KELİME-İ
MÛSEVİYYE’DE MÜNDEMİC OLAN "HİKMETTİR
[2.Şerh]
Ve Allah Teâlâ onu gamm-ı tâbûttan halâs etti.
Binâenaleyh her ne kadar ondan çıkmadı ise de, ilm-i
ilâhîden, Allah Teâlâ'nın ona i'tâ eylediği şey
sebebiyle, tabîat zulmetini yırttı (9) .
Ya'nî Allah Teâlâ Mûsâ'yı içine mevzû' olduğu
(koyduğu) sandığın
gamından (sıkıntısından)
kurtardı. Ve "sandık" Mûsâ'nın sûret-i
beşeriyyesidir (beşer
suretidir).
Ve bu sûret destgâh-ı tabîatte
(tabiat tezgâhında)
anâsırdan (unsurlardan)
mürekkeben
(bileşik olarak) mensûc
(dokunmuş) olduğu
cihetle (yönüyle)
gâyet kesîf (koyu)
ve muzlimdir
(karanlıktır).
Ve rûh-i Mûsâ
(Musa a.s.’ın ruhu) bu unsur
(elementlerden oluşmuş)
sandığının ahkâmına
(hükümlerine) merbûtan
(bağlı olarak)
mahbûstur (hapistir).
Rûh, tabîatın bu kesîf
(koyu) ve muzlim
(karanlık) olan
sûret-i unsuriyyesi (madde
suretinin) ahkâmından
(hükümlerinden)
"ilim" sebebiyle, necât bulur
(kurtulur).
Nitekim yukarıda tafsîl olundu
(açık olarak anlatıldı).
Fakat bu kesîf
(koyu) sandıktan
hurûc eyledikten (çıktıktan)
sonra, tabîatın biri diğerinden daha latîf
(şeffaf) olan
merâtibindeki
(mertebelerindeki) sûretlerine urûc eder
(yükselir).
Nihâyet, âlem-i kudsde
(kutsal alemde)
tabîatın en musaffâ
(süzülmüş, yabancı maddelerden arınmış) ve en
münevver (nurlu)
olan sûretlerinde zâhir olur.
(görünür)
Binâenaleyh (bundan dolayı)
Hz. Mûsâ, her ne kadar tabîatten hurûc etmedi
(çıkmadı) ise de,
ilm-i ilâhîden (Allah’ın
ilminde) Allah Teâlâ'nın ona ihsân eylediği
(bağışladığı) şey
sebebiyle, tabîatın be-gâyet
(sonderece) zulmânî
(karanlık) olan
bu cism-i unsurî (madde
cisminin) ahkâmını
(hükümlerini)
yırttı. /
Ve onu bir fitne ile meftûn ediş etti. Ya'nî Allah
Teâlâ onu mübtelâ ettiği şeye onun sabrı kendi nefsinde
mütehakkık olmak için, onu mevâtın-ı kesîrede de imtihân
etti. İmdi Allah Teâlâ'nın onu kendisiyle mübtelâ
kıldığı evvelki şey, Allah Teâlâ'nın ona ilhâmı ve onun
sırrında kendisine tevfîkı sebebiyle kıbtîyi
öldürmesidir ve gerçi bunu bilmez idi. Velâkin buna
Rabb'inin emri gelinceye kadar tevakkuf etmemesiyle
berâber, kendi nefsinde, onun katli sebebiyle iktirâs
bulmadı. Zîrâ nebi, inbâ oluncaya kadar, ya'nî bununla
ihbâr oluncaya kadar, şuûru olmadığı haysiyyetten
ma'sûmü'l-bâtındır ( 1O) .
Ya'nî Hak Teâlâ, cenâb-ı Mûsâ'yı Kur'ân-ı Kerîm'de
وَفَتَنَّاكَ فُتُوناً
(Tâhâ, 20/40) buyurduğu üzere, bir fitne ile
(belaya) meftûn
(tutkun, düşkün)
ediş etti ki, bu gibi fitneler
(belalar, sıkıntılar)
bu âlemde (dünyada)
bilcümle (bütün)
enbiyâya
(nebilere (peygamberlere) ve onların
vârisleri (mirasçıları)
olan kümmelîn-i evliyâya
(kamil velilere) ve
ba'dehû (daha sonra)
alâ-derecâti-him
(derecelerine göre) sâir
(diğer) ibâda
(kulları) şâmildir
(içine alır, kapsar).
Nitekim hadis-i şerîfte
أشد البلاء على الانبياء ثم الاولياء ثم الامثل فالامثل
buyrulur. İşte bu sünnet-i ilâhiyye
(ilahi sünnet) üzere
Hak Teâlâ cenâb-ı Mûsâ'yı dahi mübtelâ
(düşkün) eylediği
beliyyât (belalar)
ile imtihân eyledi. Zîrâ
(çünkü) insanda
bi'lkuvve (güç, kuvve
olarak) mevcûd olan sabrın derecesi, ibtilâ
(imtihan)
netîcesinde fiilen (fiil
olarak) tahakkuk eder
(gerçekleşir).
