KELİME-İ
MÛSEVİYYE’DE MÜNDEMİC OLAN "HİKMETTİR
[2.Şerh]
Binâenaleyh Mûsâ hakkında Fir'avn'a "Muhakkak o,
benim ve senin için kurretü'l-ayndir" (Kasas, 28/9)
dedi. İmdi bizim dediğimiz gibi, ona hâsıl olan kemâl
sebebiyle, onun kurretü'l-ayni oldu. Ve Fir'avn'a da
inde'l-gark Allah Teâlâ'nın verdiği îmân sebebiyle
kurret-i ayn oldu. Binâenaleyh onu tâhir ve mutahhar
olarak kabz eyledi ki, onda habes cinsinden bir şey
kalmadı. Zîrâ onu âsâmdan bir şey iktisâbından mukaddem
îmânı indinde kabz etti, halbuki islâm, mâ-kablini /
kat' eder. Ve rahmet-i ilâhiyyeden bir kimse me'yûs
olmamak için, Hak Sübhânehü dilediği kimseye olan
inâyetine onu bir âyet kıldı. Zîrâ revhullahdan ancak
kâfir olan tâife me'yûs olur. İmdi eğer Fir’avn, me'yûs
olan kimselerden olaydı, îmâna mübâderet etmezdi. Böyle
olunca Mûsâ (a.s.), Fir'avn'ın zevcesi kendi hakkında
dediği gibi oldu ki
قُرَّتُ عَيْنٍ لِّي وَلَكَ لَا تَقْتُلُوهُ عَسَى أَن
يَنفَعَنَا
(Kasas, 28/9) ya'nî "Benim ve senin için kurret-i ayndir,
onu öldürme! Karîben bize nef’i olur" demiş idi. Ve
böylece vâkı' oldu. Her ne kadar mülk-i Fir'avn'ın
helâki ve onun âlinin helâki onun elleriyle olan nebî
olduğuna onların şuûru yok idiyse de, muhakkak Allah
Teâlâ Mûsâ (a.s.) ile onlara nef’ verdi (7).
Ya'nî Âsiye'nin cenâb-ı Mûsâ
(Musa a.s.) hakkında
nutk-ı ilâhî (hakın
söyletmesi) ile muntaka olduğu
(konuşturulduğu)
kelâm (sözler),
Kur'ân-ı
Kerîm’de zikr olunduğu
(anlatıldığı) üzere
لَا تَقْتُلُوهُ عَسَى أَن يَنفَعَنَا أَوْ نَتَّخِذَهُ
وَلَداً
(Kasas, 28/9) ya'ni "Bu çocuk senin ve benim için göz
aydınlığıdır. Onu öldürme! Yakında bize fâidesi
(faydası) olur,
yâhut biz onu evlâd ittihâz ederiz"
(ediniriz)
demesidir. Filhakîka da
(gerçekte de) bizim yukarıda söylediğimiz
vech ile
(biçimde) cenâb-ı
Âsiye, kendisine erkeklere mahsûs
(özel) olan kemâlin
(olgunluğun)
husûlû (oluşması)
sebebiyle gözü aydın oldu. Ve Fir'avn'a da denizde
boğulacağı vakit Allah Teâlâ'nın kendisine nasib ettiği
îmân sebebiyle kurret-i ayn
(gözü aydın) oldu.
Ma'lûm olsun (bilinsin)
ki, Fir'avn'ın îmânı âyet-i kerîme ile
sâbittir (mevcuttur).
Nitekim Hak
حَتَّى إِذَا أَدْرَكَهُ الْغَرَقُ قَالَ آمَنتُ أَنَّهُ
لا إِلِـهَ إِلاَّ الَّذِي آمَنَتْ بِهِ بَنُو
إِسْرَائِيلَ وَأَنَاْ مِنَ الْمُسْلِمِينَ
Teâlâ buyurur: (Yûnus, 10/90) ya'nî "Deryâda
(denizde) garkı
(boğulacağını) idrâk
edince (anlayınca),
ben ancak Benî İsrâîl'in
(İsrail oğullarının)
kendisine imân ettiği Allah'a îmân ettim ve
Müslümanlardanım, dedi". Şurrâh-ı kirâm
(şerh edenler),
nass (kesin
delil, açık ayet) vukû'una
(olduğuna)
mebnî (dayalı)
Fir'avn'ın îmânında müttehiddir
(birleşmişlerdir).Fakat
bu îmânın makbûliyyeti hakkında ihtilâf etmişlerdir
(anlaşamamışlardır).
