KELİME-İ
MÛSEVİYYE’DE MÜNDEMİC OLAN "HİKMETTİR
[2.Şerh]
Ve Fir'avn bunca sene da'vâ-yı rubûbiyyet ettiği
(rububiyet iddiasında
bulunduğu) ve ibâdullah
(Allah kulları)
Hakkında mezâlim (zulümler)
icrâ eylediği
(yaptığı) halde onun îmân ile intikâli
(göçmesi),
rahmet-i
ilâhiyyeden (Hakk’ın
rahmetinden) hiçbir kimsenin me'yûs
(ümitsiz) olmaması
için, Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretlerinin dilediği
kimseye olan inâyetine
(ihsanına) bir âyet
(apaçık nişan, işaret)
idi. Zîrâ (çünkü)
kulların a'zamî (en
büyük) şenâati
(kötülükleri),
Fir'avn ve Nemrûd gibi pek ma'dûd
(çok sayıda) olan
emsâlinde (benzerlerinde)
zâhir olmuş
(görülmüş) idi. Binâenaleyh
(bundan dolayı)
Fir'avn'ın bu sûretle
(şekilde) intikâli
(göçmesi) ve
devlet-i îmânın (iman
saadetinin) ona nasîb olması inâyet-i Hak
(Hakk’ın ihsanı, lutfu)
için bir âyet-i azîme
(büyük alamet, işaret) olmakla, Allâhû Zü'l-Celâl
hazretlerinin vücûdunu
(varlığını) tasdîk eden
(onaylayan, kabul eden)
mü'minler hiçbir vakit rahmet-i ilâhiyyeden
(Hakk’ın rahmetinden)
meyûs (ümitsiz)
olmamak icâb eder.
(gerekir) Rahmet-i ilahiyyeden
(Hakk’ın rahmetinden)
me'yûs olanlar (ümidini
kesenler) ancak kâfirlerdir. Zîrâ
(çünkü) kâfirler
vücûd-i Hakk'ı (Hakk’ın
varlığını) tasdîk etmedikleri
(onaylamadıkları)
için, bu gibi felâket zamanlarında onların ilticâ edecek
(sığınacak) bir
melce'i (sığıntı yerleri)
yoktur. Bu i'tibârla
(hususla),
rahmet-i ilâhiyyeden
(Hakk’ın rahmetinden)
me'yûsdurlar
(ümitsizdirler).
Bunun delîl-i vâzıhı
(açık meydanda olan kanıtı),
hayatlarında herhangi bir sebeble sıkıntıya
mübtelâ olan (düşen)
münkirlerden
(inkarcılardan) ba'zılarının boyun eğip
"Amân!" diyecek bir melce'
(sığınacak bir yer) bulamayarak intihâr veyâ
tecennün etmeleridir
(delirmeleridir, çıldırmalarıdır).
İmdi (şu halde)
eğer Fir'avn, bu kabîl
(sınıf) /
kimselerden olaydı felâket-i gark
(boğulma felaketi)
zamânında "Amân yâ Rabbi, ben de Benî İsrâîl
(İsrail oğulları)
gibi îmân ettim" demez ve Allah Teâlâ Hazretlerini
kendisine melce'
(sığınılacak yer) bilmez idi. Binâenaleyh
(bundan dolayı)
zevcesinin (eşinin)
dediği gibi, Mûsâ (a.s.) Fir'avn'ın kurret-i ayni
(göz nuru) oldu.
Gerçi (her ne kadar)
Hz. Âsiye böyle dediği ve Fir'avn dahi onu katlden
(öldürmekten)
vazgeçtiği vakit, cenâb-ı Mûsâ Fir'avn'ın mülkünü
(ülkesini) harâb ve
havâssını (yanında bulunan
saygınlarını)
helâk edecek
(mahvedecek)
bir nebîyy-i zî-şân
(büyük, ulu bir nebi (peygamber) ) olduğuna
ikisinin dahi vukûfu
(haberi) yok idi. Fakat, Allah Teâlâ ind-i
ilâhisinde (ilahi katında)
ma'lûm olan
(bilinen) bu maddeyi cenâb-ı Âsiye'ye
söyletti ve Fir'avn'ı da inandırdı. Binâenaleyh
(bundan dolayı) Mûsâ
(a.s.) ile her ikisine de nef’
(menfaat, fayda)
verdi. Zîrâ (çünkü)
her bir ferdin
müddet-i hayâtında
(hayatı boyunca) ba'zan başına gelecek bir
vak'ayı (olayı)
Hak Teâlâ ya kendisine söyletir veyâ tahayyül
(düşündürür, hayal)
ettirir veyâhut diğer birine söyletir. Dikkat edenler bu
hâli tasdîk ederler
(onaylarlar).
