KELİME-İ
MÛSEVİYYE’DE MÜNDEMİC OLAN "HİKMETTİR
[2.Şerh]
Velhâsıl
(sözün kısası)
Hak, yukarıdaki misallere mutâbık
(uygun)
olarak kendisinden zâhir olan
(açığa çıkan)
âlem
(evren)
ile mesnâ
(çift)
oldu. Ve vitr
(tek)
olan vücûd-i Hak
(Hakk’ın vücudu)
âlem
(evren)
ile şef’
(çift)
oldu. Halbuki kesretin
(çokluğun)
ahadiyyeti vücûd-i Hakk'a
(Hakk’ın varlığına)
muhâliftir
(aykırıdır).
Zîrâ
(çünkü)
Hak zâtı cihetinden
(yönünden)
ahadiyyü'l-ayndır
(sırf, salt zattır).
Nitekim cevher-i heyûlânî
(maddenin ilk cevheri (ruh-i a’zam)
zâtı cihetinden
(yönünden)
ahadiyyü'l-ayndir
(salt, sırf, tek
zattır).
Ve kendisinden zâhir olan
(açığa çıkan)
sûretleri zâtında bi'l-kuvve
(kuvve, güç olarak)
hâmil olup
(taşıyıp)
o suver-i zâhire
(açığa çıkmış o suret)
ile kesîrdir
(çoktur).
Meselâ hokkanın içindeki mürekkeb vâhidü'l-ayndır
(tek şeydir).
Ve o ayn-ı vâhide
(tek şey),
zâtında, kâtibin yazacağı bir çok kelimeleri hâmildir
(taşımaktadır).
Vaktâki
(ne zaman ki)
kâtib kalemi o mürekkebe batırıp kağıt sahifeleri
üzerine kelimeleri yazar ve bu suver-i muhtelife
(çeşitli şekiller)
mürekkebden hâsıl olmakla
(ortaya çıkmakla)
vahdetten
(teklikten)
kesret
(çokluk)
husûle gelmiş
(oluşmuş)
olur. İşte Hak dahi tecelliyât-ı sıfâtiyye ve esmâiy-yesiyle
(sıfatlarının ve isimlerinin tecellileriyle),
kendisinden zâhir olan
(açığa çıkan)
şeyle böyledir. Binâenaleyh
(bundan dolayı)
Hak, mertebe-i ma'kûliyette
(akıl mertebesinde)
sâbit
(belirlenmiş, mevcut)
olan sıfât
(sıfatlar)
ve esmâ
(isimler)
hey'et-i mecmûa-sının
(bütün hepsinin)
ahadiyyeti ile âlem
(evren)
sûretlerinin meclâsıdır
(aynasıdır).
Ya'nî mertebe-i akılda
(akıl mertebesinde)
sâbit
(mevcut)
olan cevher-i heyûlânî
(maddenin ilk cevheri)
kendisinden zâhir olan
(açığa çıkan)
suver-i kesîrenin
(çokluk suretlerinin)
meclâsı
(aynası)
olduğu gibi, vücûd-ı vâhid-i hakiki-i Hak
(gerçek tek vücut sahibi Hak)
dahi kezâlik
(böylece)
mertebe-i akılda
(akıl mertebesinde)
sâbit
(mevcut)
olan sıfât
(sıfatlar)
ve esmâ
(isimler)
ahadiyyeti ile bu sıfât
(sıfatlar)
ve esmânın
(isimlerin)
mezâhiri
(görüntü yerleri)
olan âlem
(evren)
sûretlerinin meclâsı
(aynası)
oldu.
İmdi
(buna göre)
bu ta'lîm-i ilâhiye
(ilahi öğretiye),
çeşm-i akıl
(akıl gözü)
ile nazar et
(bak)
ki, ne güzeldir! Ve Hak Teâlâ bu ta'lîm-i ilâhisine
(ilahi öğretisine),
her kulunu değil, ancak dilediği kullarını muttali'
kılar
(haberdar eder)
وَاللّهُ
يَخْتَصُّ بِرَحْمَتِهِ مَن يَشَاءُ
(Bakara, 2/105).
Vaktâki âl-i Fir'avn, Mûsâ'yı deniz içinde ağaç
indinde buldu, Fir'avn onu "Mûsâ" tesmiye etti. Zîrâ مُوء
kıptîce "su" ve
سا
"ağaç"tır. Binâenaleyh onu, indinde bulduğu şey ile
tesmiye etti. Çünkü sandık, denizde ağaç indinde durdu.