Ve bu âlemdeki
(dünyadaki) mezâhirin
(görüntü yerlerinin)
hikmet-i hilkati
(yaratılış hikmeti),
kendi hakîkatlerinde mevcûd olan ahvâlin
(hallerin, oluşların)
sâha-i fiilde (fiil
sahasında) zuhûr
(görünmesi) ve bûrûzudur
(açığa çıkmasıdır).
Ve ancak bu zuhûr
(açığa çıkmak) ile
Allah Teâlâ için hüccet-i bâliğa
(kesin, apaçık delil)
sâbit (mevcut) olur.
Ve onlar bu zuhûr eden
(meydana çıkan) ahvâl
(haller, oluşlar)
ile ma'lûm-i ilâhî (Hakk’ın
bilineni) olurlar. Nitekim
الْمُجَاهِدِينَ مِنكُمْ وَالصَّابِرِينَ
وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ حَتَّى نَعْلَمَ
(Muhammed, 47/31) buyurulmuştur. Ve Hakk'ın bu ilmi, ilm-i
zâti (zati ilmi)
değil, ancak ilm-i sıfâtî
(sıfatlarının ilmi) ve esmâîdir
(isimlerinin ilmidir).
İmdi (buna göre)
Allah Teâlâ'nın cenâb-ı Mûsâ'yı ilk mübtelâ kıldığı
(düşürdüğü)
beliyye (bela)
kıbtîyi (çingeneyi)
/ bir yumrukla öldürmesidir. Ve kıbtîyi
(çingeneyi) katl
etmesini (öldürmesini)
Allah Teâlâ onun sırrında kendisine ilhâm
etti ve onu öldürmeye muvaffakıyyet ve kudret verdi.
Binâenaleyh (bundan dolayı)
cenâb-ı Mûsâ, kıbtîyi
(çingeneyi) Allah
Teâlâ'nın kendisine vâkı'
(olmuş) olan ilhâmı ve sırrında verdiği
muvaffakıyyet ve
kudret sebebiyle öldürdü. Vâkıa
(gerçekten) cenâb-ı
Mûsâ bu fiilin ilhâm-ı ilâhî
(ilahi ilham) ile
olduğunu bilmezdi. Onun için bu fiil-i katli
(öldürme işlevini)
şeytana nisbet ederek
(bağlayarak)
هَذَا مِنْ عَمَلِ الشَّيْطَانِ
(Kasas, 28/15) dedi. Velâkin
(fakat) bu fiile
Rabb'inin emri ve vahyi gelinceye kadar sabr
(sabredip) ve
tevakkuf (tereddüt)
etmemesiyle
berâber, kıbtînin (çingenenin)
katli
(öldürülmesi) sebebiyle, kendi nefsinde ve
bâtınında (ruhunda)
iktirâs (üzüntü)
ve mübâlât (tasa, kaygı)
bulmadı, ya'nî çekinmek hissetmedi. Ya'nî
emir ve vahy-i ilâhî (ilahi
vahiy) gelmediği için, gerçi
(her ne kadar)
zâhiren (görünüş olarak)
bu fiili beğenmedi, fakat zuhûrundan
(meydana çıkışından)
dolayı da bâtınında
(ruhunda) da bir bîzârlık
(rahatsızlık)
hissetmedi. Çünkü nebî
(peygamber) bir şeyin menhî
(yapılması şeriatçe yasak)
olduğu kendisine cânib-i Hak'tan
(Hakk tarafınadn)
inbâ olununcaya
(bildirilinceye) kadar, ya'nî haber
verilinceye kadar, ızhâr eylediği
(açığa çıkardığı)
bir fiilin vârid (içine
doğan)
ve ilhâm-ı ilâhî (ilahi
ilham) olduğuna şuûru
(bilinci) olmasa
bile, bâtını (ruhu)
kebâirden (büyük
günahlardan) ma'sûm
(suçsuz) ve mahfûz
(korunmuş) olduğu
için, o fiilinden dolayı inkâr olunmaz. Zîrâ
(çünkü) onu kendi
nefsiyle katl etmedi
(öldürmedi);
belki Hak, onun ihtiyârı
(kendi seçimi)
olmaksızın, kıbtîyi (çingeneyi)
onun yediyle
(eliyle) katl eyledi
(öldürdü).
Nitekim Hak Teâlâ
وَلَـكِنَّ اللّهَ رَمَى
وَمَا رَمَيْتَ إِذْ رَمَيْتَ
(Enfâl, 8 / 17) buyurur.
Devam Edecek |