Füsûs-ül Hikem

367. Bölüm

Asliye Tavşanlı
 

KELİME-İ MÛSEVİYYE’DE MÜNDEMİC OLAN "HİKMETTİR

[2.Şerh]

     Ve Risâle-i Gavsiyye'de buyrulur:    قال لي يا غوث الاعظم الانسان سري وانا سره  ولو عرف الانسان منزلته عندي لقال في كل نفس من الانفاس لا ملك اليوم الآ لي    Ya'nî "Allah Teâlâ bana buyurdu: Yâ gavs-i a'zam! İnsan benim sırrımdır ve ben onun sırrıyım. / Eğer insan, benim indimde (katımda) olan mertebesini bilse, bugün mülk ancak benimdir, der idi."

     İmdi Mûsâ'nın denizde sandık içine ilkâsının sûreti, zâhirde helâk ve bâtında katilden necât idi. Binâenaleyh, mevt-i cehilden ilim ile hayy olan nüfûs gibi hayy oldu. Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “O kimse ölü müdür ki (ya'ni cehil ile), biz onu ihyâ ettik (ya’nî' ilim ile) ve onun için bir nûr yaptık ki onunla nâs arasında yürür, (o da hüdâdır). Zulumâtta olan kimse gibi ki (o da dalâldir), ondan hâric değildir" (ya'nî ebeden mühtedî olmaz) (En'âm 6/122). Zîrâ nefsinde emrin gâyeti yoktur ki onun indinde vukûf olunsun. İmdi "hüdâ", insanın hayrete mühtedî olmasıdır ki, muhakkak emrin "hayret" olduğunu bilir. Ve hayret, kalak ve harekettir; ve hareket hayattır. Böyle olunca ne sükûn, ne de mevt yoktur. Ve vücûd vardır, adem poktur ( 5) .

     Yukarıda "sandık" cism-i Mûsâ'ya, (Musa a.s’ın cismine (iç ve dış kuvvelerine) ve "deniz" dahi bahr-i İlim (ilim denizine) ve ma'nâya mukâbildir (karşılıktır), demiş idik. Cenab-ı Şeyh (r.a.) burada diğer bir ma'nâya işâretle buyururlar ki: Mûsâ'nın denizde sandık içine ilkâsının (bırakılmasının) sûreti, zâhirde (dışta) onun gark olarak (boğularak) helâki (ölmesi) idi. Halbuki onun / gark (boğulması) ve helâki (ölmesi) mukadder olmadığından (takdir edilmiş olmadığından), bâtında Fir'avn'ın katlinden (öldürmesinden) necât (kurtulmak) idi. Binâenaleyh (bundan dolayı) bu hal, cehil (cahillik) ile ölü olan nefs-i nâtıkanın (konuşan nefsin (insan nefsinin) ilim ile ihyâsına (diriltilmesine) tekâbül (karşılık) eder ki, cismin ilim ile işgâli (meşgul ettirilmesi), zâhirde (dışta) nefsin hayvâniyyetini (hayvanlığını) ihlâk (öldürmek) ve bâtında (içte) nefs-i nâtıkanın (insan nefsinin) mevt-i cehilden (bilgisizlik ölümünden) halâsıdır (kurtulmasıdır).  Nitekim bu tekâbülü (karşılıklığı) te'yîden (doğrulayarak) Hak Teâlâ buyurur: "Emr böyle değil midir ki, o kimse ki mevt-i cehil (cahillikten ölmek) ile meyyit (ölmüş) oldu; biz onu ilim ile ihyâ ettik (dirilttik). Ve onun için bu ilmi bir nûr yaptık ki, nâs (insanlar) arasında o nûr ile yürür. Ve o nûr dahi, nûr-i hidâyettir (hidayet nurudur).  Ve nûr-i ilim (ilim nuru) ile nâs (insanlar) arasında yürüyen kimse, karanlıklarda kalan kimseye benzer ve o da dalâldir (sapıklıktır) ve şaşkınlıktır. Ondan dışarıya çıkamaz ya'nî ebeden (hiçbir zaman) bir nihâyete (sona) vusûl ile (ulaşarak) mühtedî olamaz (hidayete eremez) (Bkz. En'âm, 6/122). Zîrâ (çünkü) emr (işler) ve şe'n-i ilâhînin (ilahi işlerin, fiillerin) nefs-i emrde (aslında) nihâyeti (sonu) yoktur ki, o nihâyet (son) indinde (yanında) durulabilsin.