Ezcümle (özellikle)
Bâlî Efendi hazretleri kendi şerhinde bu husûsta
tekellüf edip (özen
gösterip) Hz. Şeyh, Fir'avn'ın sıhhat-i
îmânında (imanının
doğruluğunda) bir hükm-i kat'î
(kesin karar)
vermemiş ve belki tevakkuf
(tereddüt)
etmiş olduğunu isbâta
(kanıtlamaya) sa'y
(gayret) etmiştir.
Halbuki mes'ele vâzıhdır
(açıktır). Hz.
Şeyh, Fütûhât-ı Mekkiyye'lerinde buyururlar ki: "Fir'avn'ın
îmânını beyân eden
(açıklayan) âyet-i kerîmenin mâ’ ba'dinde
(sonunda) Hak
Sübhânehû ve Teâlâ hazretleri /
آلآنَ وَقَدْ عَصَيْتَ قَبْلُ وَكُنتَ
مِنَ الْمُفْسِدِينَ
(Yûnus, 10/91) ya'nî "Şimdi mi aklın başına geldi?
Halbuki evvelce isyân etmiş ve müfsidlerden
(bozgunculardan)
olmuş idin" buyurmuştur. Eğer Fir'avn müteyakkınen
(şüphesiz, kesin olarak)
îmân etmemiş olsa idi, Hak Teâlâ hazretleri onun
hakkında dahi, A'râb (Arap
halkı) hakkındaki
قَالَتِ الْأَعْرَابُ آمَنَّا قُل لَّمْ تُؤْمِنُوا
وَلَكِنقُولُوا أَسْلَمْنَا
(Hucurât, 49/14) ya'nî "A'râb
(Araplar) îmân ettik
dediler; yâ habîbim de ki: Îmân etmediniz, velâkin
(fakat) münkâd
olduk, (boyun eğdik, teslim
olduk) deyiniz!" kelâmını
(sözünü) irâd
buyurur (söyler)
idi. Halbuki böyle demedi de
مِنَ الْمُفْسِدِينَ
آلآنَ وَقَدْ عَصَيْتَ قَبْلُ وَكُنتَ
buyurdu. Bu ise kalben fesâdından
(fenalıklarından)
rücû' etmiş (geri dönmüş)
olan kimseye karşı lâyık olan
(yaraşır) bir
hitâpdır (söyleyiştir).
Dâvûd-ı Kayserî hazretleri kendi şerhinde لًما
كان ايمان فرعون في البحر حيث رأى طريقاً واضحا عبر عليها
بنو اسرائيل قبل التغرغر و قبل ظهور احكام الآخرة له مما
يثاهده الناس عند الغرغرة جعل ايمانه صحيحا معتدأ به فانه
ايمان با لغيب
ya'nî "Vaktâki (ne vakit ki)
Fir'avn'ın îmânı, bahrde
(denizde) Benû
İsrâil'in (İsrail
oğullarının) üzerinden geçtiği bir tarîk-ı
vâzıh (apaçık bir yol)
gördüğü haysiyyetle
(sebebiyle) ,
kable't-tegargur
(boğulmazdan önce) ve gargara indinde
(zamanında) nâsın
(insanların)
müşâhede eylediği (gördüğü)
şeyden, ona ahkâm-ı âhiretin
(ahiret hükümlerinin)
zuhûrundan
(görünmesinden) mukaddem
(önce) vâkı' oldu
(gerçekleşti);
îmânını sahîh
(doğru) ve mu'teddün-bih
(makbul, kabul edilmiş)
olarak yaptı. Zîrâ
(çünkü) o îmân-bi'l-gaybdir"
(gaybe imandır)
buyurmuş ve Bâlî Efendi hazretleri bu ibâreyi
(cümleyi) Dâvûd-ı
Kayserî'nin ibâre-i şerhi
(şerh ettiği cümle) sûretinde
(şeklinde) telakkî
ile (alarak) "Bu
sahîh (doğru)
değildir" demiştir. Halbuki bu ibâre
(cümle) Fütûhât-ı
Mekkiyye'den me'hûzdür
(alınmıştır).
Ve Fütûhât-ı Mekkiyye'nin diğer
bâbında (bölümünde)
cenâb-ı Şeyh-i Ekber (r.a.) da'vâ-yı rubûbiyyetin
(rububiyetlik iddiasının)
nârda (ateşte)
hulûda (daimi
surette kalmasına) sebeb olacağını zikr
etmekle (anlatmakla)
berâber, misâl olarak "Fir'avn ve Nemrûd gibi"
buyurmuşlardır. Fakat bu beyân
(açıklama) Hz.