İmdi onu öldürmek murâd etti. Onun zevcesi, Mûsâ
Hakkında söyledi ve Fir'avn'a söylediği şeyde nutk-ı
ilâhî ile muntaka idi. Zîrâ Allah Teâlâ onu kemâl için
halk etti. Nitekim, Aleyhi's-selâm, onun için ve Meryem
binti İmrân için, erkeklere mahsûs olan kemâle şehâdet
eylediği haysiyyetten haber verdi (7).
Cenâb-ı Şeyh (r.a.), yukarıda Mûsâ (a.s.)’ın
hikmetleri çok olduğunu beyân etmiş
(anlatmış)
ve Fir'avn'ın, Mûsâ için Benî İsrâîl
(İsrail oğullarının)
çocuklarını katl etmesinin
(öldürmesinin)
ve Hz. Mûsâ'nın sandığa vaz'an
(konularak)
denize ilkâ olunmasının
(bırakılmasının)
hikmetlerini îzâh buyurmuş
(anlatmış)
idi. Şimdi de cenâb-ı Mûsâ'nın
(Musa a.s.’ın)
âl-i Fir'avn
(Firavun’un yakınlarının)
yedine
(eline)
düşmesi Hakkındaki hikmeti beyânen
(anlatarak)
buyururlar ki: Fir'avn'ın âlî,
(Firavun’un yakınları)
ya'nî onun havâssı
(saygınları),
Mûsâ'yı deniz içinde ağaç indinde
(yanında)
bulunca Fir'avn'a haber verdiler; Fir'avn onu "Mûsâ"
tesmiye etti
(diye isimlendirdi).
Çünkü kıbtî
(çingene)
lisânında
(dilinde)
"mû"' su ve "sâ" ağaç ma'nâsınadır. Binâenaleyh
(bundan dolayı)
Fir'avn, ona isim ve ma'nâ husûsunda teemmül
(fazla düşünmeyip)
ve tekellüf etmeyip
(zahmete girmeyip)
onu eşyâdan
ne şey indinde
(yanında)
bulmuş ise o şeyin ismiyle tesmiye etti
(isimlendirdi).
Fakat F'ir'avn ona isim vaz' etmekle
(koymakla)
berâber, o senedeki hûn-rîzliğini
(kan dökücülüğünü)
unutmayıp bunu dahi katl etmek
(öldürmek)
istedi ise de, zevcesi
(eşi)
olan Hz. Âsiye Fir'avn'ı katilden
(öldürmekten)
vaz geçirmek için cenâb-ı Mûsâ'nın lehinde
(çıkarına)
Fir'avn'a söz söyledi ki, bu söz, / onu Hakk'ın nutk-ı
ilâhisiyle
(Hakk’ın söyletmesiyle)
intâkı
(söylemesi)
idi. Çünkü Hak Teâlâ hazretleri cenâb-ı Âsiye'yi kemâl
için halk buyurdu
(yarattı).
Nitekim (S.a.v.) Efendimiz:
كمل من الرجال كثيرون وما كمل من النساء إلا مريم بنت
عمران وآسية إمرأة فر عون و فا طمة بنت
محمد و خديجة بنت خويلد
ya'nî “Erkeklerden çok kimse kemâle
(olgunluğa)
geldi. Ve kadınlardan ancak İmrân'ın kızı Meryem ve
Fir'avn'ın zevcesi
(eşi)
Âsiye ve Muhammed (a.s.v.)’ın kerîmeleri
(kızları)
Fâtıma ve Huveylid'in kerîmesi
(kızı)
Hadice (r. anhümâ) kemâle geldi”
(tamlığa, mükemmelliğe erişti)
hadîs-i şerîfinde haber verdi. Ve
لِّلَّذِينَ آمَنُوا اِمْرَأَةَ فِرْعَوْنَ إِذْ قَالَتْ
رَبِّ ابْنِ لِي عِندَكَ
بَيْتاً فِي الْجَنَّةِ وَنَجِّنِي مِن فِرْعَوْنَ
وَعَمَلِهِ وَنَجِّنِي مِنَ الْقَوْمِ الظَّالِمِينَ
(Tahrîm,
66/11) âyet-i kerîmesi ile de Kur'ân ile şehâdet
(şahitlik)
eyledi. Bu ihbâr-ı risâlet-penâhi
(Hz. Muhammed’in bu bildirileri),
onun erkeklere mahsûs
(özel)
olan kemâline
(olgunluğuna)
şehâdet
(şahitlik)
idi.
Devam Edecek |