KELİME-İ
MÛSEVİYYE’DE MÜNDEMİC OLAN "HİKMETTİR
[2.Şerh]
Vaktâki Allah Teâlâ onu Fir'avn'dan hıfz etti,
Mûsâ'nın vâlidesinin kalbi kendisine isâbet etmiş olan
gamdan fâriğ olarak sabahladı. Ba'dehû, Allah Teâlâ
kendi vâlidesinin memelerine ikbâl etmesi için ona
süt-nineleri harâm etti. Binâenaleyh, onunla onun
sürûrunu Allah Teâlâ mükemmel kılmak için, onu vâlidesi
irzâ' eyledi. İlm-i şerâyi' dahi böyledir. Nitekim,
Allah Teâlâ buyurur:
لِكُلٍّ جَعَلْنَا مِنكُمْ شِرْعَةً وَمِنْهَاجاً
(Mâide; 5/48) "Sizden her biriniz için biz bir şir'a,
ya'nî tarîk ve minhâc vaz' ettik, ya'nî bu tarîktan
geldi. "İmdi bu havl kendisinden gelen asla işârettir. O
da onun gıdâsıdır. Nitekim ağacın dalı kendi aslından
mütegazzî olur. İmdi bir şer'de harâm olan şey şer'-i
dîğerde helâl olur. Ya'nî benim "helâl olur" kavlimden
murâdım "sûrette" demektir. Halbuki nefs-i emrde o,
geçen şeyin aynı değildir. Zîrâ emr halk-ı cedîddir; ve
tekrâr yoktur. İşte onun için biz sana tenbîh eyledik
(8).
/ Ya'nî Allah Teâlâ cenâb-ı Mûsâ'yı
(Musa a.s.) şefâat-i
Âsiye (Asiye’nin affına
vesile olması) ile Fir'avn'ın katlinden
(öldürmesinden)
muhâfaza ettiği (koruduğu)
vakit, Fir'avn'ın, oğlu olan Mûsâ'yı katl
edeceği (öldüreceği)
korkusu ile mağmûm
(kederli, üzgün) olan vâlide-i Mûsâ'nın
(Musa a.s.’ın annesinin)
kalbi, bu gamdan
(üzüntüden) fâriğ
(rahatlamış) olarak
sabahladı. Çünkü vâlide-i Mûsâ,
(Musa a.s.’ın annesi)
oğlunu koyduğu sandığın Fir'avn'ın havâssı
(adamları (ileri gelen
saygınları) tarafından sâhil-i deryâda
(deniz kıyısında)
bulunup çıkarılarak Fir'avn'ın sarayına götürüldüğünü ve
orada beslendiğini duymuş idi. Ba'dehû
(daha sonra) cenâb-ı
Mûsâ, ancak kendi vâlidesinin memelerini kabul etmesi
için ona başka sütninelerin memelerini harâm etti ve
cenâb-ı Mûsâ kimsenin memesini emmedi. Bu esnâda
birtakım sütnineler arasında vâlide-i Mûsâ
(Musa a.s’ın annesi)
dahi Fir'avn'ın sarayına mürâcaat etmiş idi. Hz.
Mûsâ vâlidesinin memesini emmeye başlayınca onu sarayda
alıkoydular. Binâenaleyh
(bundan dolayı) Allah Teâlâ vâlide-i Mûsâ'nın
(Musa a.s’ın annesinin)
sürûrunu
(sevincini) velediyle
(oğluyla) mükemmel
kılmak için, Mûsâ'ya vâlidesi süt verdi.
İşte ilm-i şerâyi'
(şeriat ilmi) dahi böyledir. Ya'nî Mûsâ nasıl
ki yabancı kadınların sütünü emmedi ise, bir peygamberin
ümmeti olan kimseler de, diğer peygamberin şerîatini
kabul edemezler. Zîrâ
(çünkü) her bir peygamberin şerîati asl
(esas) olan sırr-ı
kadere (kader sırrına)
merbûttur;
(bağlıdır) ve sırr-ı kader
(kader sırrı)
ümmetinin isti'dâd-ı ezelîsidir.
