Füsûs-ül Hikem

372. Bölüm

Asliye Tavşanlı
 

KELİME-İ MÛSEVİYYE’DE MÜNDEMİC OLAN "HİKMETTİR

[2.Şerh]

    Ve Fir'avn bunca sene da'vâ-yı rubûbiyyet ettiği (rububiyet iddiasında bulunduğu) ve ibâdullah (Allah kulları) Hakkında mezâlim (zulümler) icrâ eylediği (yaptığı) halde onun îmân ile intikâli (göçmesi),  rahmet-i ilâhiyyeden (Hakk’ın rahmetinden) hiçbir kimsenin me'yûs (ümitsiz) olmaması için, Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretlerinin dilediği kimseye olan inâyetine (ihsanına) bir âyet (apaçık nişan, işaret) idi. Zîrâ (çünkü) kulların a'zamî (en büyük) şenâati (kötülükleri), Fir'avn ve Nemrûd gibi pek ma'dûd (çok sayıda) olan emsâlinde (benzerlerinde) zâhir olmuş (görülmüş) idi. Binâenaleyh (bundan dolayı) Fir'avn'ın bu sûretle (şekilde) intikâli (göçmesi) ve devlet-i îmânın (iman saadetinin) ona nasîb olması inâyet-i Hak (Hakk’ın ihsanı, lutfu) için bir âyet-i azîme (büyük alamet, işaret) olmakla, Allâhû Zü'l-Celâl hazretlerinin vücûdunu (varlığını) tasdîk eden (onaylayan, kabul eden) mü'minler hiçbir vakit rahmet-i ilâhiyyeden (Hakk’ın rahmetinden) meyûs (ümitsiz) olmamak icâb eder. (gerekir) Rahmet-i ilahiyyeden (Hakk’ın rahmetinden) me'yûs olanlar (ümidini kesenler) ancak kâfirlerdir. Zîrâ (çünkü) kâfirler vücûd-i Hakk'ı (Hakk’ın varlığını) tasdîk etmedikleri (onaylamadıkları) için, bu gibi felâket zamanlarında onların ilticâ edecek (sığınacak) bir melce'i (sığıntı yerleri) yoktur. Bu i'tibârla (hususla), rahmet-i ilâhiyyeden (Hakk’ın rahmetinden) me'yûsdurlar (ümitsizdirler). Bunun delîl-i vâzıhı (açık meydanda olan kanıtı), hayatlarında herhangi bir sebeble sıkıntıya mübtelâ olan (düşen) münkirlerden (inkarcılardan) ba'zılarının boyun eğip "Amân!" diyecek bir melce' (sığınacak bir yer) bulamayarak intihâr veyâ tecennün etmeleridir (delirmeleridir, çıldırmalarıdır).

 

     İmdi (şu halde) eğer Fir'avn, bu kabîl  (sınıf) / kimselerden olaydı felâket-i gark (boğulma felaketi) zamânında "Amân yâ Rabbi, ben de Benî İsrâîl (İsrail oğulları) gibi îmân ettim" demez ve Allah Teâlâ Hazretlerini kendisine melce' (sığınılacak yer) bilmez idi. Binâenaleyh (bundan dolayı) zevcesinin (eşinin) dediği gibi, Mûsâ (a.s.) Fir'avn'ın kurret-i ayni (göz nuru) oldu. Gerçi (her ne kadar) Hz. Âsiye böyle dediği ve Fir'avn dahi onu katlden (öldürmekten) vazgeçtiği vakit, cenâb-ı Mûsâ Fir'avn'ın mülkünü (ülkesini) harâb ve havâssını (yanında bulunan saygınlarını) helâk edecek (mahvedecek) bir nebîyy-i zî-şân (büyük, ulu bir nebi (peygamber) ) olduğuna ikisinin dahi vukûfu (haberi) yok idi. Fakat, Allah Teâlâ ind-i ilâhisinde (ilahi katında) ma'lûm olan (bilinen) bu maddeyi cenâb-ı Âsiye'ye söyletti ve Fir'avn'ı da inandırdı. Binâenaleyh (bundan dolayı) Mûsâ (a.s.) ile her ikisine de nef’ (menfaat, fayda) verdi. Zîrâ (çünkü) her bir ferdin müddet-i hayâtında (hayatı boyunca) ba'zan başına gelecek bir vak'ayı (olayı) Hak Teâlâ ya kendisine söyletir veyâ tahayyül (düşündürür, hayal) ettirir veyâhut diğer birine söyletir. Dikkat edenler bu hâli tasdîk ederler (onaylarlar).

