KELİME-İ
MÛSEVİYYE’DE MÜNDEMİC OLAN "HİKMETTİR
[2.Şerh]
Ve bunun hepsi sağîrin kebîrdeki te'sîrindendir. Bu
da kuvvet-i makâmdandır. Zîrâ sağîr Rabb'ine hadîs-i
ahddir; çünkü hadîsü't-tekvîndir. Kebîr ise eb'addir.
Binâenaleyh, Allah'a akreb olan, Allah'dan eb'ad olanı
teshîr eder. Melek cinsinin havâssı gibi ki,
kurblerinden nâşî eb'ad olanları teshîr ederler (2).
Ya'nî nüfûs-i cüz'iyyenin
(kısım, parça nefislerin)
nüfûs-i külliyyede
(tümel nefislerde)
ve tıflın (çocukların)
racülde
(yetişkinlerde) ve binâenaleyh
(bundan dolayı)
etfâl-i maktûlenin
(öldürülmüş çocukların) rûh-i küllî-i
mûsevîde (Musevi tümel
ruhta) te'sîri
(etkisi) hep sağîrin
(küçüğün) kebîrdeki
(büyükteki)
te’sîrindendir
(etkisindendir).
Bu te’sîr (etki)
dahi sağîrin
(küçüğün) kuvvet-i makâmından
(makamının gücünden)
ileri gelir. Ve onun makâmının kuvveti dahi Rabb'ine
karîbül'-ahd (ahdi yakın
zamanda) olmasından münbaisdir
(ileri gelmektedir).
Çünkü sağîrın
(küçüğün) tekvîni
(yaratılması) ve
vücûd (varlık)
bulması yenidir. Kebir
(büyük) ise tekvîn
(yaratma)
i'tibâriyle (bakımından)
Rabb'inden çok uzaktır. Bu sebeble Allah
Teâlâ'ya en yakın olan, Allah Teâlâ'dan en uzak olanı
teshîr (emrine alır, kendine
bağlar, tesir) eder. Melek cinsinin havâssı
(saygın, seçkin olanları)
gibi ki, Allah Teâlâ'ya kemâl-i kurblerinden
(yakınlıklarının
tamlığından, kemalinden) dolayı mâdûnu
(alt derecelerde)
olan melâikeyi (melekleri)
ve sâir (diğer)
mahlûkâtı
(yaratılmışları) teshîr
(kendilerine tâbi kılarlar,
tesir) ederler.
Abdullah Bosnevî hazretleri kendi şerhinde
(yorumlamalarında)
كخواص الملك
ibâresindeki (cümlesindeki)
ملك
kelimesinin, "lâm"ın kesriyle
(kırılmasıyla)
"melik" olması da câiz
(doğru, yerinde)
olduğunu beyân eder
(bildirir).
Bu sûrette ma'nâ: "Hükümdârın
havâss-ı mukarrebîni
(yakınları olan saygın kişiler) gibi ki,
pâdişâha yakın oldukları için, hükümdardan uzak olan
ümerâ (emirler, amirler)
ve teb'ayı
(kendisine bağlı olanları) teshîr ederler"
(kendilerine tabi kılarlar,
etkilerler)
demek olur.
Suâl: Etfâl-i maktûlenin
(öldürülmüş çocukların)
rûh-i küllî-i mûsevîde
(Musevi tümel ruhta) te'sîri
(etkisi) nasıl olur
ki?... Cenâb-ı Mûsâ ulü'l-azm bir peygamber-i zî-şân
(nübüvvet ve risalet
vazifelerini büyük bir azim ve kuvvetle yerine getiren
büyük peygamberlerden) idi. Binâenaleyh
(bundan dolayı)
kendi ümmetinin efrâdından (fetlerinden)
Hakk'a daha karîb
(yakın) idi. Ve
efrâdı (fertleri)
onun makâm-ı nübüvvetine
(nübüvetlik makamına)
nisbeten (göre)
Hakk'a daha baîd (uzak)
idi?
Cevap: Mukaddimede
(metnin başında) beyân olunduğu
(anlatıldığı) üzere
cenâb-ı Mûsâ'nın nefs-i küllî-i âlîsi
(yüce küll nefsi)
cesedi şerîfinden (mübarek
cesedinden) mukaddem
(önce) mükevven
(yaratılmış) idi. Ve
ümmetinin nüfûs-i cüz'iyyesi
(cüz nefisleri) ise
mizâclarının (tabiatlarının)
husûlünden
(oluşmasından) sonradır. Binâenaleyh
(bundan dolayı)
merâtib-i vücûd (varlık
mertebeleri) i'tibâriyle
(bakımından) nefs-i
küllî-i mûsevî (Musevi tümel
ruh),
etfâl-i maktûlenin
(öldürülmüş çocukların) ervâh-ı cüz'iyyesine
(cüz ruhlarına)
nazaran (göre),
karîbü'l-ahd
(ahdi yakın zamanda olmuş (yeni) değil idi;
belki baîdü'l-ahd (ahdi
önceden olmuş (eski)
idi. Hadîsü't-tekvin
(sonradan yaratılmış)
olan ervâh-ı cüz'iyye
(cüz ruhlar) kadîmü't-tekvîn
(tekvini kadim, yaratılması
eski) olan nefs-i küllî-i mûsevîyi
(Musevi tümel nefsi)
teshîr etti (kendilerine
tabi kıldı, etkiledi). Nitekim, bu hakîkate
işâreten ve bu ma'nâyı te'yîden
(doğrulayarak) cenâb-ı
Şeyh Ekber (şeyhlerin en
büyüğü) (r.a.) âtideki
(aşağıdaki) ibârede
(cümlede) şöyle
buyururlar:/
Resûlullah (s.a.v.) nefsini, yağmur yağdığı vakit,
yağmura ibrâz ederdi ve başını açardı, tâ ki yağmurdan
ona isâbet ede ve "Rabb'ine onun ahdi yenidir" derdi.
