[KELİME-İ MÛSEVİYYE'DE MÜNDEMİC "HİKMET-İ
ULVİYYE" BEYÂNINDA OLAN FASTIR]
Tecellî-i mezkûrun
(bahsedilen tecellinin) umûr-i dünyeviyyeye
(dünya işleriyle)
tatbîkinin
(karşılaştırmanın) misâli
(örneği) budur ki:
Bir sabînin (çocuğun)
hâceti (ihtiyaç duyduğu
şey) oyundur. Çocuk tahsîl-i ilme
(ilim öğrenmeye) ve
terbiyeye da'vet olunacağı vakit, o ilim ve terbiyenin,
çocuğun hâceti (ihtiyacı)
olan tarık-ı mel'abede
(oyun yoluyla)
ızhârı (gösterilmesi)
lâzımdır. Tâ ki sabî
(çocuk) hâceti
(ihtiyacı) olan melâibe
(oyuncaklara)
teveccüh edince (yönelince),
orada ilim ve terbiyeye mülâkî olup
(kavuşup) behredâr
olsun (nasibini alsın).
Aksi halde ta'lîm
(öğrenmek) ve
terbiyeden i'râz eder (yüz
çevirir, kaçınır).
Zîrâ (çünkü)
çocuğun hâceti
(ihtiyacı) değildir. Ve kezâ
(aynı şekilde) bu
hikmete mebnî (dayalı)
Hz. Mevlâna (r.a.) Mesnevî-i Şerîf’lerinde
beyân buyurduklan
(anlattıkları) hakâyık
(hakikâtleri) ve
maârifi (bilgileri)
hikâyât-ı latîfe ve acîbe
(garip ve hassas hikâyeleri)
zımnına
(dolayısıyla (üstü kapalı olarak anlatmak için) )
idhâl eylemişler
(dahil etmişlerdir) ve çocuklara benzeyen ehl-i
gafleti, (gafletteki
kişileri) hezliyyât
(şaka ve mizahla ilgili sözler,
şiir gibi şeyler) ile cânib-i ciddiyyâta
(ciddi, gerçek tarafa)
celb etmişlerdir
(çekmişlerdir).
Nitekim,
هزل من هزل نيست تعليمست
بيت من بيت نيست اقليمست
Tercûme: "Benim beytim
(şiirim) beyit
(şiir) değildir, iklîmdir. Hezlim
(latifem) hezl
şaka) değildir,
ta'lîmdir (öğretmektir)."/
Zîrâ (çünkü)
ehl-i gaftetin (gaflet
içinde olan kişilerin) hâceti
(ihtiyacı) terfîh-ı
nefis (nefsin rahatı,
hoşnutluğu) için hikâyât-ı müdhika
(gülünç hikayeleri)
istimâ'ıdır (dinlemektir).
Bu gibi kimselere hakâyık-ı ciddiyyeyi
(önemli, ciddi hakikâtleri)
istimâ'dan
(işitmekten) kelâl
(bıkkınlık) ve melâl
(sıkıntı, usanç)
gelir.
Şiir: Mûsâ'nın ateşi gibi ki, onu kendi hâcetinin
aynı gördü. Halbuki o İlâh idi, velâkin onu bilmedi
(35).
Bu beyt-i şerîf
فمن قربه انه تجلى له في مطلوبه وهو لا يعلم
ibâresinin (cümlesinin)
mâba'di (sonu)
olarak irâd buyurulmuştur.
(söylenmiştir) Bu
ibâre (cümle) ile
berâber beytin (manzumenin)
ma'nâsı böyle olur: "Hz. Mûsâ'nın ilmi lâhık
değil (kendisine ulaşmamış,
katılmamış) iken Hak Teâlâ'nın ona matlûbunda
(istediği, aradığı şeyde)
tecellî etmesi
(görünmesi),
onun Hakk'a kurbundandır
(yakınlığındandır).
Cenâb-ı Mûsâ'nın
ateşi gibi ki, Mûsâ (a.s.) o ateşi hâcetinin
(ihtiyacının) aynı
gördü. Halbuki nâr (ateş)
sûretinde
(şeklinde) mütecellî olan
(görünen) İlâh idi.
Velâkin (fakat)
cenâb-ı Mûsâ o ateşten
إِنِّي أَنَا اللَّهُ
(Kasas, 28/30) hitâbı
(seslenişi) gelmezden evvel, onun İlâh
olduğunu bilmez idi:" Ve beyt-i şerîfin
(manzumenin) bâlâya
(yukarıdakine)
rabtı (bağlantısı)
i'tibâr olunmadığı
(ehemmiyet verilmediği) takdirde, ki
Abdülganî Nâblûsî ve Dâvûd-ı Kayserî (k.A.sırrahümâ) bu
sûrette (şekilde)
ahz buyurmuşlardır
(almışlardır, kabul etmişlerdir);
o halde ma'nâ bu vech ile
(şekilde) olur: Hak
Teâlâ hazretleri sâlik-i râh-ı Hudâ'ya
(Hakk yolunda olan müridin)
kendi tarîkınde
(yolunda) azim
(niyetini) ve himmetini
(gayretini) cem'
(toplama) zamânında
sarf ettiği sûretle tecellî buyurur
(görünür).
Mûsâ (a.s.)’ın ateşi gibi ki, Mûsâ (a.s.) o
ateşi, hâcetinin
(ihtiyacının) ayni gördü. Halbuki nâr
(ateş) sûretinde
(şeklinde) mütecellî
olan (görünen)
İlâh idi ilh..."
Abdürrezzâk Kâşânî (k.A.s.) bu beyt-i şerîfin
(mübarek şiirin)
şerhinde (açıklamasında)
buyururlar ki: Mûsâ (a.s.) mustafâ
(seçilmiş) ve mahbûb
(sevgili) idi.
Allah Teâlâ onu Şuayb (a.s.)ın sohbetine sevk etmek
(göndermek)
sûretiyle kendisine cezb etti,
(çekti) tâ ki ona
Hakk'ı ta'rîf edip (tanıtıp)
sevdire. Binâenaleyh
(bundan dolayı) Mûsâ
(a.s.) üzerine müşâhede
(görme) talebi
(arzusu) gâlib
(baskın) oldu. Ve âlem-i taayyünde
(açığa çıkmış suret âleminde)
Hakk'ı müşâhede
(görmek) ise, sûretsiz mümkün olmaz.
Devam Edecek |