KELİME-İ
MÛSEVİYYE’DE MÜNDEMİC OLAN "HİKMETTİR
[2.Şerh]
Cenâb-ı Şeyh (r.a.)’ın burada şerâyi'den
(şeriatlerden) bahis
buyurması (konu açması),
şerâyi'-i enbiyânın
(nebilerin şeriatleri)
dahi Mûsâ (a.s.)’ın vâlidesinin sütünden
gayrîlerinin (başkalarının)
sütünü emmemesine nazîr
(benzer)
olmasındandır. Zîrâ (çünkü)
âlem-i sûretteki
(suret alemindeki) "süt"ün âlem-i ma'nâdaki
(mana alemindeki)
misâli (benzeri)
"ilm"dir. Ve her ümmet kendi peygamberinin ilm-i
şerîatini (şeriat ilmini)
ahze (almaya)
müstaid
(istidatlı) olup diğerlerinin şerîatiyle amel
edemez. Bu hal fitrî (tabii,
yaratılışı ile alakalı) ve cibillîdir
(yaratılışta olandır).
Meselâ zamân-ı Îsevide
(İsa a.s.’ın zamanında)
gelen nâs (insanlar),
şeriat-i
Îseviyyeye (İsa a.s.’ın
şeriatine) tahammül
(katlanacak, dayanacak)
isti'dâdında idi.
Zâmân-ı Muhammedîde /
(Muhammed a.s.’ın zamanında) gelen nâs
(insanlar) ise bu
isti'dâdda (kabiliyette)
değildir. F'ı-zamâninâ
(zamanımızda)
ümmet-i Îseviyyeden (İsa
a.s.’ın ümmetinden) olduklannı iddiâ edenler,
fıtraten (yaratılış olarak)
ümmet-i Muhammedîdirler,
(Muhammed a.s.’ın
ümmetindendir),
fakat kendi fıtratlarından
(yaratılış özelliğinden)
gâfildirler
(habersizdirler).
Zîrâ (çünkü)
şerîat-i Îseviyyede
(İsa a.s.’ın şeriatinde)
birisi bir kimsenin yanağına bir tokat vursa, diğer
yanağını çevirmekle mükellef
(yükümlü, zorunlu)
idi. Îsevî olduklarını iddiâ eden ehl-i garb
(Avrupalılar), acaba
bir tokat yeseler yanaklarını çevirmek isti'dâdında
mıdırlar? Hayır, belki onların isti'dâdı
عَلَيْهِ بِمِثْلِ مَا اعْتَدَى
فَمَنِ اعْتَدَى عَلَيْكُمْ فَاعْتَدُواْ
(Bakara, 2 /194) yanî "Size tecâvüz eden
(saldıran) kimseye,
tecâvüz ettiği (saldırdığı)
şeyin misliyle
(benzeriyle) tecâvüz edin"
(sataşın, saldırın)
âyet-i kur'âniyyesi mücibince
(gereğince),vurulan
tokada karşı derhal mukâbele ederler
(karşılık verirler).
Ve kezâ (aynı şekilde)
Îseviyyet'te
(Hıristiyanlıkta) ruhbâniyyet olduğu halde,
ehl-i garb (batılılar)
bilakis muhabbet-i nisvâna
(kadın sevgisine)
mübtelâdırlar (düşkündürler).
Ve kezâ (aynı
şekilde) taaddüd-i zevcât
(çok kadınla nikâhlanma)
şerîatlerinde memnû'
(yasaklanmış) olduğu halde, buna tahammülleri
olmadığından, gayr-i meşrû'
(kanunsuz) müteaddid
(birçok) metresler
ile yaşamak mecbûriyyetinde kalıyorlar. Bu hallerin
cümlesi (hepsi)
icbâr-ı fıtrattır
(fıtratının zorlamasıdır).
Daha buna mümâsil
(benzeyen) şerîat-i
Muhammediyye (Muhammed a.s.’ın
şeriati) ile amel husûsunda mecbûriyet-i
fitriyyeleri (fıtratlarının
zorlamaları) pek çoktur. Numûne
(örnek) olarak bu
kadarının zikri
(anlatılması) kâfidir. Velhâsıl
(sözün kısası) her
kavim kendi, peygamberinin şerîatiyle âmil
(amel eden) olmak
isti'dâdındadır. Zîrâ
(çünkü) her şey kendi aslından mütegazzîdir
(beslenmektedir).
İmdi tahrîm-i merâzı' ile bundan kinâye etti.
