Füsûs-ül Hikem

373. Bölüm

Asliye Tavşanlı
 

KELİME-İ MÛSEVİYYE’DE MÜNDEMİC OLAN "HİKMETTİR

[2.Şerh]

     Vaktâki Allah Teâlâ onu Fir'avn'dan hıfz etti, Mûsâ'nın vâlidesinin kalbi kendisine isâbet etmiş olan gamdan fâriğ olarak sabahladı. Ba'dehû, Allah Teâlâ kendi vâlidesinin memelerine ikbâl etmesi için ona süt-nineleri harâm etti. Binâenaleyh, onunla onun sürûrunu Allah Teâlâ mükemmel kılmak için, onu vâlidesi irzâ' eyledi. İlm-i şerâyi' dahi böyledir. Nitekim, Allah Teâlâ buyurur:    لِكُلٍّ جَعَلْنَا مِنكُمْ شِرْعَةً وَمِنْهَاجاً    (Mâide; 5/48) "Sizden her biriniz için biz bir şir'a, ya'nî tarîk ve minhâc vaz' ettik, ya'nî bu tarîktan geldi. "İmdi bu havl kendisinden gelen asla işârettir. O da onun gıdâsıdır. Nitekim ağacın dalı kendi aslından mütegazzî olur. İmdi bir şer'de harâm olan şey şer'-i dîğerde helâl olur. Ya'nî benim "helâl olur" kavlimden murâdım "sûrette" demektir. Halbuki nefs-i emrde o, geçen şeyin aynı değildir. Zîrâ emr halk-ı cedîddir; ve tekrâr yoktur. İşte onun için biz sana tenbîh eyledik (8).

     / Ya'nî Allah Teâlâ cenâb-ı Mûsâ'yı (Musa a.s.) şefâat-i Âsiye (Asiye’nin affına vesile olması) ile Fir'avn'ın katlinden (öldürmesinden) muhâfaza ettiği (koruduğu) vakit, Fir'avn'ın, oğlu olan Mûsâ'yı katl edeceği (öldüreceği) korkusu ile mağmûm (kederli, üzgün) olan vâlide-i Mûsâ'nın (Musa a.s.’ın annesinin) kalbi, bu gamdan (üzüntüden) fâriğ (rahatlamış) olarak sabahladı. Çünkü vâlide-i Mûsâ, (Musa a.s.’ın annesi) oğlunu koyduğu sandığın Fir'avn'ın havâssı (adamları (ileri gelen saygınları) tarafından sâhil-i deryâda (deniz kıyısında) bulunup çıkarılarak Fir'avn'ın sarayına götürüldüğünü ve orada beslendiğini duymuş idi. Ba'dehû (daha sonra) cenâb-ı Mûsâ, ancak kendi vâlidesinin memelerini kabul etmesi için ona başka sütninelerin memelerini harâm etti ve cenâb-ı Mûsâ kimsenin memesini emmedi. Bu esnâda birtakım sütnineler arasında vâlide-i Mûsâ (Musa a.s’ın annesi) dahi Fir'avn'ın sarayına mürâcaat etmiş idi. Hz. Mûsâ vâlidesinin memesini emmeye başlayınca onu sarayda alıkoydular. Binâenaleyh (bundan dolayı) Allah Teâlâ vâlide-i Mûsâ'nın (Musa a.s’ın annesinin) sürûrunu (sevincini) velediyle (oğluyla) mükemmel kılmak için, Mûsâ'ya vâlidesi süt verdi.

