Füsûs-ül Hikem

365. Bölüm

Asliye Tavşanlı
 

KELİME-İ MÛSEVİYYE’DE MÜNDEMİC OLAN "HİKMETTİR

[2.Şerh]

İmdi (buna göre) âlemi, âlemin sûreti olan esmâ-i hüsnâ (en güzel yüce isimler) ve sıfât-ı ulyâ (yüce sıfatlar) ile Hakk'ın tedbîri ne sûretle (şekilde) ma'lûm olur (bilinir)?  Suâl-i mukadderine (sorusunu sorana) cevâben (cevap olarak) cenâb-ı Şeyh (r.a.) buyururlar ki: Hak Teâlâ'nın müsemmâ (isimlenmiş) olduğu bir isim bize vâsıl olmadı (ulaşmadı) ki, biz o ismin ma'nâsını ve rûhunu âlemde (evrende) görmeyelim. İşte biz Hakk'ın müsemmâ olduğunu (isimlendiğini) bildiğimiz herhangi bir ismin ma'nâsını ve rûhunu muhakkak âlemde (evrende) gördüğümüz için, Hak Teâlâ âlemi (evreni) ancak âlemin (evrenin) sûreti ile tedbîr eder (önlemini alır, yönetir, korur, tasarruf eder) dedik.

Meselâ eşyâ-yı âlemden (evren şeylerinden) bir şey olan kendimize nazar ettiğimiz (baktığımız) vakit, nefsimizde hayat, ilim ve sem' (duyma), basar (görme), irâde ve kudret ilh... gibi birtakım sıfatlar görüyoruz. Halbuki Allah Teâlâ sıfat-ı kelâm (kelam sıfatı) ile mütecellî olup (görünüp) bize nebîsi (peygamberi) lisânından (dilinden) kendisinin bu sıfatlar ile ittisâfını (sıfatlandığını) ve bu sıfatların zâhiri (dışı, dış yüzü) olan isimler ile müsemmâ olduğunu (isimlendiğini) haber verdi. / İmdi (şu halde) biz zâhir olan (açığa çıkan, görünen) "şey"e nazar ile (bakarak), onun bâtını (içi, ruhu) olan "ism"e ve ismin bâtını (içi, ruhu) olan "sıfat"a ve ba'dehû (daha sonra) bu sıfatların "mevsûf'u (sıfatlananı) ve bu isimlerin "müsemmâ"sı (isimleneni) olan vücûd-i hakîkîye (gerçek varlığa) intikâl ettik (geçtik). Binâenaleyh (bundan dolayı) âlemin (evrenin) hey'et-i mecmûasını (bütün hepsini), bu isimlerin hey'et-i mecmûasına (bütün hepsine) mazhar (görüntü yeri) ve bunların ahkâm (hükümlerinin) ve âsârının (eserlerinin) hey'et-i mecmûa-i âlemde (bütün âlemin hepsinde) cârî (yürürlükte, geçerli) olduğunu ve bi'n-netîce (sonuç olarak) âlemin (evrenin) yine sûret-i âlem (evrenin sureti) ile tedbîr olunduğunu (yönetildiğini, idare edildiğini, kullanıldığını, korunduğunu, önleminin alındığını) gördük.

Ve işte bunun için, zât ve sıfât ve ef’âl olan hazret-i ilâhiyye nuûtunu câmi' enmûzec bulunan halk-ı Âdem hakkında    إن الله خلق آدم على صورته    Ya’nî Allah Teâlâ Âdem'i kendi  sûreti üzere halk etti" buyurdu. Halbuki onun sûreti hazret-i ilâhiyetten gayri değildir. Binâenaleyh, insân-ı kâmilden ibâret olan bu muhtasar-ı şerîfte, cemî'-i  esmâ-i ilâhiyyeyi ve âlem-i kebîr-i münfasılda kendisinden hâric olan hakâyıkı îcâd eyledi ve onu âlemin rûhu yaptı. Binâenaleyh, kemâl sûretinden nâşî ona ulüvvü ve süflü teshîr eyledi. Nitekim, âlemden Allah Teâlâ'yı hamd ile tesbîh etmeyen bir şey yoktur. Kezâlik âlemden insana müsahhar olmayan bir şey yoktur. Çünkü sûretinin hakîkati onu i'tâ eder. Böyle olunca    وَسَخَّرَ لَكُم مَّا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ جَمِيعاً مِّنْهُ    (Câsiye, 45/13) / ya'nî "Göklerde ve yerde olan şeyin kâffesini size müsahhar kıldı" buyurdu. İmdi âlemde olan şeyin hepsi   insanın taht-ı teshîrindedir. Bunu bilen, bildi ki o insân-ı kâmildir. Bunu câhil olan câhil oldu. O da  insân-ı hayvândır (4).

