Füsûs-ül Hikem

375. Bölüm

Asliye Tavşanlı
 

KELİME-İ MÛSEVİYYE’DE MÜNDEMİC OLAN "HİKMETTİR

[2.Şerh]

     Ve Allah Teâlâ onu gamm-ı tâbûttan halâs etti. Binâenaleyh her ne kadar ondan çıkmadı ise de, ilm-i ilâhîden, Allah Teâlâ'nın ona i'tâ eylediği şey sebebiyle, tabîat zulmetini yırttı (9) .

     Ya'nî Allah Teâlâ Mûsâ'yı içine mevzû' olduğu (koyduğu) sandığın gamından (sıkıntısından) kurtardı. Ve "sandık" Mûsâ'nın sûret-i beşeriyyesidir (beşer suretidir). Ve bu sûret destgâh-ı tabîatte (tabiat tezgâhında) anâsırdan (unsurlardan) mürekkeben (bileşik olarak) mensûc (dokunmuş) olduğu cihetle (yönüyle) gâyet kesîf (koyu) ve muzlimdir (karanlıktır). Ve rûh-i Mûsâ (Musa a.s.’ın ruhu) bu unsur (elementlerden oluşmuş) sandığının ahkâmına (hükümlerine) merbûtan (bağlı olarak) mahbûstur (hapistir). Rûh, tabîatın bu kesîf (koyu) ve muzlim (karanlık) olan sûret-i unsuriyyesi (madde suretinin) ahkâmından (hükümlerinden) "ilim" sebebiyle, necât bulur (kurtulur). Nitekim yukarıda tafsîl olundu (açık olarak anlatıldı).  Fakat bu kesîf (koyu) sandıktan hurûc eyledikten (çıktıktan) sonra, tabîatın biri diğerinden daha latîf (şeffaf) olan merâtibindeki (mertebelerindeki) sûretlerine urûc eder (yükselir). Nihâyet, âlem-i kudsde (kutsal alemde) tabîatın en musaffâ (süzülmüş, yabancı maddelerden arınmış) ve en münevver (nurlu) olan sûretlerinde zâhir olur. (görünür) Binâenaleyh (bundan dolayı) Hz. Mûsâ, her ne kadar tabîatten hurûc etmedi (çıkmadı) ise de, ilm-i ilâhîden (Allah’ın ilminde) Allah Teâlâ'nın ona ihsân eylediği (bağışladığı) şey sebebiyle, tabîatın be-gâyet (sonderece) zulmânî (karanlık) olan bu cism-i unsurî (madde cisminin) ahkâmını (hükümlerini) yırttı. /

     Ve onu bir fitne ile meftûn ediş etti. Ya'nî Allah Teâlâ onu mübtelâ ettiği şeye onun sabrı kendi nefsinde mütehakkık olmak için, onu mevâtın-ı kesîrede de imtihân etti. İmdi Allah Teâlâ'nın onu kendisiyle mübtelâ kıldığı evvelki şey, Allah Teâlâ'nın ona ilhâmı ve onun sırrında kendisine tevfîkı sebebiyle kıbtîyi öldürmesidir ve gerçi bunu bilmez idi. Velâkin buna Rabb'inin emri gelinceye kadar tevakkuf etmemesiyle berâber, kendi nefsinde, onun katli sebebiyle iktirâs bulmadı. Zîrâ nebi, inbâ oluncaya kadar, ya'nî bununla ihbâr oluncaya kadar, şuûru olmadığı haysiyyetten ma'sûmü'l-bâtındır ( 1O) .