Velhâsıl (sözün kısası)
cenâb-ı Mûsâ, îmânı sebebiyle Fir'avn'ın
kurret-i ayni (göz nuru)
oldu. Bunu başka türlü te’vîle
(yorumlamaya, çevirmeye)
mahâl yoktur. Ve Fır'avn'ın îmânı nass-ı Kur'ân
(açık kuran ayeti)
ile sâbittir (mevcuttur,
bellidir).
Bu imânın makbûliyyetine mebnî
(dayalı),
onun nârda
(ateşte) ebedî kalmayacağına da karâin-i
kur'âniyye (Kuran’da
ipuçları) vardır. Bu îmânın merdûdiyyetine
(kabul edilmemiş olduğuna)
ve nârda (ateşte)
hulûduna (devamlı
surette kalacağına) dâir nass-ı Kur'ânî
(açık Kuran ayeti)
olmadığı gibi karâin-i Kur'âniyye
(Kuran’da ipucları)
de yoktur. Nitekim, Dâvûd-i Kayserî hazretleri şu vech
ile (şekilde)
îzâh ederler (açıklarlar):
Kur'ân-ı Kerîm'de
الْمَوْرُودُ
يَقْدُمُ قَوْمَهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ فَأَوْرَدَهُمُ
النَّارَ وَبِئْسَ الْوِرْدُ
(Hûd, 11/98) âyet-i kerîmesi Fır'avn'ın nârda
(ateşte) hulûduna
(devamlı kalacağına)
nass (açık delil)
değildir. (Hûd, 11/99) ve
وَيَوْمَ الْقِيَامَةِ هُم مِّنَ الْمَقْبُوحِينَ
وَأَتْبَعْنَاهُمْ فِي هَذِهِ الدُّنْيَا لَعْنَةً
(Kasas, 28/42) âyet-i kerîmelerindeki
هُمْ
zamirleri kavm-i Fir'avn'a
(Firavun’un kavmine)
râci'dir (dönüktür,
aittir).
Ve la'net (beddua)
ve duhûl-i nâr
(ateşe girmek) îmânı münâfî
(imana aykırı, ters)
değildir. Zîrâ (çünkü)
la'net (beddua),
bu'ddur
(uzaklıktır).
Ve bud (uzaklık)
ise, mahcûbîn
(kalp gözleri perdeli olanlar) ve usâtda
(asilerde) ve
Müslimînden (Müslümanlardan)
olan fesekada
(günahkârda) olduğu gibi, îmân ile ictimâ'
eder (bir
arada bulunur).
Ve nâra (ateşe)
vürûd (ulaşmak)
ise onlara mahsûs
(özel) değildir.
Belki kâffe-i nasa (bütün
insanlara) âmm
(genel) ve şâmildir
(kapsar).
Nitekim buyrulur:
حَتْماً مَّقْضِيّاً
وَارِدُهَا كَانَ عَلَى رَبِّكَ
(Meryem, 19/71) Ve Fir'avn'ın îmânından sonra küfrü
Hakkında da Kur'ân'da bir nass
(kesin delil, açık ayet)
yoktur. Ve ondan vâkı'
(olmuş) olan hikâyât
(hikâyeler) ise,
îmânından mukaddem (önce)
olan ahvâline
(hallerine) taalluk eder
(bağıntılıdır)./
وَحَاقَ بِآلِ فِرْعَوْنَ سُوءُ الْعَذَابِ
النَّارُيُعْرَضُونَ عَلَيْهَا غُدُوّاً وَعَشِيّاً
وَيَوْمَ تَقُومُ السَّاعَةُ أَدْخِلُواآلَ فِرْعَوْنَ
أَشَدَّ الْعَذَابِ
(Mü'min, 40/45-46) âyet-i kerîmeleri Fir'avn'ın âli
(yakınları)
ve havâssı
(saygınları)
Hakkındadır. İslâm ile mürtefi'
(yücelmiş) olmayan
Fir'avn'ın mezâlimi (zulumleri)
ve üzerindeki hukûk-ı ibâd
(kul hakları)
hasebiyle (dolayısıyle)
ta'zîbi (azab
vermesi),
kezâlik (aynı şekilde)
münâfî-i îmân
(imanla zıt)
değildir. Zîrâ (çünkü)
onun îmânının fâidesi
(faydası) nârda
(ateşte) ebedî
(devamlı olarak)
kalmamasıdır.
Devam Edecek |