Şeyh'in Fir'avn hakkındaki zehâbını
(düşüncesini) ta'yîn
etmez (belirtmez).
Zîrâ (çünkü)
burada maksad nârda
(ateşte) hulûda
(daimi kalmaya)
sebeb olan hâli beyân etmektir.
(anlatmaktır) Gerçi
(her ne kadar)
Fir'avn rubûbiyyet da'vâsında
(iddiasında)
bulundu; velâkin (fakat)
gerek Fütûhât'ın muhtelif
(çeşitli)
mahallerinde (yerlerinde)
ve gerek bu Fusûsu’l-Hikem'de beyân
buyrulduğu (anlatıldığı)
üzere, âyet-i kerîmedeki sarâhat
(açıklık) mûcibince,
(gereğince) îmân
edip bu da'vâdan (iddiadan)
vaz geçti ve Nemrûd'dan ayrılmış oldu.
Velhâsıl (sözün kısası)
gerek Fütûhât'tan ve gerek ibâre-i
Fusûs'tan (Fusus’taki
cümleden),
Hz. Şeyh'in zehâb-ı âlîleri
(yüce düşünceleri)
îmân-ı Fir'avn'ın
(Firavun’un imanının) sıhhati
(doğruluğu) ve
makbûliyyeti cânibinedir
(yönündedir).
Zîrâ (çünkü)
eğer Fir'avn'ın îmânı sahîh
(doğru, sağlam)
değil ise âhirette ebediyyen nârda
(ateşte) kalacaktır.
Binâenaleyh (bundan dolayı)
bu i'tibârla
(hususla) cenâb-ı Mûsâ Fir'avnın / "kurret-i
ayn"i (göz nuru)
olamaz ve dünyâda mülkünü ve saltanatını harâb ettiği
cihetle (yönüyle)
bu i'tibâr ile de
(hususla da) "kurret-i ayn"i
(göz nuru) olamaz.
Şu halde cenâb-ı Âsiye'nin قُرَّتُ
عَيْنٍ لِّي وَلَكَ
(Kasas, 28/9) kavli
(sözleri) intâk-ı ilâhî
(hakk’ın sözleri)
değil, belki haşv olmak
(manasız ve boş sözler olması) îcâb eder
(gerekir).
Hz. Şeyh bu kavl-i âlîlerini
(yüce düşüncelerini)
te'yîden (doğrulayarak)
buyurur ki: Allah Teâlâ Fir'avn'ı tâhir
(temiz) ve mutahhar
(temizlenmiş)
olarak kabz eyledi (ruhunu
aldı).
Ya'nî o cenâb-ı Mûsâ'ya karşı mağlûbiyyetini
müşâhede (görünce)
ve gark olmak (boğulmak)
ihtimâlini derpîş edince
(göz önünde bulundurunca),
şirkten ve da'vâ-yı rubûbiyyetten
(rububiyet iddiasından)
rücû' etmekle (geri
dönmekle) habes-i i'tikâdîden
(kötü inançtan)
tâhir oldu (temizlendi).
Ve imânını ızhâr etmekle
(göstermekle)
evvelki (önceki)
hâl-i küfrü (küfür hali)
sâkıt (hükümsüz
kaldı, düşmüş) oldu. Zîrâ
(çünkü) İslâm
mâkablini (önceyi, geçmişi)
kat' eder (keser,
bitirir). Ve
maâsîden (günahlardan)
bir ma'sıyet
(günah) irtikâbına
(işlemeye) vakit
bulmaksızın gark olmakla
(boğulmakla) bu tahâreti
(temizliği) muhtell
olmadı (bozulmadı).
Ve bir kâfir İslâma gelmekle ona gusül
(boy aptesi) ve
tahâret-i zâhiriyye (dış
temizlik) îcâb eder
(gerekir).
Halbuki Fir'avn suya gark olarak
(batarak) bu tahâret-i
zâhiriyye (dış temizlik)
dâhi hâsıl
(olmuş) olduğundan, Fir'avn bu i'tibarla
(hususla) da şerîat-i
mûseviyyeye (Musevi
şeriatine) nazaran
(göre) mutahhar
(temizlenmiş) olarak
münkabız (ölmüş)
oldu ki, cenâb-ı Şeyh (r.a.) bunu Fütûhât-ı Mekkiyye'lerinde
îzâh buyurmuşlardır
(anlatmışlardır).
Devam Edecek |