     Ya'nî Hak Teâlâ, cenâb-ı Mûsâ'yı Kur'ân-ı Kerîm'de    وَفَتَنَّاكَ فُتُوناً    (Tâhâ, 20/40) buyurduğu üzere, bir fitne ile (belaya) meftûn (tutkun, düşkün) ediş etti ki, bu gibi fitneler (belalar, sıkıntılar) bu âlemde (dünyada) bilcümle (bütün) enbiyâya (nebilere (peygamberlere) ve onların vârisleri (mirasçıları) olan kümmelîn-i evliyâya (kamil velilere) ve ba'dehû (daha sonra) alâ-derecâti-him (derecelerine göre) sâir (diğer) ibâda (kulları) şâmildir (içine alır, kapsar). Nitekim hadis-i şerîfte    أشد البلاء على الانبياء ثم الاولياء ثم الامثل فالامثل    buyrulur. İşte bu sünnet-i ilâhiyye (ilahi sünnet) üzere Hak Teâlâ cenâb-ı Mûsâ'yı dahi mübtelâ (düşkün) eylediği beliyyât (belalar) ile imtihân eyledi. Zîrâ (çünkü) insanda bi'lkuvve (güç, kuvve olarak) mevcûd olan sabrın derecesi, ibtilâ (imtihan) netîcesinde fiilen (fiil olarak) tahakkuk eder (gerçekleşir). Ve bu âlemdeki (dünyadaki) mezâhirin (görüntü yerlerinin) hikmet-i hilkati (yaratılış hikmeti), kendi hakîkatlerinde mevcûd olan ahvâlin (hallerin, oluşların) sâha-i fiilde (fiil sahasında) zuhûr (görünmesi) ve bûrûzudur (açığa çıkmasıdır). Ve ancak bu zuhûr (açığa çıkmak) ile Allah Teâlâ için hüccet-i bâliğa (kesin, apaçık delil) sâbit (mevcut) olur. Ve onlar bu zuhûr eden (meydana çıkan) ahvâl (haller, oluşlar) ile ma'lûm-i ilâhî (Hakk’ın bilineni) olurlar. Nitekim    الْمُجَاهِدِينَ مِنكُمْ وَالصَّابِرِينَ وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ حَتَّى نَعْلَمَ    (Muhammed, 47/31) buyurulmuştur. Ve Hakk'ın bu ilmi, ilm-i zâti (zati ilmi) değil, ancak ilm-i sıfâtî (sıfatlarının ilmi) ve esmâîdir (isimlerinin ilmidir).  

     İmdi (buna göre) Allah Teâlâ'nın cenâb-ı Mûsâ'yı ilk mübtelâ kıldığı (düşürdüğü) beliyye (bela) kıbtîyi (çingeneyi) / bir yumrukla öldürmesidir. Ve kıbtîyi (çingeneyi) katl etmesini (öldürmesini) Allah Teâlâ onun sırrında kendisine ilhâm etti ve onu öldürmeye muvaffakıyyet ve kudret verdi. Binâenaleyh (bundan dolayı) cenâb-ı Mûsâ, kıbtîyi (çingeneyi) Allah Teâlâ'nın kendisine vâkı' (olmuş) olan ilhâmı ve sırrında verdiği muvaffakıyyet ve kudret sebebiyle öldürdü. Vâkıa (gerçekten) cenâb-ı Mûsâ bu fiilin ilhâm-ı ilâhî (ilahi ilham) ile olduğunu bilmezdi. Onun için bu fiil-i katli (öldürme işlevini) şeytana nisbet ederek (bağlayarak)    هَذَا مِنْ عَمَلِ الشَّيْطَانِ    (Kasas, 28/15) dedi. Velâkin (fakat) bu fiile Rabb'inin emri ve vahyi gelinceye kadar sabr (sabredip) ve tevakkuf (tereddüt) etmemesiyle berâber, kıbtînin (çingenenin) katli (öldürülmesi) sebebiyle, kendi nefsinde ve bâtınında (ruhunda) iktirâs (üzüntü) ve mübâlât (tasa, kaygı) bulmadı, ya'nî çekinmek hissetmedi. Ya'nî emir ve vahy-i ilâhî (ilahi vahiy) gelmediği için, gerçi (her ne kadar) zâhiren (görünüş olarak) bu fiili beğenmedi, fakat zuhûrundan (meydana çıkışından) dolayı da bâtınında (ruhunda) da bir bîzârlık (rahatsızlık) hissetmedi. Çünkü nebî (peygamber) bir şeyin menhî (yapılması şeriatçe yasak) olduğu kendisine cânib-i Hak'tan (Hakk tarafınadn) inbâ olununcaya (bildirilinceye) kadar, ya'nî haber verilinceye kadar, ızhâr eylediği (açığa çıkardığı) bir fiilin vârid (içine doğan) ve ilhâm-ı ilâhî (ilahi ilham) olduğuna şuûru (bilinci) olmasa bile, bâtını (ruhu) kebâirden (büyük günahlardan) ma'sûm (suçsuz) ve mahfûz (korunmuş) olduğu için, o fiilinden dolayı inkâr olunmaz. Zîrâ (çünkü) onu kendi nefsiyle katl etmedi (öldürmedi); belki Hak, onun ihtiyârı (kendi seçimi) olmaksızın, kıbtîyi (çingeneyi) onun yediyle (eliyle) katl eyledi (öldürdü). Nitekim Hak Teâlâ    وَلَـكِنَّ اللّهَ رَمَى وَمَا رَمَيْتَ إِذْ رَمَيْتَ    (Enfâl, 8 / 17) buyurur.

Devam Edecek

 

 

 
 

İzmir - 03.06.2009
asliye@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com