(ezelde kazandığı istidadıdır)
Binâenaleyh
(bundan dolayı) her bir peygambere ilm-i
risâletten (rİsalet
ilminden) verilen şey ümmetinin isti’dâdı
mikdârıdır. Ondan ne ziyâde
(fazla) ve ne de noksandır. Nitekim diğer
fasslarda (bölümlerde)
sırası geldikçe beyân edilmiş
(anlatılmış) idi.
Binâenaleyh (bundan dolayı)
ihtilâf-ı şerâyi'
(şeriatlerin ayrı oluşu,
uyuşmayışı) ihtilâf-ı isti'dâddan
(istidatların farklı oluşundan)
ve ihtilâf-ı isti'dâd
(istidatların uyuşmayışı)
dahi ihtilâf-ı sıfât
(sıfatların) ve
esmâdan (isimlerin
uyuşmayışından) neş'et eder
(ileri gelir) .
Nitekim Allah Teâlâ enbiyâ (aleyhimüs'-selâm)a
hitâben
لِكُلٍّ جَعَلْنَا مِنكُمْ شِرْعَةً وَمِنْهَاجاً
(Mâide, 5/48) ya'nî "Sizden her biriniz için bir şir'a,
ya'nî bir tarîk
(yol) ve minhâc
(açık ve geniş yol) vaz' eyledik"
(belirledik, tayin ettik)
buyurur; ya'nî "bu tarîktan
(yoldan) geldi"
demek olur. Ve lisân-ı işâretle
(işaret diliyle)
مِنْهاَجا
denilince birisi مِنْهاَ
ve diğeri hemzesi mahzûf
(silinmiş, kaldırılmış) olarak
جَا
kelimelerinden ibâret iki kelime söylenmiş olur. Şu
halde
لِكُلٍّ جَعَلْنَا مِنكُمْ شِرْعَةً وَمِنْهَاجاً
kavlinin (sözlerinin)
lisân-ı işâretle (işaret
diliyle) ma'nâsı "Her biriniz için bir şir'a
ve tarîk vaz' ettik; halbuki onlardan geldi."
مِنْهاَ
daki zamir-i müennes, (dişil
zamir) asl
(asıl) olan a'yân-ı
sâbiteye (ilmi suretlere)
râci' (ait)
olmak îcâb eder
(gerekir) ki, bu da o nebîye
(peygambere) tâbi'
(uyan, bağlı)
olan ümmet efrâdının
(bireylerinin) mecmû'una
(hepsine) işâret
olur. Şu halde bu kavl (söz)
ء
مِنْهُ جا
ya'nî kendisinden gelen asla
(öze) işâret olur
ki, o asıl onun gıdâsıdır. Ya'nî her bir ferdin ayn-ı
sâbitesi (ilmi sureti)
bir ism-i ilâhînin
(ilahi ismin (uluhiyet
mertebesindeki ismin) ) zıllidir
(gölgesidir). Ve o
ferdin (kişinin)
âlem-i şehâdetteki
(dünyadaki) sûreti bu ayn-ı sâbitenin
(ilmi suretin) /
zıllidir (gölgesidir)
ve bu ism-i ilâhi (ilahi
isim) onun Rabb-i hâssıdır
(has rabbidir(tasarrufu altında
olduğu isimdir) ).
O ferd (kişi),
âlem-i şehâdette
(dünyada) o asıldan mütegazzi olur
(beslenir).
