[KELİME-İ MÛSEVİYYE'DE MÜNDEMİC "HİKMET-İ
ULVİYYE" BEYÂNINDA OLAN FASTIR]
Zîrâ (çünkü)
Fass-ı Muhammedî’de
(Muhammed bölümünde)
görüleceği vech ile
(şekliyle) Hakk'ı maddeden mücerred
(soyunmuş, soyutlanmış)
olarak müşâhede etmek
(görmek) / ebeden
(hiçbir zaman, asla)
mümkün değildir. Ve Alem-i şehâdetteki
(içinde bulunduğumuz alemdeki)
sûretlerin eşrefi
(en şereflisi) ise
ateştir. Çünkü ateşte evvelen
(ilk olarak) "nûr"
vardır ki, onun nûruylâ muhîtindeki
(etrafındaki) eşyâ
meşhûd olur (görünür).
Sâniyen
(ikinci olarak)
“kahr” vardır ki, mûstevlî olduğu
(yayıldığı, istila ettiği)
eşyânın
(şeylerin) suverini
(suretlerini) mahv
(harap eder) ve
ifnâ (tüketir, yok)
eder. Sâlisen (üçüncü
olarak) "muhabbet" vardır. Zîrâ
(çünkü) onun nûru li-zâtihî
(zatının gereği)
mahbûbdur (sevilmiştir).
Binâenaleyh
(bundan dolayı) onun bu sıfatları ile Hakk'ın
sıfât-ı nûriyye (nuri
sfatları) ve kahriye
(kahredici sıfatları)
ve hubbiyyesi (sevgisi)
arasında münâsebet
(ilişki) mevcûddur.
Çünkü suver-i âlem (evren
suretleri) Hakk'ın nûriyle münkeşif
(meydana çıktı, görünür)
oldu. Nitekim hadîs-i şerîfte buyrulur:
ان الله خلق الخلق في ظلمة ثم رش عليهم من نوره
Ve Hak Teâlâ hazretleri bir şeye zâtiyle tecellî
buyurdukda (göründüğünde),
o şeyin sûretini mahv
(harap eder) ve ifnâ
buyurur (tüketir, yok eder).
Ve nûriyyet-i ilâhiyye
(ilahi nur) eser-i
muhabbettir (sevginin
eseridir).
Çünkü nûr li-zâtihî
(zatının gereği) sevilir.
Şu halde tecellî buyuracağı
(belireceği, görüneceği)
vakit kendi sıfâtıyle (sıfatlarıyle)
münâsebet-dâr
(ilişkili, münasebetli) olan ateş ihtiyâcının
cenâb-ı Mûsâ'da (Musa a.s’
da) tevlîdi,
(doğuşu) Hak Teâlâ hazretlerinin Mûsâ (a.s.)a
kemâl-i inâyetidir. (tam
lutfudur) Zîrâ
(çünkü) bu ihtiyâç bir yular gibi Hz. Mûsâ'yı
cânib-i tecellîye (tecelli
tarafına) çekti. Ve o da himmetini
(gayretini) toplayıp
külliyyen (tamamen)
muhtâç olduğu nâra
(ateşe) teveccüh etti
(yöneldi).
Ve kendisi, hâcetinin
(ihtiyacı olduğu şeyin)
libâsına (giysisine)
bürünmüş olan Hakk'ın hitâbına
(seslenişine) ehil
(sahip)
olmakla,
إِنِّي أَنَا اللَّهُ
(Kasas, 28/30) nidâsını
(seslenişini) işitti.
İmdi (buna göre)
Hak Teâlâ hazretleri her ferde
(kişiye) böylece bir
ihtiyâç tevlîd edip
(doğurup) onu hâceti
(ihtiyacı) tarafına
cezb eder (çeker).
Ehl-i gaflet
(gaflet içinde olanlar) ednâs-ı tabîiyye
(tabiat kirlilikleri)
ile mütedennis
(kirlenmiş) olduklari için "İnnî en'Allâh"
(ben Allah’ım)
hitâbının (sözünün)
muhâtabı olmağa ehil
(kabiliyetli) değildirler. Maahâzâ
(bununla beraber)
Hakk'ın gayri (Hakk’tan
başka) hiçbir mevcûd olmadığı ve eşyânın
(şeylerin (açığa çıkmış
suretlerin) kâffesi
(bütün hepsi)
Hakk'ın mezâhiri (görüntü
yeri) olup, Hak onların sûretinde zâhir
olduğu (göründüğü)
cihetle (bakımından),
kâffe-i eşyâ
(bütün şeyler) zebân-ı hâl
(hal dili) ile "En'allâh"
(ben Allah’ım)
deyip durmaktadır. Bu tevhîd,
(bir kılma, birleme)
tevhîd-i ilmî (tevhid
ilmi) olduğu halde ehl-i gaflet
(gaflet içinde olanlar)
bu tevhîd-i ilmîden (tevhid
ilminden) dahi bî-haberdir
(habersizdirler).
Velâkin (fakat)
sâlik-i tarîk-ı Hudâ (Hak
yolunun yolcusu) olan kimse, mürşidinin
emrine tebean (tabi olarak,
uyarak) çalışıp, kalbini gubâr-ı mâsivâdan
(masiva tozlarından (Allah’tan
başka her şeyden)) ve ednâs-ı tabîiyyeden
(tabiat kirliliklerinden)
pâk edince
(temizleyince) bir makâma vâsıl olur
(ulaşır) ki, orada
bu mecâzî olan (gerçek
olmayan) varlığı fânî
(yok) olur. Cemâl-i
ilâhinin (Hakk’ın yüzünün)
perdesi olup müşâhedeye
(görmeye) mâni' olan
bu taayyün-i vehmî (vehmi
sureti) ve
hayâl-i enâniyyet (hayali
benliği) mürtefî' / olunca
(kalkınca),
hem kendisini ve hem de cemî'-i zerrâtı
(bütün zerreleri)
Hakk'ın lisâniyle (diliyle)
"Ene'l-Hak-gûyâ"
(ben Allah’ım diyeni) görür.Nitekim,
Gülşen-i Râz'da Mahmûd Şebüsterî hazretleri buyurur:
نداي واحد القهار بنيوش
برآور پنبهء پندارت ازكوش
چرا گشئ موقوف قيامت
ندا مي آيد از حق بردوامت
درختي كويدت اني انا الله
در آور وادئ ايمن كه ناكاه
چرا نبود روا از نيك بختي
روا باشد انا الله از درختي
Tercüme: "Vehm (vehim)
ve enâniyyet
(benlik) pamuğunu kulaktan çıkar ve Vâhidü'l-Kahhâr'ın
(tek kahharın)
nidâsını (sesini)
işit! Hak'tan sana dâimâ nidâ
(ses) gelir. Niçin
sen kıyâmete muntazır olup
(bekler) durursun? Vâdî-i Eymen'e
Eymen vadisine) gel
ki, hiç beklemediğin halde sana bir ağaç "İnni en'Allâh"
(ben Allah’ım)
desin. Bir ağaçtan 'En'Allâh"
(ben Allah’ım)
hitâbının (sesinin)
sudûru (çıkması)
câiz (olabilir)
olursa, bir nîk-bahttan
(bahtlıdan) niçin
câiz (olabilir)
olmasın?"
Devam Edecek |