İmdi bu nebînin, bu ma'rifet-i billâhına bak ki, ne
ecelldir ve ne a'lâdır ve ne evzahdır! Böyle olunca
Rabb'ine kurbünden nâşî yağmur, efdal-i beşeri teshîr
etti. Binâenaleyh onun üzerine vahy ile nâzil olan resûl
gibi oldu. Böyle olunca onu hâl ile zâtına da'vet etti.
İmdi Rabb’inden ona getirdiği şey, kendisine isâbet
etmek için yağmura bürûz ederdi. Eğer ondan kendisine
isâbet eden şey sebebiyle ondan fâide-i ilâhiyye hâsıl
olmasa idi, kendi nefsini ona ibrâz etmez idi. İşte bu
risâlet suyun risâletidir ki, Allah Teâlâ her şeyin
hayâtını ondan kıldı (2).
Yağmur yağdığı vakit, Resûlullah (s.a.v.)
Efendimiz, baîdü'l-ahd (ahdi
daha sonra
olmuş, eski)
olan nefs-i nefîslerini,
(kendi nefislerini)
ya'nî taayyûn-i şerîflerini
(mübarek vücutlarını),
karîbü'l-ahd
(ahdi yakın zamanda olmuş, yeni)
olan yağmura ibrâz buyurur
(gösterir) ve yağmur
isâbet etmek için mübârek başlarını açar idi. Sebebinden
suâl eden (sebebini soran)
ashâb-ı kirâma
(asil, kerim ashabına):
"Yağmur tânelerinin ahdi
(andı, sözleşmesi)
Rabb'ine' hadîsdir (tazedir)
ve yenidir" buyurur idi. İmdi
(buna göre) bu
Nebiyy-i zî-şânın (mübarek
nebinin) ve bu nümûne-i insânın
(örnek insanın) şu
ma'rifet-i billâhına (Allah
katındaki ilmine, bilgisine) bak ki, ne
büyüktür ve ne yüksektir ve ne açıktır! İşte görülüyor
ki, taayyün (açığa çıkan
sureti) i'tibâriyle
(bakımından)
Rabb'ine kurbünden
(yakınlığından) nâşî
(dolayı),
yağmur efdal-i
beşeri (en ala, en üstün
beşeri) teshîr etti
(etkiledi).
Şu halde yağmur vahy ile huzûr-i risâlet-penâhîye
(peygamberimizin huzuruna)
nâzil olan (inen)
resûl, ya'nî melek gibi oldu. Böyle olunca
a'ref-i enbiyâ Efendimiz'i
(peygamberimizi) yağmur hâl ile zâtına, ya'nî
hakîkatine, da'vet etti.
Ma'lûm olsun (bilinsin)
ki, ervâhın
(ruhların) hayâtı ilimdendir. Nitekim
(S.a.v.) Efendimiz
من صار بالعلم حيّا لم يمت أبداً
ya'nî "İlim ile hayy (canlı)
olan ebedî (asla)
ölmez" buyururlar: Ve kezâ
(aynı şekilde)
ecsâdın (cesetlerin)
hayâtı dahi sudandır. Nitekim Hak Teâlâ
وَجَعَلْنَا مِنَ الْمَاء كُلَّ شَيْءٍ حَيٍّ
(Enbiyâ, 21/30) buyurur. İnsan ise bu âlem-i şehâdette
(dünyada) cesed
ile rûhdan, ya'nî zâhir
(dış) ile bâtından
(iç’ten) mürekkebdir
(bileşiktir) ki,
zâhiri (dışı)
cesed, bâtını (içi)
ve hakîkati rûhdur. Yağmurun dahi zâhiri
(dışı) su, bâtını
(içi) ve hakîkati
hayattır. Binâenaleyh
(bundan dolayı) su, "Hayy" ism-i şerîfinin
(mübarek isminin)
mazharıdır (görüntü
yeridir). Şu halde Rabb'inden yeni gelen
yağmur, lisân-ı hâl (hal
dili) ile kendi zâtına ve hakîkatine da'vet
ettiği için,
efdal-i beşer (insanların en
üstünü en alası olan) Efendimiz hazretleri,
kendi sûret-i seniyyelerini
(yüce suretlerini) yağmurun sûretine ibrâz
etti (gösterdi).
Ve bu sûretten ma'nâya intikâl ederek
(geçerek) feyz-i
akdesten (zati tecelliden)
nâzil olup (inip)
hayât-ı rûh
(ruhun hayatı) olan ilm-i rabbâniye
(rabbani ilmi)
müterakkıb oldu (bekledi,
umdu).
Devam Edecek |