Binâenaleyh onun vâlidesi, onu doğuran değil, hakîkatte
onu irzâ' edendir. Zîrâ ümm-i vilâdet onu emânet
cihetinden haml eyledi; onda mütekevvin oldu. Ve onun
için, onun üzerine imtinân vâkı' olmamak için,
vâlidesinin / bunda irâdesi olmaksızın, onun hayzının
kanı ile tegazzî eyledi. Zîrâ o, ancak bir şey ile
mütegazzî oldu ki, eğer onunla mütegazzî olmasa idi ve
eğer bu kan ondan çıkmasa idi, elbette onu helâk eder
veyâ hasta eyler idi. Binâenaleyh bu kan ile mütegazzî
olmakla cenîn için vâlidesi üzerine minnet sâbittir.
İmdi, eğer o demi indinde imtisâk ede idi ve ondan
çıkmasa idi ve onun cenîni onunla mütegazzî olmasa idi,
vâlidesinin kendi vücûdunda müşâhede edecek olduğu
zarardan cenîn kendi nefsiyle onu vikâye eder. Hamuki
süt-nine böyle değildir. Zîrâ o, onu emzirmekle onun
hayâtını ve ibkâsını kasd eder. Binâenaleyh, Allah Teâlâ
bunu Mûsâ için ümm-i vilâdeti hakkında yaptı. İmdi onun
üzerine onu doğuran anadan gayri bir kadının fazlı vâkı'
olmadı. Tâ ki vâlide-i Mûsâ'nın gözü, kezâlik onun
terbiyesiyle aydın ola ve kucağında onun intişâsını
müşâhede ede de mahzûn olmaya ( 9 ) .
Ya'nî Hak Teâlâ'nın Mûsâ (a.s.)’a sâir
(diğer)
süt-ninelerin sütünü tahrîm
(haram) etmesi, her şey kendi aslından
(özünden) mütegazzî
(besleniyor)
olduğundan kinâye
(dolayısıyla söylenmiş)
idi. Böyle olunca Mûsâ'nın anası hakîkatte
onu doğuran kadın değil, ancak onu emziren kadındır.
Çünkü doğuran ana cenâb-ı Mûsâ'yı
(Musa a.s.’ı) emânet
tarîkıyla (yoluyla)
hâmile oldu. Ve cenîn, vâlidesinin rahminde onun
sun'u (tesiri, kudreti)
olmaksızın kendi nefsiyle tekevvün etti
(oluştu) ve anasının
râhminde hayız kanıyla mütegazzî oldu
(beslendi).
Vâlidesi tarafından Mûsâ üzerine minnet
tahmîl edilmiş (yüklemiş)
olmamak için, vâlidesinin tekevvün-i Mûsâ'da
(Musa a.s.’ın olmasında)
ve hayzının kanıyla tegaddîsinde
(beslenmesinde) onun
aslâ irâdesi ve şuûru
(bilinci) yok idi. Ve çünkü cenâb-ı Mûsâ rahm-i
mâderde (anne rahminde)
münhasıran
(sadece) bir şey ile mütegazzî oldu
(beslendi) ki, eğer
onunla tegazzî etmese
(beslenmese) idi ve eğer bu hayız kanı ondan
çıkmasa idi, elbette bu kan vâlidesini ya helâk
(öldürür) veyâ hasta
eder idi. Binâenaleyh
(bundan dolayı) bu muzırr
(zararlı) kan ile
tegaddî etmekle
(beslenmekle) cenîn tarafından vâlidesi
üzerine minnet tahmîl edilmiş
(yüklenmiş) olur.
İmdi (buna göre)
cenîn, vücûdunda kaldığı halde vâlidesine mazarratı
olacak (zarar verecek)
olan bu kanla teğazzî ettiği
(beslendiği) için,
onu kendi nefsiyle / vikâye etmiş
(korumuş) olur.
Halbuki süt-nine böyle değildir. Çünkü o, çocuğu
emzirmekle onun hayâtını ve ibkâsını
(devamlılığını) kasd
(niyet) eder.
Binâenaleyh (bundan dolayı)
Allah Teâlâ bu emzirmek keyfiyyetini de
(hususunu da) Mûsâ
(a.s.) için, kendisini doğuran ana hakkında yaptı. Böyle
olunca cenâb-ı Mûsâ'nın üzerine kendisini doğuran anadan
gayri (başka) bir
kadının fazlı (iyiliği)
vakı' (olmuş)
olmadı. Bu da vâlide-i Mûsâ'nın
(Musa a.s.’ın annesinin)
gözü, evlâdının katlinden
(öldürülmekten)
necâtı (kurtulması)
ile aydın olduğu gibi, onu kendi kucağında terbiye
ederek büyüdüğünü dahi görerek aydın olmak ve "Acabâ
evlâdım ne haldedir?" diye onun fırâkıyla
(ayrılığıyla) mahzûn
(üzgün) olmamak
için böyle vâkı' oldu
(gerçekleşti).
Devam Edecek |