     İşte ilm-i şerâyi' (şeriat ilmi) dahi böyledir. Ya'nî Mûsâ nasıl ki yabancı kadınların sütünü emmedi ise, bir peygamberin ümmeti olan kimseler de, diğer peygamberin şerîatini kabul edemezler. Zîrâ (çünkü) her bir peygamberin şerîati asl (esas) olan sırr-ı kadere (kader sırrına) merbûttur; (bağlıdır) ve sırr-ı kader (kader sırrı) ümmetinin isti'dâd-ı ezelîsidir. (ezelde kazandığı istidadıdır) Binâenaleyh (bundan dolayı) her bir peygambere ilm-i risâletten (rİsalet ilminden) verilen şey ümmetinin isti’dâdı mikdârıdır. Ondan ne ziyâde (fazla) ve ne de noksandır. Nitekim diğer fasslarda (bölümlerde) sırası geldikçe beyân edilmiş (anlatılmış) idi. Binâenaleyh (bundan dolayı) ihtilâf-ı şerâyi' (şeriatlerin ayrı oluşu, uyuşmayışı) ihtilâf-ı isti'dâddan (istidatların farklı oluşundan) ve ihtilâf-ı isti'dâd (istidatların uyuşmayışı) dahi ihtilâf-ı sıfât (sıfatların) ve esmâdan (isimlerin uyuşmayışından) neş'et eder (ileri gelir) . Nitekim Allah Teâlâ enbiyâ (aleyhimüs'-selâm)a hitâben    لِكُلٍّ جَعَلْنَا مِنكُمْ شِرْعَةً وَمِنْهَاجاً    (Mâide, 5/48) ya'nî "Sizden her biriniz için bir şir'a, ya'nî bir tarîk (yol) ve minhâc (açık ve geniş yol) vaz' eyledik" (belirledik, tayin ettik) buyurur; ya'nî "bu tarîktan (yoldan) geldi" demek olur. Ve lisân-ı işâretle (işaret diliyle)    مِنْهاَجا    denilince birisi    مِنْهاَ    ve diğeri hemzesi mahzûf (silinmiş, kaldırılmış) olarak    جَا    kelimelerinden ibâret iki kelime söylenmiş olur. Şu halde    لِكُلٍّ جَعَلْنَا مِنكُمْ شِرْعَةً وَمِنْهَاجاً    kavlinin (sözlerinin) lisân-ı işâretle (işaret diliyle) ma'nâsı "Her biriniz için bir şir'a ve tarîk vaz' ettik; halbuki onlardan geldi."    مِنْهاَ    daki zamir-i müennes, (dişil zamir) asl (asıl) olan a'yân-ı sâbiteye (ilmi suretlere) râci' (ait) olmak îcâb eder (gerekir) ki, bu da o nebîye (peygambere) tâbi' (uyan, bağlı) olan ümmet efrâdının (bireylerinin) mecmû'una (hepsine) işâret olur. Şu halde bu kavl (söz)    ء مِنْهُ جا    ya'nî kendisinden gelen asla (öze) işâret olur ki, o asıl onun gıdâsıdır. Ya'nî her bir ferdin ayn-ı sâbitesi (ilmi sureti) bir ism-i ilâhînin (ilahi ismin (uluhiyet mertebesindeki ismin) ) zıllidir (gölgesidir). Ve o ferdin (kişinin) âlem-i şehâdetteki (dünyadaki) sûreti bu ayn-ı sâbitenin (ilmi suretin) / zıllidir (gölgesidir) ve bu ism-i ilâhi (ilahi isim) onun Rabb-i hâssıdır (has rabbidir(tasarrufu altında olduğu isimdir) ). O ferd (kişi), âlem-i şehâdette (dünyada) o asıldan mütegazzi olur (beslenir). Nitekim ağacın dalı kendi aslından mütegazzî olur (beslenir).Ve a'yân-ı sâbite (ilmi suretler) esmâ-i muhtelifenin (çeşitli isimlerin) zılâli (gölgesi) olmakla berâber, cümlesinin (hepsinin) müsemmâsı (isimleneni) bir hakîkatten ibârettir. Ve her bir peygamber şerîat ulûmunu (ilimlerini) ümmetinin isti'dâdına göre kâffenin (hepsinin) aslı (özü) olan bir hakîkatten alır. Binâenaleyh (bundan dolayı) şerâyi'de (şeriatlerde) menba' (kaynak) i'tibâriyle (bakımından) ihtilâf (aykırılık, uyuşmazlık) yoktur. İhtilâf (uyuşmazlık) ancak esmâya (isimlere) müstenid olan (dayanan) suver-i a'yândadır (ayan olmuş, açığa çıkmış suretlerdedir).Böyle olunca bir peygamberin şerîatinde haram olan diğer bir peygamberin şerîatine muhâlif (aykırı) olarâk helâl olur.

     İşte "bu helâl olur" kavli (sözü) sûrettedir. Ya'nî ümem-i sâbıkanın (geçmiş ümmetlerin) suver-i a'yânı, (açığa çıkmış suretleri) ümem-i lâhıkanın (şimdiki ümmetlerin) suver-i a'yânının (açığa çıkmış suretlerinin) aynı değildir. Zîrâ (çünkü) emr-i vücûd, (varlığın işleri) dâimâ halk-ı cedîd (her an yeni yaratılış) içindedir ve tecellîde de aslâ tekrâr yoktur. İşte bir şerîatte harâm olan şey diğer şerîatte sûret hasebiyle (dolayısıyla) helâl olduğu için    في الصورة    kavlimiz (sözlerimiz) ile bu hakîkati sana tenbîh ettik (hatırlattık).  Meselâ: Şerîat-i Îseviyyede (İsa a.s’ın şeriatinde) şarâb haram değildir, fakat şerîat-i Muhammediyyede (Muhammed a.s’ın şeriatinde) haramdır. Maahâzâ (bununla beraber) yekdîğerine (birbirine) muhâlif (aykırı) olan bu şerîatler insanlar için gelmiştir. Fakat ümmet-i Îsâ'yı (İsa a.s’ın ümmetini) teşkîl eden insanlar ümmet-i Muhammed'i (Muhammed a.s’ın ümmetini) teşkîl eden insanların aynı olmadığı gibi, onların isti'dâdları dahi yekdiğerinin (biri diğerinin) aynı değildir. Ancak onların sûretleri, suver-i emsâl ve eşbâhdir (benzer ve eş değerdeki suretlerdir). Ve kezâ (aynı şekilde) zamân-ı ümmet-i Îsâ'da (İsa a.s’ın ümmeti zamanında) mevcûd olan şarapların sûreti zamân-ı ümmet-i Muhammed'de (Muhammed a.s’ın ümmeti zamanında) mevcûd olan sûretlerin aynı değildir. Belki emsâl (benzeri) ve eşbâhdir (eşidir). Binâenaleyh (bundan dolayı) tecellîde aslâ tekrâr yoktur. Ve tekrar demek bir şeyin aynının iâdesi (geri gönderilmesi, gelmesi) demektir. Halbuki vücûdda (varlıkta) böyle bir şey yoktur. Emr-i vücûd (varlığın işleri) dâimâ halk-ı cedîd (her an yeni yaratılma) içindedir. Binâenaleyh (bundan dolayı) suver (suretler) tekerrür etmez; (tekrarlanmaz) belki sûretlerin emsâli (benzeri) teceddüd eder (yenilenir).Bu babdaki (konudaki) tafsîlât (geniş açıklama) Fassı Şuaybî'dedir (Şuayb bölümündedir) .

Devam Edecek

 

 

 
 

İzmir - 19.05.2009
asliye@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com