[KELİME-İ MÛSEVİYYE'DE MÜNDEMİC "HİKMET-İ
ULVİYYE" BEYÂNINDA OLAN FASTIR]
Ma'lûm (bilinmiş)
olsun ki, tecellî-i Hak
(Hakk’ın tecellisi)
ya sıfâtî (sıfatları ile
alakalı) veyâ zâtî
(zatı ile alakalı)
olur. Tecellî-i sıfâtî"de
(sıfatları ile ilgili tecellisinde) mütecellâ-lehin
(kendisine tecelli olunanın)
vücûdu (varlığı)
vardır ki, fânî
(yok) olmadığından burada ikilik bâkidir
(kalıcıdır).
Binâenaleyh
(bundan dolayı),
kelâm (söyleyiş)
ve idrâk (anlayış)
bu mertebede mevcûd olduğundan mütecellâ-leh
olan (kendisine tecelli
olunan) kimseye hitâb-ı ilâhî
(Hakk’ın hitabı)
vârid olur. (gelir)
İşte Hz. Mûsa (a.s.)’a nâr
(ateş) sûretinde
vâkı' (olmuş)
olan tecellî bu kısımdandır. Buna "tecellî-i sûrî"
(suri tecelli) dahi
denir. İşte Mûsâ (a.s.)’dan
رَبِّ أَرِنِي أَنظُرْ إِلَيْكَ
(A'râf, 7/143) recâsı
(isteği) bu mertebede sâdır oldu
(çıktı).
Ve Mûsâ (a.s.) bu münâcâtiyle
(yalvarmasıyla, duasıyla)
Hakk'ı hicâbât-ı taayyünden
(taayyün örtüsünden)
ârî (soyunmuş, çıplak)
olarak görmek arzûsunda bulundu. Halbuki
rü’yet, (görmek)
râî (gören) ile
mer’î (görülen)
arasında vâkı' olan (oluşan)
bir nisbetten
(bağıntıdan) ibârettir. Binâenaleyh
(bundan dolayı)
mertebe-i isneyniyyette
(ikilik mertebesinde) vâkı' olur
(gerçekleşir).
Mûsâ (a.s.)’ın bu kavli
(sözleri),
hâşâ (asla)
cehlinden
(cahilliğinden) nâşî
(dolayı) değil idi.
Belki tecellî-i sûrînin (suri
tecellinin) evkınde
(üstünde) olan "tecellî-i
zâtî"yi (zati tecelliyi)
ve terakkîyi
(yükselmeyi) taleb
(arzulamak) idi.
Nitekim, Hak Teâlâ hazretleri mertebe-i isneyniyyette
(ikilik mertebesinde)
rü'yet (görmenin)
mümkin olmadığını beyânen
(bildirerek) / لَن
تَرَانِي
(â'râf, 7/143) buyurdu. İmdi
(şu halde) Hâk Teâlâ
"Ben görülmem" demeyip "Sen beni göremezsin" dedi. Ve
adem-i rü’yeti (görememeyi)
cenâb-ı Mûsâ'ya tahsîs etti
(ait mahsus kıldı).
Zîrâ (çünkü)
bu hitâb
(sesleniş) esnâsında cenâb-ı Mûsâ tekellüm
(konuşma) hâlinde
idi. Ve kelâm (söz)
ise bakıyye-i vücûd
(varlık kalıntısı) mevcûd oldukça, ya'nî
isneyniyyet (ikilik)
bulundukça olur. Binâenaleyh
(bundan dolayı) "Len
terânî" (göremezsin)
buyurulması "Sende bakıyye-i vücûd
(varlığının kalıntısı)
oldukça beni göremezsin" ma'nâsını müfîd olur
(ifade eder).
Ondan sonra Hak Teâlâ hazretleri وَلَـكِنِ
انظُرْ إِلَى الْجَبَلِ فَإِنِ اسْتَقَرَّ مَكَانَهُ
فَسَوْفَ تَرَانِ
(A'râf, 7/143) ya'nî "Sen beni göremezsin. Velâkin
(ama) dağa bak, eğer
hîn-i tecellîde (tecelli
sırasında) yerinde sâbit ve müstekar
(istikrar bulmuş, sabit)
olur ise karîben
(yakında) beni görürsün" buyurdu ki, hîn-i
tecellîde (tecelli
sırasında) dağın taayyünü
(sureti) müstekarr
(istikrar bulmuş, sabit)
olur ve bu tecellî ile mahv
(yok) ve müstehlek
(bitmiş, tükenmiş)
olmazsa, senin dahi taayyünün
(varlık suretin)
mevcûd iken, bu bakıyye-i vücûd
(varlık kalıntısı)
ile beni görürsün, ma'nâsındadır. Ondan sonra Hak Teâlâ
hazretleri dağa tecellî buyurdukda dağı pâre pâre
(parça parça) etti.
