KELİME-İ
MÛSEVİYYE’DE MÜNDEMİC OLAN "HİKMETTİR
[2.Şerh]
Bunun gibi vücûd-i Hak için, kendisinden zâhir olan
şeyle, neş'esiyle esmâ-i ilâhiyyenin hakâyıkını taleb
eden âlem cinsinden kesret ve kezâ ve kezâ diye ta'dâd-ı
esmâ sâbit oldu. Binâenaleyh, onunla mesnâ oldu.
Halbuki, ahadiyyet-i kesret ona muhâliftir. Ve Hak zâtı
haysiyyeti ile ahadiyyü'l-ayn idi. Cevher-i heyûlânî
gibi ki, zâtı haysiyyetiyle ahadiyyü'l-ayndır. Ve onlara
bi-zâtihi hâmil olup kendisinden zâhir olan sûretler ile
kesîrdir. Hak dahi, suver-i tecellîden kendisinden zâhir
olan şeyle böyledir. Binâenaleyh Hak ma'kûliyyetin
ahadiyyeti ile berâber, suver-i âlemin meclâsı oldu.
İmdi bak ki kullarından dilediğini onun üzerine ıttılâ'a
tahsîs eylediği bu ta'lîm-i ilâhî ne güzeldir! (5-6).
Ya'nî vücud-i arz
(yerin vücudu)
vitr
(tek)
iken kendisinden zâhir
(açığa çıkan)
ve mütevellid olan
(doğan)
ve kendisine müşâbih
(benzeyen)
ve misl-i tabîîsi
(tabii, benzeri)
bulunan şeyle, o arz
(yer)
için şef’iyyetten
(ikilikten)
ibâret olan zevciyyet
(eşlilik)
tekevvün ettiği
(oluştuğu)
gibi, vitr
(tek)
olan vücûd-i Hak
(Hakk’ın varlığı)
için dahi, yine Hakk’n kendisinden zâhir olan
(açığa çıkan)
âlem
(evren)
ile kesret
(çokluk)
ve şef’iyyet
(“çift”lik)
sâbit
(mevcut)
oldu. Bu, öyle vitriyyet
(teklik)
ve şef’iyyettir
(çiftliktir)
ki, Hak Şübhânehû ve Teâlâ sûre-i Fecr'de
(fecr suresinde)
وَالشَّفْعِ وَالْوَتْرِ
(Fecr, 89/3) kelâmiyle
(sözleriyle)
onlara kasem
(yemin, and)
buyurdu. Çünkü o âlem
(evren),
neş'esiyle
(hadis olması, meydana çıkmasıyla)
esmâ-i ilâhiyyenin
(ilahi isimlerin)
hakâyıkını
(hakikatlerini)
taleb eder
(ister).
Ya'nî âlem,
(evren)
esmâ-i ilâhiyye
(ilahi isimler)
ahkâm
(hükümlerinin)
ve âsârının
(eserlerinin)
zuhûrunu
(açığa çıkmasını)
ister. Vücûd-i Hak
(Hakk’ın varlığı)
muvâcehesinde
(karşısında)
âlem cinsinden kesret
(çokluk)
sâbit
(mevcut)
olunca, o keserâtı
(çokluğu)
iktizâ eden
(gerektiren)
Hâlık ve Râzık ve Mün'im ve Mu'tî ve Şâfî gibi isimlerin
zikir
(anılması)
ve ta'dâdı
(sayılması)
icâb eder
(gerekir).
Binâenaleyh
(bundan dolayı)
vücûd-i Vâhid'den
(tek vücuttan)
ibâret olan / Hak, kendisinden zâhir olan
(açığa çıkan)
âlem
(evren)
ile mesnâ
(çift)
oldu, ya'nî ikileşti ve şef’iyyet
(çiftlik)
hâsıl oldu
(oluştu).
