Füsûs-ül Hikem

356. Bölüm

Asliye Tavşanlı
 

 [KELİME-İ MÛSEVİYYE'DE   MÜNDEMİC   "HİKMET-İ

ULVİYYE"   BEYÂNINDA   OLAN   FASTIR]

     Zîrâ (çünkü) Fass-ı Muhammedî’de (Muhammed bölümünde) görüleceği vech ile (şekliyle) Hakk'ı maddeden mücerred (soyunmuş, soyutlanmış) olarak müşâhede etmek (görmek) / ebeden (hiçbir zaman, asla) mümkün değildir. Ve Alem-i şehâdetteki (içinde bulunduğumuz alemdeki) sûretlerin eşrefi (en şereflisi) ise ateştir. Çünkü ateşte evvelen (ilk olarak) "nûr" vardır ki, onun nûruylâ muhîtindeki (etrafındaki) eşyâ meşhûd olur (görünür).  Sâniyen (ikinci olarak) “kahr” vardır ki, mûstevlî olduğu (yayıldığı, istila ettiği) eşyânın (şeylerin) suverini (suretlerini) mahv (harap eder) ve ifnâ (tüketir, yok) eder. Sâlisen (üçüncü olarak) "muhabbet" vardır. Zîrâ (çünkü) onun nûru li-zâtihî (zatının gereği) mahbûbdur (sevilmiştir). Binâenaleyh (bundan dolayı) onun bu sıfatları ile Hakk'ın sıfât-ı nûriyye (nuri sfatları) ve kahriye (kahredici sıfatları) ve hubbiyyesi (sevgisi) arasında münâsebet (ilişki) mevcûddur. Çünkü suver-i âlem (evren suretleri) Hakk'ın nûriyle münkeşif (meydana çıktı, görünür) oldu. Nitekim hadîs-i şerîfte buyrulur:    ان  الله خلق الخلق في ظلمة ثم رش عليهم من نوره    Ve Hak Teâlâ hazretleri bir şeye zâtiyle tecellî buyurdukda (göründüğünde), o şeyin sûretini mahv (harap eder) ve ifnâ buyurur (tüketir, yok eder). Ve nûriyyet-i ilâhiyye (ilahi nur) eser-i muhabbettir (sevginin eseridir). Çünkü nûr li-zâtihî (zatının gereği) sevilir.

     Şu halde tecellî buyuracağı (belireceği, görüneceği) vakit kendi sıfâtıyle (sıfatlarıyle) münâsebet-dâr (ilişkili, münasebetli) olan ateş ihtiyâcının cenâb-ı Mûsâ'da (Musa a.s’ da) tevlîdi, (doğuşu) Hak Teâlâ hazretlerinin Mûsâ (a.s.)a kemâl-i inâyetidir. (tam lutfudur) Zîrâ (çünkü) bu ihtiyâç bir yular gibi Hz. Mûsâ'yı cânib-i tecellîye (tecelli tarafına) çekti. Ve o da himmetini (gayretini) toplayıp külliyyen (tamamen) muhtâç olduğu nâra (ateşe) teveccüh etti (yöneldi). Ve kendisi, hâcetinin (ihtiyacı olduğu şeyin) libâsına (giysisine) bürünmüş olan Hakk'ın hitâbına (seslenişine) ehil (sahip) olmakla,    إِنِّي أَنَا اللَّهُ    (Kasas, 28/30) nidâsını (seslenişini) işitti.

     İmdi (buna göre) Hak Teâlâ hazretleri her ferde (kişiye) böylece bir ihtiyâç tevlîd edip (doğurup) onu hâceti (ihtiyacı) tarafına cezb eder (çeker). Ehl-i gaflet (gaflet içinde olanlar) ednâs-ı tabîiyye (tabiat kirlilikleri) ile mütedennis (kirlenmiş) olduklari için "İnnî en'Allâh" (ben Allah’ım) hitâbının (sözünün) muhâtabı olmağa ehil (kabiliyetli) değildirler. Maahâzâ (bununla beraber) Hakk'ın gayri (Hakk’tan başka) hiçbir mevcûd olmadığı ve eşyânın (şeylerin (açığa çıkmış suretlerin) kâffesi (bütün hepsi) Hakk'ın mezâhiri (görüntü yeri) olup, Hak onların sûretinde zâhir olduğu (göründüğü) cihetle (bakımından), kâffe-i eşyâ (bütün şeyler) zebân-ı hâl (hal dili) ile "En'allâh" (ben Allah’ım) deyip durmaktadır. Bu tevhîd, (bir kılma, birleme) tevhîd-i ilmî (tevhid ilmi) olduğu halde ehl-i gaflet (gaflet içinde olanlar) bu tevhîd-i ilmîden (tevhid ilminden) dahi bî-haberdir (habersizdirler). Velâkin (fakat) sâlik-i tarîk-ı Hudâ (Hak yolunun yolcusu) olan kimse, mürşidinin emrine tebean (tabi olarak, uyarak) çalışıp, kalbini gubâr-ı mâsivâdan (masiva tozlarından (Allah’tan başka her şeyden)) ve ednâs-ı tabîiyyeden (tabiat kirliliklerinden) pâk edince (temizleyince) bir makâma vâsıl olur (ulaşır) ki, orada bu mecâzî olan (gerçek olmayan) varlığı fânî (yok) olur. Cemâl-i ilâhinin (Hakk’ın yüzünün) perdesi olup müşâhedeye (görmeye) mâni' olan bu taayyün-i vehmî (vehmi sureti) ve hayâl-i enâniyyet (hayali benliği) mürtefî' / olunca (kalkınca), hem kendisini ve hem de cemî'-i zerrâtı (bütün zerreleri) Hakk'ın lisâniyle (diliyle) "Ene'l-Hak-gûyâ" (ben Allah’ım diyeni) görür.Nitekim, Gülşen-i Râz'da Mahmûd Şebüsterî hazretleri buyurur:

 

نداي واحد القهار بنيوش    برآور پنبهء پندارت ازكوش

چرا گشئ موقوف قيامت     ندا مي آيد از حق بردوامت

درختي كويدت  اني انا الله     در آور وادئ ايمن كه ناكاه

چرا نبود روا از نيك بختي      روا باشد انا الله از درختي               

 

     Tercüme: "Vehm (vehim) ve enâniyyet (benlik) pamuğunu kulaktan çıkar ve Vâhidü'l-Kahhâr'ın (tek kahharın) nidâsını (sesini) işit! Hak'tan sana dâimâ nidâ (ses) gelir. Niçin sen kıyâmete muntazır olup (bekler) durursun? Vâdî-i Eymen'e Eymen vadisine) gel ki, hiç beklemediğin halde sana bir ağaç "İnni en'Allâh" (ben Allah’ım) desin. Bir ağaçtan 'En'Allâh" (ben Allah’ım) hitâbının (sesinin) sudûru (çıkması) câiz (olabilir) olursa, bir nîk-bahttan (bahtlıdan) niçin câiz (olabilir) olmasın?"

Devam Edecek

 

 

 
 
İzmir - 21.01.2009
asliye@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com