KELİME-İ
MÛSEVİYYE’DE MÜNDEMİC OLAN "HİKMETTİR
[2.Şerh]
İmdi muHakkak Mûsâ
(a.s.)’ın hikemi çoktur. Ve ben, inşâallahü Teâlâ bu
bâbda onlardan hâtırımda emr-i ilâhî, onunla vâkı' olan
şey mikdârı üzere serd eylerim. Binâenaleyh, bu bâbda
evvelen kendisiyle müşâfehe olunduğum şey bu idi (1)
Ya'nî Mûsâ (a.s.)’ın
ilm-i ilâhide (Allah’ın
ilminde) sâbit olan
(belirlenen) aynının
(hakikâtinin)
iktizâsı (gereği)
olup o ayn-ı sâbite
(ilmi suret) hazînesinden bu âlem-i şehâdette
(dünyada) zuhûr
eden (açığa çıkan)
hikmetler çoktur. Ve ben meşiyyet-i ilâhiyye
(Hakk’ın iradesi)
taalluk ederse
(gerçekleşirse) bu Fass-ı Mûsevi'de
(Musa bölümünde) o
hikmetlerin cinsinden olup ızhârına
(açığa çıkarılmasına)
emr-i ilâhî (Hakk’ın
emri) vâkı'
(olmuş) olan şey mikdârını serd
(anlatacağım) ve
beyân edeceğim
(açıklayacağım).
Bu mikdârdan noksan ve ziyâde
(fazla) olan hikem-i
mûsevînin (Musa a.s ile
alakalı hikmetlerin) beyânına
(açıklamasına)
me'zûn (izinli)
değilim. İmdi (buna göre)
mübeşşirede, ya'nî vâkıa-i sâdıkada
(gerçek, hakiki rüyada)
bu Fass-ı Mûsevî'den
(Musevi bölümünden)
evvelen (daha önce)
kendisiyle, taraf-ı a’ref-i enbiyâ (s.a.v.)’den
(nebilerin en arifi tarafından)
müşâfehe olunduğum
(yüz yüze karşılıklı
konuştuğum) / hikmet,
Böyle olunca Mûsâ
ancak ervâh-ı kesîrenin mecmû’u olduğu halde doğdu. Kuvâ-yı
fa'âleyi cem' etti (2).
Ya'nî insanın nefs-i
nâtıkâsı (konuşan nefsi
(insan ruhu) ) ,
nasıl kuvâ-yı muhtelifesinin
(çeşitli kuvvelerin)
mecmû'u (toplanmışı)
ise, Mûsâ dahi öylece ervâh-ı kesîrenin
(çok ruhların)
mecmû'u (toplanmışı)
olduğu halde doğdu. Fa'al
(aktif) olan
kuvvetleri cem' etti
(topladı).
Meselâ insanda birçok kuvâ
(kuvveler (meleki güçler) )
vardır ki, bunların ba'zısı zâhir,
(açık, görünür)
ba'zısı bâtındır (gizlidir).
Kuvâ-yı zâhiresi
(dış kuvveleri) sâmia
(işitme),
bâsıra (görme),
şâmme (koklama),
zâika (tatma),
lâmise (dokunma
duyuları) ve bâtınesi
(gizli olanlar) hiss-i
müşterek (algılama merkezi),
hayâl, hâfıza, vâhime
(vehim
gücü)
müfekkiredir
(düşünce gücüdür).
Ve bu kuvâdan
(kuvvelerden) her birinin rûhâniyyetleri
vardır ki erbâbına
(ehlilerine) münkeşiftir
(açılmıştır).Ve Hak
Sübhânehû ve Teâlâ hazretleri bu rûhâniyyete işâreten
إِنَّ السَّمْعَ
وَالْبَصَرَ وَالْفُؤَادَ كُلُّ أُولـئِكَ كَانَ عَنْهُ
مَسْؤُولاً
(İsrâ. 17/36) buyurur. Binâenâleyh
(bundan dolayı)
insanın rûh-i izâfîsi (izafi
ruhu) ve nefs-i nâtıkası
(konuşan nefsi (insan nefsi))
bu ervâhın
(ruhların) mecmû'u
(toplanmışı) olur.
Ve insan kendisinde bu kuvâ-yı fa'âleyi
(aktif kuvveleri)
cem' eder (toplar).
İşte bu misâle
mutâbık (uygun)
olarak her peygamberin ümemi
(ümmetleri) ve
etbâ'ı (uyanları, tâbileri);
o peygamberin nefs-i küllîsine
(tümel nefsine)
nisbetle (göre)
bu mesâbededir
(derecededir).