Maahâzâ
(bununla beraber)
bu kesretin
(çokluğun)
ahadiyyeti ve şef’iyyet
(çift oluş)
vücûd-ı Hakk’a
(Hakk’ın varlığına)
muhâliftir
(aykırıdır).
Zîrâ
(çünkü)
vücûd-i Hak
(Hakk’ın vücudu)
zâtı haysiyyeti ile
(bakımından)
ahadiyû'l-ayndır
(zatı bakımından ahaddır).
Ve Hak zât-ı şerîfinin
(mübarek zatının)
ve ayn-ı âlîsinin
(yüce zatının)
ahadiyyeti
(sırf, salt tekliği)
i'tibâriyle
(bakımıyle)
ahadiyyet-i kesretten
(çokluğun ahadiyetinden),
ya'nî kesret-i vücûdiyye
(vücut çokluğundan)
ve kesret-i nisebiyyeden
(sıfatların çokluğundan)
münezzehdir
(arıdır, beridir).
Ma'lûm olsun
(bilinsin)
ki, bu bahse
(konuya)
nazaran
(göre)
vücûd-i Hak
(Hakk’ın varlığı)
için üç mertebe sâbit
(belirlenmiş)
olur:
Birincisi ahadiyyet-i zâtiyye
(zatının ahadlığı)
ve lâ-taayyün
(taayyünsüzlük)
mertebesidir ki, "zât-ı sâzic"dir
(zat’ı esmâ ve sıfât ve ef’âl levninden (renginden) sâde
ve sâfîdir.).
Ve bu mertebe için mertebe-i akılda
(akıl mertebesinde)
ne sıfat ve ne de isim mevzû'-i bahs
(söz konusu)
olamaz.
İkinci mertebe vâhidiyyettir
(tekliktir)
ki, suver-i ilmiyye-i esmâiyye
(isimlerin ilmi suretleri)
ve a'yân-ı sâbite
(ilmi suretler)
mertebesidir. Velâkin
(fakat)
bu suver-i ilmiyyenin
(ilmi suretlerin)
hâriçte
(dışta)
taalluk edebilecek
(ilişkili, bağıntılı olabilecek)
mezâhiri
(görüntü yerleri)
olmadığından mertebe-i akılda
(akıl mertebesinde)
sâbittirler
(mevcutturlar).
Ya'nî vücûd-i hâricileri
(yoğunlaşmış suretleri)
ve hissîleri
(hissi varlıkları)
olmayıp yalnız vücûd-i zihnileri
(zihni varlıkları)
vardır.
Üçüncü mertebe rubûbiyyettir ki, vücûd-i âlemin
(evrenin varlığının)
zuhûru
(meydana çıkması)
ve ikinci mertebedeki suver-i ilmiyye
(ilmi suretlerin)
ahkâm
(hükümlerinin)
ve âsârının
(eserlerinin)
hâriçte
(dışta)
ve âlemde
(evrende)
bürûzu
(belirmesi)
mertebesidir. Bu suver
(suretler)
mertebe-i histe
(his mertebesinde)
de sâbit
(anlaşılmış)
olur.
İşte vücûd-i vâhid-i Hak'tan
(Hakk’ın tek varlığından)
zâhir olan
(açığa çıkan)
âlem
(evren)
ile o vücûd-i vâhid
(tek vücut)
mesnâ
(çift)
olmakla berâber, kesret-i mezâhirin
(görüntü yerlerinin çokluğu)
ahadiyyetine
(salt tekliğine)
muhâliftir
(aykırıdır).
Meselâ su, suluk mertebesinde kaldıkça vâhidü'l-ayndır
(tek hakikattir).
