Füsûs-ül Hikem

363. Bölüm

Asliye Tavşanlı
 

KELİME-İ MÛSEVİYYE’DE MÜNDEMİC OLAN "HİKMETTİR

[2.Şerh]

     Ey teşne-i ma'rifet (marifete susamış), suver-i âlemden (âlem suretlerinden) her biri bir ma'nâ-yı rabbânîyi (rabbani manayı) hâmildir (yüklenmiştir) ve bu ma'nâyı hâmilen (taşıyarak) cenâb-ı Hak'tan risâletle (resulluk ile) insana müteveccihdir (yöneliktir).  Çünkü suver-i âlem (âlem suretleri) mezâhir-i esmâ ve sıfât-ı ilâhiyyedir (ilahi sıfatların ve isimlerin görüntü yerleridir) ve bu mezâhirden (görüntü yerlerinden) zâhir olan (görünen) müsemmâdır (isimlenendir (hakk’tır) ). Hz. Mısrî-i Niyâzî buyurur:

                            Ârife eşyâda esmâ görünür

                            Cümle esmâdan müsemmâ görünür

                            Bu Niyâzî'den de Mevlâ görünür

                            Âdem isen "Semme vechullâh"ı bul

                            Kande baksan ol güzel Allâh'ı bul

     İşte (S.a.v.) Efendimiz'e yağmurdan isâbet eden şey bu idi. Ve bu sebeble vahy ile nâzil (inen) melek gibi fıtrat-ı nûriyye (nuri yaratılış) üzere nüzûl eden (inen) yağmura re's-i saâdetlerini (mübarek başlarını) keşf buyurdular (açtılar). Bu ma'nâyı iyi anla!

     Ve onun tâbûta ilkâsının ve tâbûtun dahi deryâya atılmasının hikmetine gelince: Tâbût onun / nâsûtudur; ve deryâ dahi, kuvve-i nazariyye-i fikriyye ve kuvâ-yı hissiyye ve hayâliyyenin verdiği şeyden bu cisim vesâtatıyla ilimden kendisine hâsıl olan şeydir ki; bu nefs-i insâniyye için onlardan ve onların emsâlinden hâsıl olan bir şey, anvak bu cism-i unsurînin vücûdu sebebiyle hâsıl olur. Vaktâki nefis bu cism-i unsurîde hâsıl oldu ve onda tasarrufa ve onun tedbîrine me'mûr oldu, Allah Teâlâ ona bu kuvâyı âlât yaptı. Rab için kendisinde sekîne olan bu tâbûtun tedbîrinde Allah Teâlâ'nın kendisinden murâd eylediği şeye onlar ile tevassul eder (3).

     Ya'nî Fir'avn'ın etfâl-i Benî İsrâîl'i (İsrailoğullarının çocuklarını) katl ettirdiği (öldürttüğü) esnâda katilden sıyânet (korumak) kasdıyla, cenâb-ı Mûsâ'nın vâlidesi tarafından bir sandığa vaz' edilip (konulup) bu sandığın dahi deryâya (denize) atılmasının hikmetine (sebebine) gelince: Bu "sandık" Hz. Mûsâ'nın nâsûtu (mahlukiyet yönü) ve sûret-i beşeriyyesidir (beşeri suretidir). "Onun sandığa ilkâsı" (bırakılması) rûhunun sandık gibi olan cismine (iç ve dış duyularına) ta'lîkının (bağlı olmasının) nazîridir (benzeridir). Ve "sandığın denize atılması" dahi cism-i Mûsâ'nın (Musa’nın cisminin) bahr-i ilme (ilim denizine) dalmasının misâlidir (örneğidir). Zîrâ (çünkü) nefs-i nâtıka-i insâniyyeye (insanın konuşan nefsine (insani ruhuna) ) ilmi veren şey, nazar-ı fikrî kuvveti (düşünce gücü) ve havâss-i hamse-i zâhire ve bâtıne (içteki ve dıştaki beş duyu) kuvvetleridir. Bu kuvvetlerden ve bunların emsâli (benzeri) olan kuvvetlerden, bu nefs-i insâniyye (insanın nefsi) için hâsıl (olmuş) olan şeyler, hep bu cism-i unsurînin (madde cisminin) vücûdu (varlığı) sebebiyledir.

     İmdi (buna göre) nefs-i insâniyye (insani nefs) bu cism-i unsuride (madde cisimde) hâsıl (mevcut) olunca, cesedde tasarrufa (hükmünü yürütmede) ve cismi tedbîre (idare, etmeye, kullanmaya) me'mûr (vazifeli) oldu. Ve nefs-i nâtıkanın (konuşan nefsin (insani ruhun) ) cisimde (iç ve dış kuvvelerde) tasarrufu (hükmünü yürütmesi) ve tedbîri (idare etmesi, kullanması) için Allah Teâlâ, fikrî ve hissî ve hayâlî olan bu kuvvetleri, nefse âlât (aletler, araçlar) yaptı. Binâenaleyh (bundan dolayı) bu nefs-i nâtıka (insani ruh), bu cisim sandığının tedbîrinde (idaresinde, kullanımında), Allah Teâlâ'nın kendisinden zuhûrunu (açığa çıkmasını) murâd eylediği şuûnâta (işlere, fiillere) bu kuvvetler sebebiyle vâsıl olur. (ulaşır) Bu cisim sandığı öyle bir sandıktır ki, kendisinde Rab için sekîne (huzur, sakinlik) vardır.

     Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (r.a.), bu kuvânın (kuvvetlerin) vücûd-i beşerîdeki (beşeri varlıktaki) tasarrufâtını (tasarruflarını) ve bu tasarrufâtın (tasarrufların) netâyicini (sonuçlarını) et-Tedbîrâü’l-ilâhiyye fî ıslâhı memleketi'l-insâniyye nâmındaki (ismindeki) kitâb-ı şerîfinde (mübarek kitabında) göstermiş ve kitâb-ı şerîf (mübarek kitap) acizleri (zavallı) tarafından şerh (yorumu yapılmış) ve îzâh edilmiştir (açıklanmıştır). Burada o izâhât (detaylı açıklamalar), tatvîli (uzatmayı) mûcib olur (icap eder). İbâredeki (cümledeki) "sekîne" ta'bîri (deyimi) hem "sükûn"dan ve hem de "mesken"den müştakk (türemiş) olmak câizdir (doğrudur, yerindedir). "Sükûn" dan iştikâkına (“sükûn”dan türemiş olmasına) göre cism-i beşer (beşeri cisim) sândığı vücûd-i mutlakın (kayıtsız varlığın) merâtib-i zuhûrunun (açığa çıkma mertebelerinin) nihâyetidir (sonuncusudur). Binâenaleyh (bundan dolayı) vücûd-i mutlak (kayıtsız varlık) insân-ı kâmil / mir'âtında (aynasında) kemâliyle (tam olarak, bütün mükemmelliğiyle) mütecellîdir (görünmektedir).  Ve celâ (tecelli (zat-ı hakk’ın kendi zatında zuhûru) ve isticlânın (taayyünatında zuhurun) kemâli (tamlığı, mükemmelliği) ancak insân-ı kâmil (kamil insan) ile vâkı' olup (gerçekleşip) vücûd (varlık) için "sükûn" (huzur, rahatlık) hâsıl olmuştur.

     "Mesken"den işkikâkına (türetilmiş olmasına) göre: Cism-i insânîde (insanin varlığında) mütekevvin olup (mevcut olup) sûret-i ilâhiyyenin (ilahi suretin) in'ikâsına (yansımasına) müsâit olan kalb-i kâmil-i insânîye (kamil insanın kalbine) işâret olur. Nitekim hadîs-i kudsîde    لا يسعني ارضي ولا سمائي ولكن يسعني قلب عبدي المؤمن    ya'nî "Arzıma (yerime) ve semâma (göğüme) sığmadım; fakat mû'min olan kulumun kalbine sığdım" buyurulur. Ve kezâ (aynı şekilde) cenâb-ı Şeyh (r.a.) Risâle-i Gavsiyye'lerinde:    قال لي ياغوث ، قلت لبيك يا رب العرش، قال  ما ظهرت في شي،  كظهوري في الا نسان. قلت يا رب ، هل لك مكان ؟ قال انا مكان المكان و ليس لي مكان سوى الانسان    Ya'nî "Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretleri bana: Yâ gavs! diye hitab buyurdu (seslendi). Ey arşın (göklerin) Rabbi, lebbeyk, (buyrunuz emir sizindir efendim) dedim; Ben insanda zuhûr ettiğim (göründüğüm) gibi hiçbir şeyde zâhir olmadım (görünmedim),  buyurdu. Yâ Rabbi, senin mekânın var mıdır? dedim. Ben mekânın mekânıyım ve insandan gayri (başka) benim için mekân yoktur, buyurdu." Bu hitâbâtın (hitapların) izâhı (açıklamaları) uzundur. Şu kadar îzâh edeyim (anlatayım) ki: Vücûd-i mutlak-ı Hak (sınırsız, kayıtsız varlık sahibi Hak) nâmütenâhî (sonsuz) olup cemî'-i taayyünât, (açığa çıkmış bütün suretler) bu vûcûdda (varlıkta) vâkı' (mevcut) olduğuna ve mekân taayyünât (meydana çıkmışlar) ile kâim (mevcut) bulunduğuna göre, vücûd-i Hak (Hakk’ın varlığı) mekânın mekânı olmuş olur. Ve vücûd-i Hak'ta (Hakk’ın varlığında) mütekevvin (oluşmuş) olan bu taayyünâttan (suretlerden) hiçbirinin sûreti, insân-ı kâmilin sûretinden ve taayyününden (yapısından) gayri, (başka) cem'iyyet-i esmâiyye (isimler topluluğu) ile zuhûra (meydana çıkmaya) müsâit değildir. Binâenaleyh (bundan dolayı) taayyün-i kâmil, (kamilin sureti) mekân-ı tecellî-i ilâhi (ilahi tecellinin mekanı) olur.

Devam Edecek

 

 

 
 
İzmir - 11.03.2009
asliye@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com