KELİME-İ
MÛSEVİYYE’DE MÜNDEMİC OLAN "HİKMETTİR
[2.Şerh]
İmdi (buna göre)
âlemi, âlemin sûreti olan esmâ-i hüsnâ
(en güzel yüce isimler)
ve sıfât-ı ulyâ (yüce
sıfatlar) ile Hakk'ın tedbîri ne sûretle
(şekilde) ma'lûm
olur (bilinir)?
Suâl-i
mukadderine (sorusunu
sorana) cevâben
(cevap olarak) cenâb-ı Şeyh (r.a.) buyururlar
ki: Hak Teâlâ'nın müsemmâ
(isimlenmiş) olduğu bir isim bize vâsıl
olmadı (ulaşmadı)
ki, biz o ismin ma'nâsını ve rûhunu âlemde
(evrende)
görmeyelim. İşte biz Hakk'ın müsemmâ olduğunu
(isimlendiğini)
bildiğimiz herhangi bir ismin ma'nâsını ve rûhunu
muhakkak âlemde (evrende)
gördüğümüz için, Hak Teâlâ âlemi
(evreni) ancak
âlemin (evrenin)
sûreti ile tedbîr eder
(önlemini alır, yönetir, korur,
tasarruf eder)
dedik.
Meselâ eşyâ-yı âlemden
(evren şeylerinden) bir şey olan kendimize
nazar ettiğimiz (baktığımız)
vakit, nefsimizde hayat, ilim ve sem'
(duyma),
basar (görme),
irâde ve kudret ilh... gibi birtakım sıfatlar
görüyoruz. Halbuki Allah Teâlâ sıfat-ı kelâm
(kelam sıfatı) ile
mütecellî olup (görünüp)
bize nebîsi
(peygamberi) lisânından
(dilinden)
kendisinin bu sıfatlar ile ittisâfını
(sıfatlandığını) ve
bu sıfatların zâhiri (dışı,
dış yüzü) olan isimler ile müsemmâ olduğunu
(isimlendiğini)
haber verdi. / İmdi (şu
halde) biz zâhir olan
(açığa çıkan, görünen)
"şey"e nazar ile
(bakarak),
onun bâtını (içi, ruhu)
olan "ism"e ve ismin bâtını
(içi, ruhu) olan
"sıfat"a ve ba'dehû (daha
sonra) bu sıfatların "mevsûf'u
(sıfatlananı) ve bu
isimlerin "müsemmâ"sı
(isimleneni) olan vücûd-i hakîkîye
(gerçek varlığa)
intikâl ettik (geçtik).
Binâenaleyh
(bundan dolayı) âlemin
(evrenin) hey'et-i
mecmûasını (bütün hepsini),
bu isimlerin hey'et-i mecmûasına
(bütün hepsine)
mazhar (görüntü yeri)
ve bunların ahkâm
(hükümlerinin) ve âsârının
(eserlerinin) hey'et-i
mecmûa-i âlemde (bütün
âlemin hepsinde) cârî
(yürürlükte, geçerli)
olduğunu ve bi'n-netîce
(sonuç olarak) âlemin
(evrenin) yine sûret-i
âlem (evrenin sureti)
ile tedbîr olunduğunu
(yönetildiğini, idare edildiğini, kullanıldığını,
korunduğunu, önleminin alındığını) gördük.
Ve işte bunun için, zât ve sıfât ve ef’âl olan hazret-i
ilâhiyye nuûtunu câmi' enmûzec bulunan halk-ı Âdem
hakkında
إن الله خلق آدم على صورته
Ya’nî Allah Teâlâ Âdem'i kendi sûreti üzere halk etti"
buyurdu. Halbuki onun sûreti hazret-i ilâhiyetten gayri
değildir. Binâenaleyh, insân-ı kâmilden ibâret olan bu
muhtasar-ı şerîfte, cemî'-i esmâ-i ilâhiyyeyi ve âlem-i
kebîr-i münfasılda kendisinden hâric olan hakâyıkı îcâd
eyledi ve onu âlemin rûhu yaptı. Binâenaleyh, kemâl
sûretinden nâşî ona ulüvvü ve süflü teshîr eyledi.
Nitekim, âlemden Allah Teâlâ'yı hamd ile tesbîh etmeyen
bir şey yoktur. Kezâlik âlemden insana müsahhar olmayan
bir şey yoktur. Çünkü sûretinin hakîkati onu i'tâ eder.