Ya'nî Allah Teâlâ, âlemi (evreni) âlem (evren) ile tedbîr ettiği için zât ve sıfât (sıfatlar) ve ef’âlin (fiillerin) mecmû'u (toplamı) olan hazret-i ilâhiyyet (ilahiyet mertebesi) nuûtunu (vasıflarını) ve evsâfını (sıfatlarını) câmi' (toplayan) bir nümûneden (örnekten) ibâret bulunan halk-ı Âdem (Adem’in yaratılması) hakkında, bu evsâfı (sıfatları) câmi' olduğunu (topladığını),  nefs-i nefîs-i (kendi nefsini) risâlet-penâhîsinde (risaletin istinad ettiği zat’ta (Muhammedi boyutta) ) zevkan müşâhede buyuran (seyreden) (S.a.v.) Efendimiz "Allah Teâlâ Âdem'i (insanı) kendi sûreti üzere halk eyledi. (yarattı) " buyurdu. Halbuki Hakk'ın sûreti, zât ve sıfât (sıfatlar) ve efâlin (fiillerin) mecmû'u (toplamı) bulunan mertebe-i vahdet (teklik mertebesi) ve ulûhiyyetten ibârettir. Nitekim şerhimizin (açıklamalarımızın) Mukaddime'sinde (başlangıcında) bu merâtib (mertebeler) izâh edilmiş (anlatılmış) idi. Binaenaleyh (bundan dolayı) Allâh Teâlâ insân-ı kâmilden ibâret olan bu muhtasar-ı şerîfte (mübarek özette) cemî'-i esmâ-i ilâhiyyeyi (bütün ilahi isimleri) ve âlem-i kebîr-i münfasılda (bitişik olmayan büyük âlemde (evrende) kendisinden hâric (dışarda) olan hakâyıkı (hakikâtleri) îcâd eyledi (yarattı).  “Bu muhtasar-ı şerîf” ta'bîrinde (deyiminde) karîb (yakın) için olan ism-i işâret--Dîbâce'de (başta işaret edilen isimde) görüldüğü üzere bu kitab hâtem-i enbiyâ (nebilerin sonuncusu) (s.a.v.) Efendimiz tarafından vârisi (mirasçısı) yediyle (eliyle) ızhâr edilmiş (meydana çıkarılmış) olduğu için-- evvelen (ilk önce) nefs-i nefîs-i risâlet penâhîye (resulün kendi nefsine), sâniyen (ikinci olarak) vârisi (mirasçısı) olan Şeyh-i Ekber (Muhyiddîn İbn Arabî) (r.a.) hazretlerine râci'dir (aittir). Zîrâ (çünkü) gerek (S.a.v.) Efendimiz ve gerek onun verese-i irfânı (irfanının mirasçıları) olan kümmelîn (kamiller) hazarâtı (hazretleri), mazhar-ı ism-i câmi' (bütün toplanmış isimlerin hepsinin görüntü yeri) olup, bilcümle (bütün) esmânın (isimlerin) ahkâmı (hükümleri) ve âsârı (eserleri) fiilen (fiil olarak) kendilerinden zâhir olur (açığa çıkar). Meselâ "Muhyi" ismi ile ölüyü diriltir ve "Mümît" ismi ile diriyi öldürürler ve "Hâlik" ismiyle mahlûk halk ederler (yaratırlar). Ve kezâ (aynı şekilde) Hak Teâlâ âlem-i şehâdette (şahit olunan, görünen âlemde), ya'nî âlem-i kebîr-i münfasılda (bitişik olmayan büyük detay âleminde), mahlûk olup insân-ı kâmilin vücûdundan ayrı ve hâric (dışında) olan bilcümle (bütün) eşyanın (şeylerin) hakâyıkını (hakikâtlerini) icâd eyledi (yarattı). Zîrâ (çünkü) insân-ı kâmilin vücûdunda, (varlığında) âlemde (evrende) ne kadar eşyâ (şeyler) var ise, sûret i'tibâriyle (bakımından) onların nazîrini (benzerini) bulmak mümkün değil ise de, onların ma'nâlarını ve hakîkatlerini bulmak kâbildir (mümkündür). Nitekim ahsen-i takvîm (en güzel suret) üzere mahlûk (yaratık) olan insân-ı nâkısta (noksan insanda) bile ba'zı esmânın (isimlerin) ahkâmı (hükümleri) fiilen (fiil olarak) zâhir (görünür) ve bu hakâyık (hakikâtler) mündemicdir (kendinde bulunmaktadır) ve cemâd (taş, maden gibi cansız varlıklar) ve nebât (bitkiler) ve hayvânâtın (hayvanların) envâ'ına (çeşitli türlerine) âit hakâyık-ı süfliyyenin (aşağı, alçak hakikâtlerin) ve melâikenin (meleklerin) envâ'ına (çeşitli türlerine) müteallık (ait) hakâyık-ı ulviyyenin (yüce, yüksek hakikâtlerinin) vücûdu (varlığı) insanda mahsüstür (hissedilir). İşte bu sebeble insanda / gâh (bazen) sıfât-ı hayvâniyye (hayvani sıfatlar) ve gâh (bazen) sıfât-ı melekiyye (meleki sıfatlar) ve gâh (bazen) sıfât-ı şeytâniyye (şetani sıfatlar) gâlib (baskın) olup kendisinden ona göre ef’âl (fiiller) sâdır olur (çıkar). Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (r.a.) âlem-i kebîr-i münfasılda (bitişik olmayan büyük âlemde (evrende) ) olan şeylerin âlem-i sağîr (küçük âlem) olan insanda ne sûretle (şekilde) mevcûd olduğunu et-Tedbîrâtü’l-ilâhiyye fî ıslâhı memleketi’l-insâniyye nâmındaki (adındaki) eser-i âlîlerinde (yüce eserlerinde) tafsîlen (detaylı olarak) îzâh buyururlar (anlatırlar). Ve kezâ (aynı şekilde) muhtasar-ı şerîf (şerefli öz, özet) olan insân-ı kâmili (kamil insanı) Allah Teâlâ âlemin (evrenin) rûhu yaptı da sûretinin kemâlinden dolayı âlî (yüksek) ve sâfil (aşağı) olan eşyâyı (şeyleri) ona teshîr etti (bağladı, emri altına verdi). Zîrâ (çünkü) Fass-ı Âdemî'de (Adem bölümünde) îzâh olunduğu (anlatıldığı) üzere âlem (evren) bî-rûh (ruhsuz) bir cesed-i müsevvâ (tesviye edilmiş, son şekli verilmiş cesed) mesâbesinde (derecesinde) olup Âdem (İnsan-ı kamil) o âlemin (evrenin) rûhudur. Onun sûreti, hakâyık-ı ilâhiyyeyi (İlahi hakikâtleri) ve hakâyık-ı âlemi (evrenin hakikâtlerini) câmi'dir. (toplayandır) Binâenaleyh (bundan dolayı) onun bu sûreti-i câmi'a (toplayıcı sureti) ve kâmilesi (tamlığı, bütünlüğü) sebebiyle, ulüvvü (yukarda olanları) ve süflü (aşağıda olanları) Hak Teâlâ ona müsahhar (teshir olunmuş) kıldı. "Ulüvv"den murâd ervâh-ı ulviyye (yüksek ruhlar) ve âlem-i ervâh (ruhlar âlemi) ve esmâ-i vücûbiyye-i ulviyye; (zorunlu yüce isimler) ve "süfl"den murâd dahi eşhâs-ı süfliyye (aşağıda olan şahıslar) ve âlem-i şehâdet (görünen âlem) ve mezâhir-i kevniyyedir (kevni görüntü yerleridir).

Devam Edecek

 

 

 
 
İzmir - 25.03.2009
asliye@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com