KELİME-İ
MÛSEVİYYE’DE MÜNDEMİC OLAN "HİKMETTİR
[2.Şerh]
Ey teşne-i ma'rifet
(marifete susamış),
suver-i âlemden
(âlem suretlerinden) her biri bir ma'nâ-yı
rabbânîyi (rabbani manayı)
hâmildir
(yüklenmiştir) ve bu ma'nâyı hâmilen
(taşıyarak) cenâb-ı
Hak'tan risâletle (resulluk
ile) insana müteveccihdir
(yöneliktir).
Çünkü suver-i âlem
(âlem suretleri)
mezâhir-i esmâ ve sıfât-ı ilâhiyyedir
(ilahi sıfatların ve isimlerin
görüntü yerleridir) ve bu mezâhirden
(görüntü yerlerinden)
zâhir olan (görünen)
müsemmâdır
(isimlenendir (hakk’tır) ). Hz. Mısrî-i
Niyâzî buyurur:
Ârife eşyâda esmâ görünür
Cümle esmâdan müsemmâ
görünür
Bu Niyâzî'den de Mevlâ
görünür
Âdem isen "Semme vechullâh"ı
bul
Kande baksan ol güzel
Allâh'ı bul
İşte (S.a.v.) Efendimiz'e yağmurdan isâbet eden şey
bu idi. Ve bu sebeble vahy ile nâzil
(inen) melek gibi
fıtrat-ı nûriyye (nuri
yaratılış) üzere nüzûl eden
(inen) yağmura re's-i
saâdetlerini (mübarek
başlarını) keşf buyurdular
(açtılar).
Bu ma'nâyı iyi anla!
Ve onun tâbûta ilkâsının ve tâbûtun dahi deryâya
atılmasının hikmetine gelince: Tâbût onun / nâsûtudur;
ve deryâ dahi, kuvve-i nazariyye-i fikriyye ve kuvâ-yı
hissiyye ve hayâliyyenin verdiği şeyden bu cisim
vesâtatıyla ilimden kendisine hâsıl olan şeydir ki; bu
nefs-i insâniyye için onlardan ve onların emsâlinden
hâsıl olan bir şey, anvak bu cism-i unsurînin vücûdu
sebebiyle hâsıl olur. Vaktâki nefis bu cism-i unsurîde
hâsıl oldu ve onda tasarrufa ve onun tedbîrine me'mûr
oldu, Allah Teâlâ ona bu kuvâyı âlât yaptı. Rab için
kendisinde sekîne olan bu tâbûtun tedbîrinde Allah
Teâlâ'nın kendisinden murâd eylediği şeye onlar ile
tevassul eder (3).
Ya'nî Fir'avn'ın etfâl-i Benî İsrâîl'i
(İsrailoğullarının çocuklarını)
katl ettirdiği
(öldürttüğü) esnâda katilden sıyânet
(korumak) kasdıyla,
cenâb-ı Mûsâ'nın vâlidesi tarafından bir sandığa vaz'
edilip (konulup)
bu sandığın dahi deryâya
(denize) atılmasının hikmetine
(sebebine) gelince:
Bu "sandık" Hz. Mûsâ'nın nâsûtu
(mahlukiyet yönü) ve
sûret-i beşeriyyesidir
(beşeri suretidir).
"Onun sandığa ilkâsı"
(bırakılması)
rûhunun sandık gibi olan cismine
(iç ve dış duyularına)
ta'lîkının (bağlı
olmasının) nazîridir
(benzeridir).
Ve "sandığın denize atılması" dahi cism-i
Mûsâ'nın (Musa’nın cisminin)
bahr-i ilme (ilim
denizine) dalmasının misâlidir
(örneğidir).
Zîrâ (çünkü)
nefs-i nâtıka-i insâniyyeye
(insanın konuşan nefsine
(insani ruhuna) ) ilmi veren şey, nazar-ı
fikrî kuvveti (düşünce gücü)
ve havâss-i hamse-i zâhire ve bâtıne
(içteki ve dıştaki beş duyu)
kuvvetleridir. Bu kuvvetlerden ve bunların
emsâli (benzeri)
olan kuvvetlerden, bu nefs-i insâniyye
(insanın nefsi) için
hâsıl (olmuş)
olan şeyler, hep bu cism-i unsurînin
(madde cisminin)
vücûdu (varlığı)
sebebiyledir.
İmdi (buna göre)
nefs-i insâniyye (insani
nefs) bu cism-i unsuride
(madde cisimde)
hâsıl (mevcut)
olunca, cesedde tasarrufa
(hükmünü yürütmede) ve cismi tedbîre
(idare, etmeye, kullanmaya)
me'mûr (vazifeli)
oldu. Ve nefs-i nâtıkanın
(konuşan nefsin (insani ruhun)
) cisimde (iç ve
dış kuvvelerde) tasarrufu
(hükmünü yürütmesi)
ve tedbîri (idare etmesi,
kullanması) için Allah Teâlâ, fikrî ve hissî
ve hayâlî olan bu kuvvetleri, nefse âlât
(aletler, araçlar)
yaptı. Binâenaleyh (bundan
dolayı) bu nefs-i nâtıka
(insani ruh),
bu cisim
sandığının tedbîrinde
(idaresinde, kullanımında),
Allah Teâlâ'nın kendisinden zuhûrunu
(açığa çıkmasını)
murâd eylediği şuûnâta
(işlere, fiillere) bu kuvvetler sebebiyle
vâsıl olur. (ulaşır)
Bu cisim sandığı öyle bir sandıktır ki, kendisinde
Rab için sekîne (huzur,
sakinlik) vardır.
Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (r.a.), bu kuvânın
(kuvvetlerin) vücûd-i
beşerîdeki (beşeri
varlıktaki) tasarrufâtını
(tasarruflarını) ve
bu tasarrufâtın
(tasarrufların) netâyicini
(sonuçlarını) et-Tedbîrâü’l-ilâhiyye
fî ıslâhı memleketi'l-insâniyye nâmındaki
(ismindeki) kitâb-ı
şerîfinde (mübarek
kitabında) göstermiş ve kitâb-ı şerîf
(mübarek kitap)
acizleri (zavallı)
tarafından şerh (yorumu
yapılmış) ve îzâh edilmiştir
(açıklanmıştır).
Burada o izâhât
(detaylı açıklamalar),
tatvîli
(uzatmayı) mûcib olur
(icap eder).
İbâredeki
(cümledeki) "sekîne" ta'bîri
(deyimi) hem
"sükûn"dan ve hem de "mesken"den müştakk
(türemiş) olmak
câizdir (doğrudur,
yerindedir).
"Sükûn" dan iştikâkına
(“sükûn”dan türemiş olmasına)
göre cism-i beşer
(beşeri cisim)
sândığı vücûd-i mutlakın
(kayıtsız varlığın) merâtib-i zuhûrunun
(açığa çıkma mertebelerinin)
nihâyetidir
(sonuncusudur).
Binâenaleyh
(bundan dolayı) vücûd-i mutlak
(kayıtsız varlık)
insân-ı kâmil / mir'âtında
(aynasında) kemâliyle
(tam olarak, bütün
mükemmelliğiyle) mütecellîdir
(görünmektedir).
Ve celâ
(tecelli (zat-ı
hakk’ın kendi zatında zuhûru)
ve isticlânın (taayyünatında
zuhurun)
kemâli (tamlığı,
mükemmelliği) ancak insân-ı kâmil
(kamil insan) ile
vâkı' olup (gerçekleşip)
vücûd (varlık)
için "sükûn"
(huzur, rahatlık) hâsıl olmuştur.
"Mesken"den işkikâkına
(türetilmiş olmasına) göre: Cism-i insânîde
(insanin varlığında)
mütekevvin olup (mevcut
olup) sûret-i ilâhiyyenin
(ilahi suretin)
in'ikâsına (yansımasına)
müsâit olan kalb-i kâmil-i insânîye
(kamil insanın kalbine)
işâret olur. Nitekim hadîs-i kudsîde
لا يسعني ارضي ولا سمائي ولكن يسعني قلب عبدي المؤمن
ya'nî "Arzıma (yerime)
ve semâma
(göğüme) sığmadım; fakat mû'min olan kulumun
kalbine sığdım" buyurulur. Ve kezâ
(aynı şekilde) cenâb-ı
Şeyh (r.a.) Risâle-i Gavsiyye'lerinde:
قال لي ياغوث ، قلت لبيك يا رب العرش، قال ما ظهرت في
شي، كظهوري في الا نسان. قلت يا رب ، هل لك مكان ؟ قال
انا مكان المكان و ليس لي مكان سوى الانسان
Ya'nî "Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretleri bana: Yâ gavs!
diye hitab buyurdu
(seslendi).
Ey arşın
(göklerin) Rabbi, lebbeyk,
(buyrunuz emir sizindir
efendim) dedim; Ben insanda zuhûr ettiğim
(göründüğüm) gibi
hiçbir şeyde zâhir olmadım
(görünmedim), buyurdu.
Yâ Rabbi, senin mekânın var mıdır? dedim. Ben mekânın
mekânıyım ve insandan gayri
(başka) benim için mekân yoktur, buyurdu." Bu
hitâbâtın (hitapların)
izâhı
(açıklamaları) uzundur. Şu kadar îzâh edeyim
(anlatayım) ki:
Vücûd-i mutlak-ı Hak
(sınırsız, kayıtsız varlık sahibi Hak)
nâmütenâhî (sonsuz)
olup cemî'-i taayyünât,
(açığa çıkmış bütün suretler) bu vûcûdda
(varlıkta) vâkı'
(mevcut) olduğuna ve
mekân taayyünât (meydana
çıkmışlar) ile kâim
(mevcut) bulunduğuna
göre, vücûd-i Hak (Hakk’ın
varlığı) mekânın mekânı olmuş olur. Ve vücûd-i
Hak'ta (Hakk’ın varlığında)
mütekevvin
(oluşmuş) olan bu taayyünâttan
(suretlerden)
hiçbirinin sûreti, insân-ı kâmilin sûretinden ve
taayyününden (yapısından)
gayri, (başka)
cem'iyyet-i esmâiyye
(isimler topluluğu)
ile zuhûra (meydana çıkmaya)
müsâit değildir. Binâenaleyh
(bundan dolayı)
taayyün-i kâmil, (kamilin
sureti) mekân-ı tecellî-i ilâhi
(ilahi tecellinin mekanı)
olur.
Devam Edecek |