Füsûs-ül Hikem

359. Bölüm

Asliye Tavşanlı
 

KELİME-İ MÛSEVİYYE’DE MÜNDEMİC OLAN "HİKMETTİR

[2.Şerh]

 

      Bu mezhebe (görüşe) kâil olmayanlar (inanmayanlar), ale'l-umûm (umumiyetle) ervâh-ı külliyye (tümel ruhların) ve cüz'iyyenin (cüz ruhların) ecsâddan (cesetlerden) mukaddem (önce) tekevvününü (oluştuğunu) söylerler. Şıkk-ı evvele (ilk şıkka) göre ervâh-ı külliyye (küll ruhlar),  âlem-i ervâhdaki (ruhlar alemindeki)    أَلَسْتَ بِرَبِّكُمْ....(A'râf, 7/172) hitâbını (seslenişini) ve ecsâda (cesetlere) taalluktan (ilişkiden) mukaddemki (önceki) ahvâli (halleri) müdriktirler (bilirler, idrak etmişlerdir). Nitekim, Bâyezid Bistâmî Hazretlerine: "Elestü bi-Rabbiküm (ben sizin rabbiniz değil miyim) hitâbı (seslenişi) yâdında (hatırında) mıdır?" denildikde, "Üzerinden hiç gün geçmedi" buyurmuştur. Zîrâ (çünkü) ervâh-ı külliyye-i müdrike (küll ruhların idrakleri) üzerinden zamân geçmez; zamâna tâbi' (bağlı) olan ancak ecsâddır (cesetlerdir). Ervâh-ı cüz'iyye (cüz ruhlar) ise ecsâda (cesetlere) taalluktan (ilişkiden) mukaddemki (önceki) ahvâli (halleri) müdrik (bilmezler, idrak eden) değildirler. Hadîs-i şerîfte    ان الله تعالى خلق الارواح قبل الا جساد    ya'nî "Muhakkak Allah Teâlâ ervâhı (ruhları) ecsâddan (cesetlerden) mukaddem (önce) halk eyledi" (yarattı) buyrulmasından murâd, mebâdî-i silsile-i vûcûd (varlık zincirinin ilkleri) olan ervâh-ı melekiyye (meleki ruhlar) ve ervâh-ı külliyyedir (tümel ruhlardır).

     İmdi (buna göre) ervâh-ı külliyye (küll ruhlar) küllü'l-kül (külün külü) olan rûh-i Muhammedîden (Muhammedi ruhtan) cevher-i nûrânî (nurlu cevher) olarak âlem-i ervâhda (ruhlar aleminde) zâhir olmuşlar (açığa çıkmışlar) ve onlardan her birinin âlem-i şehâdette (içinde bulunduğumuz alemde) zuhûrlariyle (görünmeleriyle) da'vetleri vaktinde fiilen (fiil olarak) zâhir olan (açığa çıkan) nüfûs-i cüz'iyye (cüz nefisler) âlem-i ervâhda (ruhlar aleminde) bilkuvve (kuvve olarak) onların taht-ı hîtalarında (kuşatması altında) bulunmuşlardır. Ve bu rûh-i küllî (küll ruh) o ervâh-ı cüz'iyyenin (cüz ruhların) imâmı (başı, önderi) olur. Mevcûd olan bir çekirdek içindeki ağaçlar ve onların meyvaları ve çekirdekleri gibi. İmdi (şu halde) umûm-i âdemiyânda (her ademoğlunda) olan nüfûs-i cüz'iyye-i insânî (insani cüz nefisler), mizâclarının (tabiatlarının) husûlünden (oluşmasından) sonra olup evvelen (ilk önce) mertebe-i hayvâniyyette (hayvanlık mertebesinde) zâhir olurlar (görünürler). Eğer onların meyli (eğilimi) tabiat tarafına olursa, bedende müstevlî (hükmünü yürüten) ve mutasarrıf olan (tasarruf eden) ancak tabîat olup dâimâ istîfâ-yı lezzât ve şehevât-i hissî (lezzet ve şehvet hislerini tatmin etmek) ile emreder ve ahlâk-ı zemîme (beğenilmeyen, ahlak) ma'deni (madeni) ve ef’âl-i seyyie (kötü fiiller) menba'ı (kaynağı) / ve evsâf-ı kabîha (çirkin sıfatların) menşei (kökü) olduğu için ona "nefs-i emmâre" (emreden nefis) derler. Ve eğer terbiye olunursa "levvâme" (levm eden, kendine kızan, paylayan nefis), "mülhime" (ilham alan nefis),  "mutmainne" (gönlü kanmış, mutmain olmuş nefs), "râzıye" (razı olmuş nefs) ve "merzıyye" (razı, hoşnut olmuş nefs) mertebelerini kat' edip (geçip) kendi küllü (bütünü) ve kemâlî (tamlığı ve olgunluğu) cânibine (tarafına) terakkî eyler (ilerler). Velâkin (fakat) nüfûs-i cüz'iyyeden (cüz nefislerden) her birinin hayâtı bidâyet-i zuhûrda (ilk meydana çıkışında) fitrat-ı asliyye (asıl fıtratı, yaradılışı) üzerine olan hayattır ki, henüz ağrâz-ı nefsâniyye (nefsi istekler) ve sıfât-ı beşeriyye (beşer sıfatlar) ile kirlenmemiştir. Ve bu fitrat, fıtrat-ı islâmiyyedir (İslam fıtratıdır). Nitekim (S.a.v.) Efendimiz    ما من  مولود الا وقد  يولد على فطرة الاسلام ثم ابواه يهودانه اوينصرانه اويمجسا نه    ya'nî "Her bir mevlûd (yeni doğan), ancak fitrat-ı islâmiyye (İslam fıtratı) üzere doğar. Ba'dehû (daha sonra) onu anası babası, Yahûdî ve Nasrânî (Hıristiyan) ve Mecûsî (ateşe tapan) yaparlar" buyurur. "İslâm" inkıyâd (boyun eğme) ve teslimiyet ma'nâsına olduğu cihetle (sebeple) mazmûn-ı hadis-i şerîfteki (hadisi şerifin manasındaki) hakîkat her an gözlerimizin önünde mütecellîdir (belirmektedir). Zîrâ (çünkü) yeni doğan bir çocuğun kemâl-i saffet (tam bir saflık) üzere yaşadığını ve ba'dehû (daha sonra) muhîtinin (çevresinin) te'sîrâtına (etkilerine) tâbi' olarak (uyarak) salâh (iyilik) veyâ fesâdı (fenalığı) öğrendiğini müşâhede etmekteyiz (görmekteyiz).  