Nitekim ağacın dalı kendi aslından mütegazzî
olur (beslenir).Ve
a'yân-ı sâbite (ilmi
suretler) esmâ-i muhtelifenin
(çeşitli isimlerin)
zılâli (gölgesi)
olmakla berâber, cümlesinin
(hepsinin) müsemmâsı
(isimleneni) bir
hakîkatten ibârettir. Ve her bir peygamber şerîat
ulûmunu (ilimlerini)
ümmetinin isti'dâdına göre kâffenin
(hepsinin) aslı
(özü) olan bir
hakîkatten alır. Binâenaleyh
(bundan dolayı)
şerâyi'de (şeriatlerde)
menba' (kaynak)
i'tibâriyle
(bakımından) ihtilâf
(aykırılık, uyuşmazlık)
yoktur. İhtilâf
(uyuşmazlık) ancak esmâya
(isimlere) müstenid
olan (dayanan)
suver-i a'yândadır (ayan
olmuş, açığa çıkmış suretlerdedir).Böyle
olunca bir peygamberin şerîatinde haram olan diğer bir
peygamberin şerîatine muhâlif
(aykırı) olarâk
helâl olur.
İşte "bu helâl olur" kavli
(sözü) sûrettedir.
Ya'nî ümem-i sâbıkanın
(geçmiş ümmetlerin) suver-i a'yânı,
(açığa çıkmış suretleri)
ümem-i lâhıkanın
(şimdiki ümmetlerin) suver-i a'yânının
(açığa çıkmış suretlerinin)
aynı değildir. Zîrâ
(çünkü)
emr-i vücûd,
(varlığın işleri)
dâimâ halk-ı cedîd
(her an yeni yaratılış)
içindedir ve tecellîde de aslâ tekrâr yoktur. İşte
bir şerîatte harâm olan şey diğer şerîatte sûret
hasebiyle (dolayısıyla)
helâl olduğu için
في الصورة
kavlimiz (sözlerimiz)
ile bu hakîkati sana tenbîh ettik
(hatırlattık).
Meselâ:
Şerîat-i Îseviyyede (İsa a.s’ın
şeriatinde) şarâb haram değildir, fakat
şerîat-i Muhammediyyede
(Muhammed a.s’ın şeriatinde) haramdır.
Maahâzâ (bununla beraber)
yekdîğerine
(birbirine) muhâlif
(aykırı) olan bu
şerîatler insanlar için gelmiştir. Fakat ümmet-i Îsâ'yı
(İsa a.s’ın ümmetini)
teşkîl eden insanlar ümmet-i Muhammed'i
(Muhammed a.s’ın ümmetini)
teşkîl eden insanların aynı olmadığı gibi,
onların isti'dâdları dahi yekdiğerinin
(biri diğerinin)
aynı değildir. Ancak onların sûretleri, suver-i emsâl ve
eşbâhdir (benzer ve eş
değerdeki
suretlerdir). Ve
kezâ (aynı şekilde)
zamân-ı ümmet-i Îsâ'da
(İsa a.s’ın ümmeti zamanında) mevcûd olan
şarapların sûreti zamân-ı ümmet-i Muhammed'de
(Muhammed a.s’ın ümmeti
zamanında) mevcûd olan sûretlerin aynı
değildir. Belki emsâl
(benzeri) ve eşbâhdir
(eşidir).
Binâenaleyh
(bundan dolayı) tecellîde aslâ tekrâr yoktur.
Ve tekrar demek bir şeyin aynının iâdesi
(geri gönderilmesi, gelmesi)
demektir. Halbuki vücûdda
(varlıkta) böyle bir şey yoktur. Emr-i vücûd
(varlığın işleri)
dâimâ halk-ı cedîd (her
an yeni yaratılma) içindedir. Binâenaleyh
(bundan dolayı)
suver (suretler)
tekerrür etmez;
(tekrarlanmaz) belki sûretlerin emsâli
(benzeri) teceddüd
eder (yenilenir).Bu
babdaki (konudaki)
tafsîlât (geniş
açıklama) Fassı Şuaybî'dedir
(Şuayb bölümündedir)
.
Devam Edecek |