Onda kesret-i nisebiyye
(çokluk vasıfları)
yoktur. Fakat donup muhtelif
(çeşitli)
şekillerde tebellür ederek
(billurlaşarak)
taaddüd
(sayısı artıp)
ve tekessür edince
(çoğalınca),
artık onun suluk mertebesine, bu kesretin
(çokluğun)
hey'et-i mecmûa-i ahadiyyesi
(bütün hepsi (genel görünüşü) ahadiyetine)
muhâlif
(aykırı)
olur. Zîrâ
(çünkü)
su ile yapılan şeyler, buz ile yapılamaz. Âlem
(evren)
dahi böyledir. Zîrâ
(çünkü)
vâhidü'l ayn
(tek hakikat)
olan âleme
(evrene),
kendi cinsi ve kendi misl-i tabîîsi
(tabii benzeri)
olarak, kendisinden zuhûr eden
(meydana çıkan)
kesretin
(çokluğun)
hey'et-i mecmûa-i ahadiyyesi
(bütün hepsi (genel görünüşü) ahadiyetine)
muhâliftir
(aykırıdır).
İstitrâd:
فثنيت به وتخالفه
ibâresinin
(cümlesinin)
ihtilâfına
(uyumsuzluğuna, aykırı olmuş olduğuna)
mebnî
(dayalı olarak)
şurrâh
(şerh edenler)
dahi ihtilâf
(anlaşmazlık)
üzeredir. Bosnevi Abdullah Efendi hazretleri kendi
şerhinde
فتثبت به وتخالفه
sûretinde
(şeklinde)
almıştır. Dâvûd-ı Kayserî hazretleri
فثنبت به وبخالقه
sûretinde
(şeklinde)
almış ve cenâb-ı Bosnevi onun hatâ ettiğini isbâta
(kanıtlamaya)
gayret etmiştir.
Bâlî Efendi hazretleri
فثنيت به و بخالقه
süretinde
(şeklinde)
almış ve ba'zı mûtâlaâtta
(kanaatlerde)
bulunmuştur. Kâşânî
فثنيت به و بخالفه
sûretinde
(şeklinde)
almış ve Dâvûd-ı Kayserî'de
بخالقه
kavline
(sözlerine)
hatâ isnâd eylemiştir
(atfetmişlerdir).
Yâkûb
Han
فثبتت به و يخالفه
sûretinde
(şeklinde)
almıştır. Te’vîl-i Muhkem
فثبتت به و بخالقه
sûretinde
(şeklinde)
almıştır. Bu ihtilâf-ı ibâre
(anlaşmazlığa sebep olan cümleler)
nüsha-i asliyyede
(orijinal metinde)
فثبتت به وبخالقه
kelimelerinin menkût
(harfleri noktalı)
olmamasından ve her şârihin
(şerh edenin)
kendi zevkıne göre kırâat etmesinden
(okumasından)
inbiâs etmiş
(ileri gelmiş)
olması kaviyyen
(kuvvetle)
muhtemeldir. Zîrâ
(çünkü)
fakîr 1325 senesi Kânûn-i evvelinde Konya'da Sadreddîn
Konevî hazretlerinin kabr-i şerîfini
(mübarek kabrini)
ziyâretim esnâsında, mescidin kütüphânesindeki
kitaplârda muharrer
(yazılı)
hurûfun
(harflerin)
menkûd
(noktalı)
olmadığını gördüm. Binâenaleyh
(bundan dolayı)
fakir
فثنيت
kelimesinde Bâlî ve Kâşânî nüshalarını ve
تخالفه
kavlinde
(sözlerinde)
de Bosnevi hazretleri nüshasını
(yazdığını)
muvâfık
(uygun)
buldum. Ve ibârenin
(cümlenin)
bu sûretle
(şekilde)
terkîbinde
hâsıl
(mevcut)
olan ma'nâyı da Hz. Şeyh-i Ekber (r.a.)’in maksad-ı
âlîlerine
(yüce maksatlarına)
mutâbık
(uygun)
gördüm. Tafsîlât-ı sâireden
(diğer detaylardan)
sarf-ı nazarla
(vaz geçerek)
hatâ veyâ isâbet hükmünü kariîn-i kirâmın
(muhterem okuyucuların)
zevkıne havâle ederim.
Devam Edecek |