     İmdi (şu halde) her bir nefs-i küllînin (tümel nefsin) taht-ı hîtasında (kuşatması, altında) olan nüfûs-i cüz'iyyenin (cüz nefislerin) hey'et-i mecmûası (bütün hepsi), o nefs-i küllînin (tümel nefsin) hâdimleri (hizmetçileri) ve etbâ'ı (uşakları) ve kuvâ (meleki güçleri) ve cevârihı (el, ayak gibi organları) mesâbesinde (derecesinde) olup    الارواح جنود مجندة فما تعارف منها إئتلف وما تناكر عنها إختلف    ya'nî "Ervâh (ruhlar) cünûd-i mücennededir (sıralanmış, dizilmiş askerlerdir). Onlardan taârüfü olanlar (birbirlerini bilenler, tanışanlar) i'tilâf (uyuşurlar, ahbaplık ederler) ve tenâkürü olanlar (tanışmayanlar, birbirlerini bilmeyenler) ihtilâf ederler" (anlaşamazlar) hadîs-i şerîfi mûcibince (gereğince) her bir rûh-i küllîye (tümel ruha) mensûb (ait) olanlar, gerek dünyâda ve gerek hayât-ı berzahıyye (berzah hayatında) ve uhreviyyede, (ahiret hayatında) imâmını (önderini) ve yekdîğerini (birbirini) ârif olanlar (bilenler) ülfet ederler (anlaşırlar). Yabancı olanlar birbirine muhâlefet (aykırılık gösterir, uygunsuzluk) eder.Ve âyet-i kerîmede    يَوْمَ نَدْعُو كُلَّ أُنَاسٍ بِإِمَامِهِمْ    (İsrâ 17/71) ya'nî "O günde biz nâsı (insanları) kendi imâmlarına (liderlerine, önderlerine) da'vet ederiz" buyrulur. Bu ervâh-ı cüz'iyyeden (cüz ruhlardan) ba'zıları âlem-i şehâdette (dünyada) bu rûh-i küllînin (tümel ruhun) risâletle (resullukle) bi'setinden (gönderilmesinden) mukaddem (önce) ve ba'zıları onunla berâber ve ba'zıları dahi ondan sonra beden-i hissî (madde beden) ile zâhir olur (açığa çıkar). Rûh-i Musevîden (Musevi ruhtan) sonra gelenler henüz müteayyin olmadıklarından, (meydana çıkmadıklarından) bi'l-kuvve (güç, kuvve olarak) rûh-i müsevîde (Musevi ruhta) mündemicdir (bulunmaktadır, içinde yer almaktadır). Fakat merâtib-i vücûdun (vücut mertebelerinin) "rûh-i nebâtî" (bitkisel ruh) ve "rûh-i hayvânî' (hayvani ruh) ve "rûh-i insanî" (insani ruh) mertebelerini kat' etmemiş (geçmemiş) olduklarından kemâlât-ı zâide (ek kemaller) ile muttasıf (vasıflanmış) değildirler. Ve ondan evvel veyâ onunla berâber gelenler bu kemâlât-ı zâideyi (ek, ilave olgunlukları) iktisâb etmiş (kazanmış) iseler de kendi cesedlerini ve taayyün-i mahsûslarını (kendilerine özgü suretlerini) müdîr (yönetici, müdür) olup rûh-i müsevîden (Musevi ruhtan) bir i'tibâr (husus) ile ayrıdırlar. Binâenaleyh (bundan dolayı) henüz ağrâz-ı nefsâniyye (nefsi istekler) ve sıfât-ı beşeriyye (beşeri sıfatlar) ile tedennüs etmemiş (kirlenmemiş) olan etfâl-i Benî İsrâîl’in (İsrail oğullarının çocukları) ecsâm-ı müteayyineleri (suretlerinin cisimleri) zâil (yok olup ortadan kalkınca) ve bu firkat-i i'tibâriyyeleri (varsayılan ayrılıkları) merfû’ olunca, (kalkınca) kendi külleri (tümelleri) olan rûh-i mûsevî (Musevi ruh) âlemine rücû' (geri dönüp) ve onu takviye ederler (desteklerler)

Devam Edecek

 

 

 
 
İzmir - 11.02.2009
asliye@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com