sâbıkı (geçmişteki zenginliği) karînesiyle (işaret edilmekle) bu cümlede    كان    kelimesi zamâna delâlet (işaret) etmiş olacağından bu cümlenin tercümesi Zeyd ganî (zengin) idi" sûretinde (şeklinde) olur. Ve    كان    kelimesi hakkındaki tedkîkât (incelemeler) Fass-ı Lokmânî'de" (lokman bölümünde)    ان الله لطيف خبير    cümlesinin îzâhında (açıklamasında) mürûr etmiş (geçmiş) idi.

     Binâenaleyh (bundan dolayı) muhtezır olan (ölmek üzere olan) kimse, hîn-i ihtizârında (can çekiştiği sırada) bi'l-müşâhede (görerek) hakîkatine muttali' (haberli) olduğu ahvâle (hallere) müteyyakkın (kesin tam, bilgisi) bulunduğu halde / kabz olunduğu (ruhu teslim alındığı) için    يقبض على ما كان عليه    demek muvâfık (uygun) olur. Ve bu cümlede "kâne" kelimesinin isti'mâli (kullanılması) münâsib bulunur (yerindedir).  Çünkü muhtezır (can çekişen) hîn-i intikâlinde (ahirete göç ettiği sırada) o hal (oluş) üzere mevcûd oldu.

     İmdi (buna göre)    (  ا  )   (  ك  )  كان   ve   (  ن  )    harflerinden mürekkeb (bileşik) bir kelime-i vücûdiyye (varlık bildiren kelime) olduğu halde, Hz. Şeyh-i Ekber (r.a.)in ona "harf-i vücûdi ta’bir buyurması (demesi) mecâz tarîkıyledir (yoluyladır). Zîrâ (çünkü)    كا ن    zamâna delâlet (işaret) etmediği vakit harf gibidir. Ve karînenin vücûdu (varlığı) ile zamâna delâlet (işaret) ettiği vakit kelimedir. Nitekim bâlâda (yukarıda) îzâh olundu (açıklandı).

     Velhâsıl (sözün kısası) saded-i mevtte (ölüm mevzuunda) muhtezır olan (ölmek üzere olup can çekişen) kâfir ile gafleten (gaflet içinde olduğu halde) maktûl olan (ölen) veyâ mevt-i füc'enin (ani ölüm) ta'rîfinde îzâh olunduğu (anlatıldığı) vech (yönü) ile füc'eten (aniden) ölen kâfir arasında fark vardır. Zîrâ (çünkü) muhtezır olan (ölmek üzere olan) kâfir ahvâl-i âhireti (ahiret hallerini) bi'l-müşâhede (görerek) musaddık olduğu (tasdik ettiği) halde kabz olunur (ruhu alınır). Gafleten (gaflette olduğu halde) maktûl olan (ölen) veyâ füc'eten (aniden) ölen kâfir ise böyle bir müşâhede (görme) ve tasdîk içinde bulunmaksızın münkabızdır (ruhu alınmıştır, ölmüştür). Ve kâfirin îmânındaki vücûh-i muhtelife (çeşitli yönleri) bu fassın (bölümün) yukarısında îzâh olunduğundan (anlatıldığından) burada tekrârından sarf-ı nazar olundu (vazgeçildi).

 

 

 
 
İzmir - 31.12.2008
asliye@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com