Böyle olunca
وَسَخَّرَ لَكُم مَّا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي
الْأَرْضِ جَمِيعاً مِّنْهُ
(Câsiye, 45/13) / ya'nî "Göklerde ve yerde olan şeyin
kâffesini size müsahhar kıldı" buyurdu. İmdi âlemde olan
şeyin hepsi insanın taht-ı teshîrindedir. Bunu bilen,
bildi ki o insân-ı kâmildir. Bunu câhil olan câhil oldu.
O da insân-ı hayvândır (4).
Ya'nî Allah Teâlâ, âlemi
(evreni) âlem
(evren) ile tedbîr ettiği
için zât ve sıfât
(sıfatlar) ve
ef’âlin (fiillerin)
mecmû'u (toplamı)
olan hazret-i ilâhiyyet
(ilahiyet mertebesi) nuûtunu
(vasıflarını) ve
evsâfını (sıfatlarını)
câmi' (toplayan)
bir nümûneden
(örnekten) ibâret bulunan halk-ı Âdem
(Adem’in yaratılması)
hakkında, bu evsâfı
(sıfatları) câmi' olduğunu
(topladığını),
nefs-i nefîs-i
(kendi nefsini)
risâlet-penâhîsinde (risaletin
istinad
ettiği zat’ta (Muhammedi
boyutta) )
zevkan müşâhede buyuran
(seyreden) (S.a.v.) Efendimiz "Allah Teâlâ
Âdem'i (insanı)
kendi sûreti üzere halk eyledi.
(yarattı) "
buyurdu. Halbuki Hakk'ın sûreti, zât ve sıfât
(sıfatlar) ve
efâlin (fiillerin)
mecmû'u (toplamı)
bulunan mertebe-i vahdet
(teklik mertebesi)
ve ulûhiyyetten ibârettir. Nitekim şerhimizin
(açıklamalarımızın)
Mukaddime'sinde
(başlangıcında) bu merâtib
(mertebeler) izâh
edilmiş (anlatılmış)
idi. Binaenaleyh (bundan
dolayı) Allâh Teâlâ insân-ı kâmilden
ibâret olan bu muhtasar-ı şerîfte
(mübarek özette)
cemî'-i esmâ-i ilâhiyyeyi
(bütün ilahi isimleri)
ve âlem-i kebîr-i münfasılda
(bitişik olmayan büyük âlemde
(evrende) kendisinden hâric
(dışarda) olan
hakâyıkı (hakikâtleri)
îcâd eyledi
(yarattı). “Bu
muhtasar-ı şerîf” ta'bîrinde
(deyiminde) karîb
(yakın) için olan
ism-i işâret--Dîbâce'de
(başta işaret edilen isimde)
görüldüğü üzere bu kitab hâtem-i enbiyâ
(nebilerin sonuncusu)
(s.a.v.) Efendimiz tarafından vârisi
(mirasçısı) yediyle
(eliyle) ızhâr
edilmiş (meydana çıkarılmış)
olduğu için-- evvelen
(ilk önce) nefs-i
nefîs-i risâlet penâhîye
(resulün kendi nefsine),
sâniyen (ikinci
olarak) vârisi
(mirasçısı) olan Şeyh-i Ekber
(Muhyiddîn
İbn Arabî)
(r.a.) hazretlerine râci'dir
(aittir).
Zîrâ (çünkü)
gerek (S.a.v.) Efendimiz ve gerek onun
verese-i irfânı (irfanının
mirasçıları)
olan kümmelîn (kamiller)
hazarâtı
(hazretleri),
mazhar-ı ism-i câmi'
(bütün toplanmış isimlerin
hepsinin görüntü yeri) olup, bilcümle
(bütün) esmânın
(isimlerin) ahkâmı
(hükümleri) ve
âsârı (eserleri)
fiilen (fiil olarak)
kendilerinden zâhir olur
(açığa çıkar).
Meselâ "Muhyi" ismi ile ölüyü diriltir ve "Mümît"
ismi ile diriyi öldürürler ve "Hâlik" ismiyle mahlûk
halk ederler (yaratırlar).
Ve kezâ (aynı
şekilde) Hak Teâlâ âlem-i şehâdette
(şahit olunan, görünen âlemde),
ya'nî âlem-i kebîr-i münfasılda
(bitişik olmayan büyük detay
âleminde),
mahlûk olup insân-ı kâmilin vücûdundan ayrı ve hâric
(dışında) olan
bilcümle (bütün)
eşyanın (şeylerin)
hakâyıkını (hakikâtlerini)
icâd eyledi
(yarattı).
