[KELİME-İ MÛSEVİYYE'DE MÜNDEMİC "HİKMET-İ
ULVİYYE" BEYÂNINDA OLAN FASTIR]
Ve
كان
"harf-i vücûdî”dir (bir
şeyin varlığını bildiren kelimedir).
Onun zamâna delâlet
(işaret) etmesi
ancak karâin-i ahvâl sebebiyle olur. Şu halde كان
bir sıfatın mevcûdiyyetine delâlet
(işaret) eder. Ve
zamâna delâlet (işaret)
etmediği vakit harf-i basît gibidir. Harf-i
basît diğer bir harf-i basît ile terekküb edip
(birleşip) kelime
olmadıkça ma'nâya delâlet
(işaret) etmediği gibi
كان
kelimesi
dahi karâin-i ahvâl olmadıkça "zaman" ma'nâsını ifâde
etmez. Nitekim
وَكَانَ اللّهُ عَلِيماً حَكِيماً
(Nisâ, 4/17) denir. "Allah Teâlâ alîmdir ve hakîmdir"
demek olur ki, bu cümle: "Allah Teâlâ hazretlerinde ilim
ve hikmet sıfatları vardır" ma'nâsına haberdir. Ve kezâ
(aynı şekilde)
كان زيد عالمَاً
dediğimiz vakit, Zeyd'in filan zamanda âlim olduğu
ma'nâsını murâd etmeyip, Zeyd'de sıfat-ı ilmin
(ilim sıfatının)
vücûdunu (varlığını)
ihbâr etmiş (bildirmiş)
oluruz. Velâkin
(fakat) evvelden ganî
(zengin) olan
Zeyd'in sonradan fakîr olduğunu müşâhede ettiğimiz
(gördüğümüz)
vakit
كان زيد غنيا
der isek, Zeyd'in gınâ-yı sâbıkı
(geçmişteki zenginliği)
karînesiyle (işaret
edilmekle) bu cümlede
كان
kelimesi zamâna delâlet
(işaret) etmiş olacağından bu cümlenin
tercümesi Zeyd ganî (zengin)
idi" sûretinde
(şeklinde) olur. Ve
كان
kelimesi hakkındaki tedkîkât
(incelemeler)
Fass-ı Lokmânî'de"
(lokman bölümünde)
ان الله لطيف خبير
cümlesinin îzâhında
(açıklamasında) mürûr etmiş
(geçmiş) idi.
Binâenaleyh (bundan
dolayı) muhtezır olan
(ölmek üzere olan)
kimse, hîn-i ihtizârında
(can çekiştiği sırada) bi'l-müşâhede
(görerek) hakîkatine
muttali' (haberli)
olduğu ahvâle (hallere)
müteyyakkın
(kesin tam, bilgisi) bulunduğu halde / kabz
olunduğu (ruhu teslim
alındığı) için
يقبض على ما كان عليه
demek muvâfık (uygun)
olur. Ve bu cümlede "kâne" kelimesinin isti'mâli
(kullanılması)
münâsib bulunur (yerindedir).
Çünkü muhtezır
(can çekişen) hîn-i
intikâlinde (ahirete göç
ettiği sırada) o hal
(oluş)
üzere mevcûd oldu.
İmdi (buna göre)
( ا ) ( ك ) كان
ve (
ن
) harflerinden mürekkeb
(bileşik) bir kelime-i vücûdiyye
(varlık bildiren kelime)
olduğu halde, Hz. Şeyh-i Ekber (r.a.)in ona "harf-i
vücûdi ta’bir buyurması
(demesi) mecâz tarîkıyledir
(yoluyladır).
Zîrâ (çünkü)
كا ن
zamâna delâlet (işaret)
etmediği vakit harf gibidir. Ve karînenin
vücûdu (varlığı)
ile zamâna delâlet (işaret)
ettiği vakit kelimedir. Nitekim bâlâda
(yukarıda) îzâh
olundu (açıklandı).
Velhâsıl (sözün kısası)
saded-i mevtte
(ölüm mevzuunda) muhtezır olan
(ölmek üzere olup can çekişen)
kâfir ile gafleten
(gaflet içinde olduğu halde)
maktûl olan
(ölen) veyâ mevt-i füc'enin
(ani ölüm)
ta'rîfinde îzâh olunduğu
(anlatıldığı) vech
(yönü) ile füc'eten
(aniden) ölen
kâfir arasında fark vardır. Zîrâ
(çünkü) muhtezır
olan (ölmek üzere olan)
kâfir ahvâl-i âhireti
(ahiret hallerini)
bi'l-müşâhede (görerek)
musaddık olduğu
(tasdik ettiği) halde kabz olunur
(ruhu alınır).
Gafleten
(gaflette olduğu halde) maktûl olan
(ölen) veyâ füc'eten
(aniden) ölen
kâfir ise böyle bir müşâhede
(görme) ve tasdîk
içinde bulunmaksızın münkabızdır
(ruhu alınmıştır, ölmüştür).
Ve kâfirin îmânındaki vücûh-i muhtelife
(çeşitli yönleri) bu
fassın (bölümün)
yukarısında îzâh olunduğundan
(anlatıldığından)
burada tekrârından sarf-ı nazar olundu
(vazgeçildi). |