 

     Velhâsıl (sözün kısası) cenâb-ı Mûsâ, îmânı sebebiyle Fir'avn'ın kurret-i ayni (göz nuru) oldu. Bunu başka türlü te’vîle (yorumlamaya, çevirmeye) mahâl yoktur. Ve Fır'avn'ın îmânı nass-ı Kur'ân (açık kuran ayeti) ile sâbittir (mevcuttur, bellidir). Bu imânın makbûliyyetine mebnî (dayalı), onun nârda (ateşte) ebedî kalmayacağına da karâin-i kur'âniyye (Kuran’da ipuçları) vardır. Bu îmânın merdûdiyyetine (kabul edilmemiş olduğuna) ve nârda (ateşte) hulûduna (devamlı surette kalacağına) dâir nass-ı Kur'ânî (açık Kuran ayeti) olmadığı gibi karâin-i Kur'âniyye (Kuran’da ipucları) de yoktur. Nitekim, Dâvûd-i Kayserî hazretleri şu vech ile (şekilde) îzâh ederler (açıklarlar): Kur'ân-ı Kerîm'de    الْمَوْرُودُ يَقْدُمُ قَوْمَهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ فَأَوْرَدَهُمُ النَّارَ وَبِئْسَ الْوِرْدُ    (Hûd, 11/98) âyet-i kerîmesi Fır'avn'ın nârda (ateşte) hulûduna (devamlı kalacağına) nass (açık delil) değildir. (Hûd, 11/99) ve    وَيَوْمَ الْقِيَامَةِ هُم مِّنَ الْمَقْبُوحِينَ وَأَتْبَعْنَاهُمْ فِي هَذِهِ الدُّنْيَا لَعْنَةً    (Kasas, 28/42) âyet-i kerîmelerindeki    هُمْ    zamirleri kavm-i Fir'avn'a (Firavun’un kavmine) râci'dir (dönüktür, aittir). Ve la'net (beddua) ve duhûl-i nâr (ateşe girmek) îmânı münâfî (imana aykırı, ters) değildir. Zîrâ (çünkü) la'net (beddua),  bu'ddur (uzaklıktır). Ve bud (uzaklık) ise, mahcûbîn (kalp gözleri perdeli olanlar) ve usâtda (asilerde) ve Müslimînden (Müslümanlardan) olan fesekada (günahkârda) olduğu gibi, îmân ile ictimâ' eder (bir arada bulunur). Ve nâra (ateşe) vürûd (ulaşmak) ise onlara mahsûs (özel) değildir. Belki kâffe-i nasa (bütün insanlara) âmm (genel) ve şâmildir (kapsar). Nitekim buyrulur:    حَتْماً مَّقْضِيّاً وَارِدُهَا كَانَ عَلَى رَبِّكَ    (Meryem, 19/71) Ve Fir'avn'ın îmânından sonra küfrü Hakkında da Kur'ân'da bir nass (kesin delil, açık ayet) yoktur. Ve ondan vâkı' (olmuş) olan hikâyât (hikâyeler) ise, îmânından mukaddem (önce) olan ahvâline (hallerine) taalluk eder (bağıntılıdır)./    وَحَاقَ بِآلِ فِرْعَوْنَ سُوءُ الْعَذَابِ النَّارُيُعْرَضُونَ عَلَيْهَا غُدُوّاً وَعَشِيّاً وَيَوْمَ تَقُومُ السَّاعَةُ أَدْخِلُواآلَ فِرْعَوْنَ أَشَدَّ الْعَذَابِ    (Mü'min, 40/45-46) âyet-i kerîmeleri Fir'avn'ın âli (yakınları) ve havâssı (saygınları) Hakkındadır. İslâm ile mürtefi' (yücelmiş) olmayan Fir'avn'ın mezâlimi (zulumleri) ve üzerindeki hukûk-ı ibâd (kul hakları) hasebiyle (dolayısıyle) ta'zîbi (azab vermesi), kezâlik (aynı şekilde) münâfî-i îmân (imanla zıt) değildir. Zîrâ (çünkü) onun îmânının fâidesi (faydası) nârda (ateşte) ebedî (devamlı olarak) kalmamasıdır.

Devam Edecek

 

 

 
 

İzmir - 13.05.2009
asliye@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com