Zîrâ (çünkü)
insân-ı kâmilin vücûdunda,
(varlığında) âlemde
(evrende) ne kadar
eşyâ (şeyler) var
ise, sûret i'tibâriyle
(bakımından) onların nazîrini
(benzerini) bulmak
mümkün değil ise de, onların ma'nâlarını ve
hakîkatlerini bulmak kâbildir
(mümkündür).
Nitekim ahsen-i takvîm
(en güzel suret)
üzere mahlûk (yaratık)
olan insân-ı nâkısta
(noksan insanda)
bile ba'zı esmânın
(isimlerin) ahkâmı
(hükümleri) fiilen
(fiil olarak)
zâhir (görünür)
ve bu hakâyık (hakikâtler)
mündemicdir
(kendinde bulunmaktadır) ve cemâd
(taş, maden gibi cansız
varlıklar) ve nebât
(bitkiler) ve
hayvânâtın (hayvanların)
envâ'ına (çeşitli
türlerine)
âit hakâyık-ı süfliyyenin
(aşağı, alçak hakikâtlerin) ve melâikenin
(meleklerin)
envâ'ına (çeşitli türlerine)
müteallık (ait)
hakâyık-ı ulviyyenin
(yüce, yüksek hakikâtlerinin)
vücûdu (varlığı)
insanda mahsüstür
(hissedilir).
İşte bu sebeble insanda / gâh
(bazen) sıfât-ı
hayvâniyye (hayvani
sıfatlar) ve gâh
(bazen) sıfât-ı melekiyye
(meleki sıfatlar) ve
gâh (bazen) sıfât-ı
şeytâniyye (şetani sıfatlar)
gâlib (baskın)
olup kendisinden ona göre ef’âl
(fiiller) sâdır olur
(çıkar).
Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (r.a.) âlem-i kebîr-i
münfasılda (bitişik olmayan
büyük âlemde (evrende) ) olan şeylerin âlem-i
sağîr (küçük âlem)
olan insanda ne sûretle
(şekilde) mevcûd olduğunu et-Tedbîrâtü’l-ilâhiyye
fî ıslâhı memleketi’l-insâniyye nâmındaki
(adındaki) eser-i
âlîlerinde (yüce
eserlerinde) tafsîlen
(detaylı olarak)
îzâh buyururlar (anlatırlar).
Ve kezâ (aynı
şekilde) muhtasar-ı şerîf
(şerefli öz, özet)
olan insân-ı kâmili (kamil
insanı) Allah Teâlâ âlemin
(evrenin) rûhu yaptı
da sûretinin kemâlinden dolayı âlî
(yüksek) ve sâfil
(aşağı) olan eşyâyı
(şeyleri) ona
teshîr etti (bağladı, emri
altına verdi).
Zîrâ (çünkü)
Fass-ı Âdemî'de
(Adem bölümünde)
îzâh olunduğu (anlatıldığı)
üzere âlem
(evren) bî-rûh
(ruhsuz) bir cesed-i müsevvâ
(tesviye edilmiş, son şekli
verilmiş
cesed) mesâbesinde
(derecesinde)
olup Âdem (İnsan-ı kamil)
o âlemin
(evrenin) rûhudur. Onun sûreti, hakâyık-ı
ilâhiyyeyi (İlahi
hakikâtleri) ve hakâyık-ı âlemi
(evrenin hakikâtlerini)
câmi'dir. (toplayandır)
Binâenaleyh
(bundan dolayı) onun bu sûreti-i câmi'a
(toplayıcı sureti)
ve kâmilesi (tamlığı,
bütünlüğü) sebebiyle, ulüvvü
(yukarda olanları)
ve süflü (aşağıda olanları)
Hak Teâlâ ona müsahhar
(teshir olunmuş)
kıldı. "Ulüvv"den murâd ervâh-ı ulviyye
(yüksek ruhlar) ve
âlem-i ervâh (ruhlar âlemi)
ve esmâ-i vücûbiyye-i ulviyye;
(zorunlu yüce isimler)
ve "süfl"den murâd dahi eşhâs-ı süfliyye
(aşağıda olan şahıslar)
ve âlem-i şehâdet
(görünen âlem) ve mezâhir-i kevniyyedir
(kevni görüntü yerleridir).
Devam Edecek |