Mûsâ (a.s.) dahi bî-hûş
(baygın) olarak düştü. İşte bu "tecellî-i
zâtî" (zati tecelli)
idi. Zîrâ (çünkü)
tecellî-i zâtide (zati
tecellide),
katrenin
(damlanın) deryâya
(denize) karışması
gibi, mütecellâ-leh olan
(kendisine tecelli olunan) kimsenin katre-i
taayyünü (taayyün damlası)
deryâ-yı zâtta
(zat denizinde) mahv
(yok olup) ve
müstehlek olup (tükenip)
râî (gören)
ve mer’î
(görünen) ve rü'yet
(görme) nisbetleri
(hususları) şey-i
vâhid (tek şey)
olur. Şu halde Cenâb-ı vâhibü'l-atâyâ hazretleri
(Allah),
Hz. Mûsâ'nın talebini
(isteğini) is'âfen
(yerine getirerek)
"tecellî-i zâtî" (zati
tecelli) ile tecellî buyurdu. Ve Mûsâ (a.s.)
bu tecellîden dahi nasîbini aldı. Mûsâ (a.s.), mahvden
(yok olma durumundan)
sahva (ayılıp, kendine)
gelip ve fenâdan
(yok olmaktan) rücû' ile
(geri dönerek)
ifâkat buldukda
(ayıldığında):
"Bakıyye-i vücûd
(varlık kalıntısı) ile görünmekten münezzeh
(temiz, arı, beri)
ve müberrâ (aklanmış,
temizlenmiş) olduğuna îmân edenlerin
evveliyim (ilkiyim).
Ve hâl-i
isneyniyyet (ikilik hali)
bâkî (kalıcı)
iken rû'yet
(görmek) talebinden
(arzusundan) rûcû'
ettim (geri döndüm
(vazgeçtim) ) . Zât-ı
bahtını (halis, saf zatını)
tenzîh (her türlü
eksik ve noksandan beri tutar) ve takdîs
ederim" (mukaddes, kutsal
tutarım, şükrederim) (Bkz. A'râf, 7/143)
dedi.
Cenâb-ı Mûsâ'nın taleb-i rü'yeti
(görmeyi istemesi)
cevâz-ı rü'yete (görülebilir
olduğuna) burhandır
(delildir).
Zîrâ (çünkü)
rû'yet (görmek)
muhâl (imkânsız)
olsaydı Mûsâ (a.s.) taleb etmezdi
(istemezdi);
çünkü ma'rifetullahda cehil
(bilgisizlik) lâzım
geldiği için enbiyânın
(nebilerin) muhâli
(imkânsızı) taleb
etmesi (istemesi)
câiz (yerinde, doğru)
değildir. Şu kadar var ki, "tecellî-i zâti"de
(zati tecelli de)
vâkı' olan (gerçekleşen)
rü'yet (görmek)
bizim basar-ı hissî
(beden gözü) ile
eşyâyı (varlıkları)
müşâhedemiz (görmemiz)
gibi değildir. Zîrâ
(çünkü) bu tecellî
vaktinde ne mütecellâ-lehin
(kendisine tecelli olunanın) sûret-i
müteayyinesi (meydana çıkmış
varlığının sureti) ve ne de muhîtinde ki
(etrafındaki)
eşyânın (varlıkların)
sûretleri / kalır. Rü'yet
(görmek) ancak zâtın
zâtını rü'yetinden
(görmesinden) ibâret olur. Bu bir haldir ki,
bilinmesi zevke mütevakkıftır
(bağlıdır).
Elfâz (kelimeler)
ve ibârât
(cümleler) ile tefhîm
(anlatmak) bu kadar
mümkin olur.
الحمد لله اللطيف ا لخبير
الْحَمْدُ للّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ
(Fâtiha. 1 /2) ve
اللَّهُ لَطِيفٌ بِعِبَادِهِ يَرْزُقُ مَن يَشَاءُ
(Şûrâ, 42/19)
İtmâm-ı istinsâh: 7 Cümâdel-Ahire 1348 ve 11 Teşrîn-i
Sânî 929.
Bu şerhin aslı, 1926 senesi kânû-ı sânîsinin 22’ nci
cuma gecesi Cerrahpaşa’daki hânenin yandığı sırada
yandığı cihetle, ikinci defa olarak şerhine mecbûriyet
hasıl olmuş idi. Sonra haber aldım ki ihvandan birisi
tarafından bu fass istinsâh edilmiş imiş. Fakir de
tekrâr ondan istinsâh ettim. [A. Avni Konuk]
Devam Edecek |