     İmdi (şu halde) insan ilim ile emrin (işlerin) nihâyeti (sonu) olmadığını bilince "hayret"e düşer. Ve şu halde "hüdâ", insanın ancak hayrete mühtedî olmasından (girmesinden) ibâret olur. Ya'nî insan sâha-i ilimde (ilim sahasında) sa'y (çalışıp, gayret) edip ilerledikçe, arkasına baktığı vakit, evvelen (ilk önce) derece'i cehline (cahilliğinin derecesine) hayret eder. Sâniyen (ikinci olarak) önüne baktığı vakit, sâha-i ilmin (ilim sahasının) nihâyetini (sonunu) göremez. Ve bu hâl nihâyeti (sonu) olmayan seyr-i fillahdır (Allah’ta seyirdir) ki, sâlik-i ilim (ilim yolcusu) tecellî-i ilâhîde (ilahi tecellide) tekrâr olmadığını ve    كُلَّ يَوْمٍ هُوَ فِي شَأْنٍ    (Rahmân, 55/29) mûcibince (gereğince) tecellîyât-ı Hakk'ın (Hakk’ın tecellilerinin) her ân-ı gayr-i münkasimde (kesintisiz anlarda) müceddeden (yenilenerek) vukû'unu (oluştuğunu) görür. Ve ihtilâf-ı esmâ (isimlerin uyuşmazlığı, farklı oluşları) hasebiyle (dolayısıyla) muhtelif (çeşitli) olan bu tecelliyât (tecelliler) arasında bâdî-i inkâr (inkar sebebi) ve bâis-i tercih (tercih sebebi) olabilecek bir hal (durum) göremez. Ya'nî meselâ, ism-i Hâdî'nin (Hadi isminin) ahkâm (hükümleri) ve âsârı (eserleri) muktezî olduğu (gerektiği) gibi, ism-i Mudill'in (Mudil isminin) ahkâm (hükümleri) ve âsârı (eserleri) dahi muktezî olduğunu (gerektiğini),  mertebe-i ilimde (ilim mertebesinde) çeşm-i akıl (akıl gözü) ile müşâhede edip (görüp) birini diğeri üzerine tercih ve diğerini inkâr edemez. Nitekim, Şeyh-i Ekber'in şeyhi Ebû Medyen Mağribî (r. anhümâ) buyurur. Beyt:

                          فانه من بعض ظهوراته         لا تنكر الباطل في طوره           

     Tercüme: "Bâtılı (boş, beyhude şeyleri) tavrında (davranışında) inkâr etme; zîrâ (çünkü) o da ba'zı esmâ-i ilâhiyyenin (ilahi isimlerin) zuhûrâtındandır (ortaya çıkmalarındandır) /."

     Böyle olunca ârif-i billâh olan (Allah’ı bilen (Allah ile bilen) ) insan "hayret"e mühtedî olup (girip) ebeden (asla) emrin (işlerin) nihâyetini (sonunu) bulamaz. Bu hayret, hayret-i mahmûdedir (beğenilen hayrettir) ki, (S.a.v.) Efendimiz bu hayret hakkında    رب زدني فيك تحيراً    ya'nî "Yâ Rabbi, benim senin hakkında olan hayretimi tezyîd eyle!" (arttır) buyurmuştur. Ve Kur'ân-ı Kerîm’de    رَّبِّ زِدْنِي عِلْماً    (Tâhâ, 20/114) buyruldu ki, "ilim"den murâd, seyr-i fillâha (Allah’ta seyre) âit olan ilimdir. Ve bunun netîcesi hayret ve dalâldir, ya'nî şaşırmaktır. Bundan başka bir de cehilden (cahillikten) münbais olan (ileri gelen) hayret vardır. O da meselâ, bir köylünün hiç görmediği telefonu görüp uzaktaki adam ile mükâleme edince, (konuşunca) hayrete düşmesidir. Bu hayret hayret-i mezmûmedir (beğenilmeyen, yerilen hayrettir). İmdi (şu halde) bu îzâhdan (anlatılanlardan) anlaşılır ki muhakkak emr, (iş) "hayret"tir. Ve hayret "kalak"ı, ya'nî ıztırâbı ve hareketi îcâb eder (gerektirir). Ve hareket dahi hayâtı istilzâm eyler (gerektirir). Binâenaleyh (bundan dolayı) müteharrik (hareketlilik) sükûn (durgunluk) olmadığı gibi mevt (ölüm) dahi yoktur. Ve hayy (canlı) olan için vücûd, ya'nî varlık vardır; adem, ya'nî yokluk yoktur.

     Ma'lûm (bilinmiş) olsun ki, Şeyh Abdullah Ensârî hazretleri Menâzilü’s-sâirîn'de "hayât"ı üç mertebe üzerine tesbît edip (belirtip) buyurur ki:

     Birinci hayât, mevt-i cehilden (cahillikten ölmek) ilim ile hayy (diri) olmaktır. Zîrâ (çünkü) ilim, kalbi ihyâ edip (diriltip) bu kalbin sâhibi taleb-i Hak (Hakk’ı isteme, arzulama) husûsunda dâimâ müteharrik (hareketli) olur. Ve hareket havâss-ı hayâttandır (hayatın özelliğindendir).Ve kalb cehil (ilimsizlik) ile bir ölü gibi sâkin (durgun) olur. Bu ma'nâdan dolayı ilim için "hayat" ve cehil (ilimsizlik) için "mevt" (ölüm) istiâre olunmuştur (benzetilme yollu kullanılmıştır).Ve İmâm-ı Alî (k.a.v.) efendimiz buyurur:    حيات القلب بالعلم فاغتنم وموت القلب با لجهل فا جتنبه    Ya'nî "Hayât-ı kalb (kalbin diriliği) ilim iledir, iğtinâm eyle (ganimet, kazanç say) ve mevt-i kalb (kalbin ölümü) cehil (cahillik, bilgisizlik) iledir, ictinâb eyle (ondan sakın, korun) !"

Devam Edecek

 

 

 
 
İzmir - 08.04.2009
asliye@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com