İmdi (buna göre)
rûh-i külli-i mûsevîye
(tümel Musevi ruha)
nazaran (göre)
rûh-i cüz'î
(tümden bir kısım, bir parça ruh) sâhibi
bulunan her bir çocuk, cenâb-ı Mûsâ'nın hîn-i da'vetinde
(davet ettiği sırada)
ve Fir'avn ile olan mücâdelesinde muîn
(yardımcı) olmak
sûretiyle, rüh-i küllî-i mûsevîde
(Musevi tümel ruhta)
mutasarrıf oldular
(tasarruf ettiler) ve onu teshîr ettiler
(etkilediler).
Zîrâ (çünkü)
eb'anın (babanın)
irâdesi metbû'
(kendisine tabi olan) üzerinde müessirdir
(etkilidir).Meselâ
insanın nefs-i nâtıkasına
(konuşan nefsine (kendi ruhuna) ) tâbi'
(uyan, bağlı) olan
kuvve-i bâsıra (görme
kuvvesi) bir şeyin rü'yetine
(görülmesine) meyl
ettikde (yöneldiğinde),
metbû'u
(kendine tabi olanı)
olan nefs-i nâtıkayı
(insani ruhu) kendi emrinde müstağrak
(gark olmuş, dalmış)
kılar. Sâir (diğer)
kuvâ (kuvveler)
da bunun gibidir. Ve bu hakîkate binâen
(dayanarak) her bir
nebiye (peygambere)
ilm-i risâletten (resulluk
ilminden) verilen şey ümmetinin isti'dâdı
nisbetindedir (ölçüsündedir).
Ondan ne fazla ve ne de noksandır. Ve bu hal
(oluş) cüz'ün
(parçanın) küllde
(bütünde) ve küçüğün
büyükte müessir (etken)
olması neticesidir. /
Zîrâ muhakkak küçük
büyükte müessirdir. Sen çocuğu görmez misin? Büyükte
hâssıyyetle müessirdir. Binâenaleyh büyük kendi
riyâsetinden onun mertebesine iner; ve onunla oynar ve
onun dili ile söyler; ve ona onun aklı ile zâhir olur,
Böyle olunca o, onun teshîri altındadır; halbuki onun
şuûru yoktur. Ondan sonra sadrı dıyk olmamak için, onu
kendi terbiyesine ve himâyesine ve mesâlihinin
tefakkudüne ve te'nîsine meşgûl eder (2).
Ya'ni enbiyânın
(nebilerin) ümemi
(ümmetleri) gibi
ma'nen; (manevi olarak)
ve herhangi bir çocuk gibi sûreten
(suret olarak) küçük
olan, ma'nen (manevi olarak)
ve sûreten (suret
olarak) büyük olanda müessirdir
(etkilidir) .
Sen sûreten
(suret olarak) küçük
olan çocuğu görmüyor musun? Sûreten
(suret olarak) büyük
olan adamda çocukluk hâssıyyeti
(vasfı) ile nasıl
müessir (etkileyici)
oluyor? İşte bu te'sîr
(etki) netîcesi olarak büyük adam kendi
riyâseti (başkanlığı,
reisliği) ve metbûiyyeti
(kendine uyulan)
mertebesinden, tâbi' olan
(kendine uyan)
çocuğun mertebesine tenezzül edip
(inip) çocuk ile
mülâabe eder (oynar)
ve "cici", "kaka", "buva", "mama" gibi çocukça
konuşur ve çocuğa onun aklı mertebesinden zâhir olur
(görünür) ve onun
aklınca söyler. Böyle olunca o büyük adam, küçük olan
çocuğun teshîri (etkisi,
büyüsü) altındadır. Büyük ve metbû' olan
(tabi olunan, uyulan olan)
adam, tâbi'
(uyan) olan çocuğun mertebesine tenezzül
ettiği (indiği)
vakit, sevk-ı tabîî (içgüdü)
ile tenezzül eder
(iner).
Yoksa, bu çocuktur, ben onun mertebesine
tenezzül etmeyince
(inmeyince) onunla münâsebette
(ilişkide)
bulunamam,
tarzında (şeklinde)
evvelce düşünüp bir muhâkeme yapmaz. Binâenaleyh
(bundan dolayı) onun
bu teshîrde (emrine altına
almada, etkilemede) vukûfu
(haberi, bilgisi)
yoktur. Bu tenezzülden
(inişten) sonra çocuk, sadrı dıyk olmamak
(gönlü daralmamak, sıkılmamak)
ve inbisât
(ferahlık) üzere bulunmak için, o büyük adamı
ve kendi metbû'unu,
(uyduğunu) kendi terbiyesine ve himâyesine
(korunmasına) ve
ihiyâcının tedârikine
(teminine) ve te'nîsine
(alıştırmasına)
meşgûl eder.
Devam Edecek |