Füsûs-ül Hikem

376. Bölüm

Asliye Tavşanlı
 

KELİME-İ MÛSEVİYYE’DE MÜNDEMİC OLAN "HİKMETTİR

[2.Şerh]

Ve işte bunun için, Hızır ona katl-i gulâmı gösterdi. Böyle olunca onun üzerine, onun katlini inkâr etti. Halbuki o kıbtîyi katl ettiğini tezekkür etmedi. Binâenaleyh Hızır, "Onu kendi emrimden işlemedim" (Kehf, 18/82) dedi. Bu kavil de onun mertebesine tenbîh eder ki, o dahi ihbâr olunmazdan mukaddem, emr-i ilâhi ile katl etti. Zîrâ o, her ne kadar buna şuûru yok ise de, ma'sûmü'l-hareke bir nebî idi (1 O) .

Ya'nî Mûsâ (a.s.) kıbtînin (çingenenin) katli (öldürülmesi) emr-i ilâhi (Hakk’ın emri) olduğuna vâkıf (haberli) olmadığı için, cenâb-ı Hızır ona katl-i gulâmı (delikanlının öldürülmesini) gösterdi. Ve cenâb-ı Mûsâ Hızır'a karşı gulâmın (delikanlının) katlini (öldürülmesine) inkâr etti (karşı geldi). Halbuki tâ'lîm-i ilâhi (Hakk’ın öğretisi) ile kendisi Hızır'a mülâki olduğu (buluştuğu, görüştüğü) cihetle (dolayısıyla), ondan bir emr-i münkerin (şeriate aykırı işlerin) zuhûruna (görünmesine) ihtimâl vermeyecek idi. / Nitekim kendisi dahi evvelce bir münker (dince uygun olmayan şeyi) işlemeğe niyet etmediği halde kıbtîyi (çingeneyi) katl etmiş (öldürmüş) idi. O sırada bu kıbtînin (çingenenin) katlini (öldürüldüğünü) tahattur (hatırına getiremedi) ve tezekkûr edemedi (hatırlayamadı). Binâenaleyh (bundan dolayı) cenâb-ı Hızır her iki katlin (öldürmenin) dahi emr-i ilâhi (Hakk’ın emri) ile vâkı' (olmuş) olduğuna işâreten "Bunu kendi emrimden yapmadım" (Kehf, 18/82) dedi. Ve bu kavil (söz) de onun mertebesine tenbîh eder (uyarıda bulunur) ki, Mûsâ dahi cenâb-ı Hak tarafından vahy (vahiy) ile ihbâr (haberdar) olunmazdan mukaddem (önce), kalbine vârid olan (gelen) emr-i ilâhi (Hakk’ın emri) ile kıbtîyi (çingeneyi) katl etmiş (öldürmüş) idi. Zîrâ (çünkü) her ne kadar bu katlin (öldürme olayının) vârid-i ilâhî (ilahi ilham) ile olduğuna şuûru (bilinci) ve vukûfu (haberi, bilgisi) yoksa da, esâsen kendisi hareket ve ef’âlinde (fiillerinde) ma'sûm (suçsuz) ve mahfûz (korunmuş) bir nebî (peygamber) idi. Ya'nî cenâb-ı Hızır bu kavlinde (sözlerinde) onun mertebesine tenbîhen (uyarı olarak): "Yâ Mûsâ, sen bana ta'lîm-i ilâhî (Hakk’ın öğretisi, bilgisi) ile geldin ve Hak Sübhânehü beni sana tavsîf ederken (vasıflandırırken)    وَعَلَّمْنَاهُ مِن لَّدُنَّا عِلْماً    (Kehf, 18/65) buyurdu. Bu i'tibarla (hususla) benden bir münker (beğenilmeyen şey) sudûr etmez (çıkmaz) ve sudûr edeni (çıkanı) de ben kendi emrimden yapmam. Nitekim sen dahi ind-i ilâhide (Allah katında) nübüvvetle muttasıf (vasıflanmış) idin. Ve ilm-i ledünnün (ledün ilminin) hal ve şânına vukûf (haberdar olmak, öğrenmek) için bana gönderildin. Sana vahy (vahiy) nüzûlünden (inişinden) mukaddem (önce) bâtınına (içine) vârid (ilham) olan emr-i ilâhi (Hakk’ın emri) ile senin kıbtîyl (çingeneyi) katl etmen (öldürmen) dahi, benim gulâmı (delikanlıyı) katl etmeme (öldürmeme) benzer. Sen de onu kendi emrinden yapmamış idin" demeği murâd eder.

Ma'lûm olsun (bilinsin) ki, efrâd-ı beşere (beşer fertlere (insanlara) vârid olan (gelen) her bir hâtıra bir vârid-i ilâhîdir (ilahi ilhamdır). Fakat bu vâridât-ı ilâhîyyenin (ilahi ilhamların) menâbi'i (kaynakları) muhteliftir (çeşitlidir). Zîrâ (çünkü) vücûd-i vâhid-i hakîki (tek gerçek varlık) her bir mertebesinde bi-hasebi'l-esmâ (isimleri bakımından) zâhir olur (görünür). Eğer vâridât (ilhamlar), Hâdi ismi hazretinden (mertebesinden) gelirse, Rahmân ve melek kapılarından gelir. Eğer Mudill ismi hazretinden (mertebesinden) gelirse nefis ve şeytan kapılarından gelir. Ve insanı harekete ve icrâ-yı fiile (fiili işlemeye) sevk ve tahrîk eden ancak havâtır-ı vâridedir (hatıra gelen düşüncelerdir, fikirlerdir). Eğer bu havâtır (düşünceler, fikirler) rahmânî ve melekî olursa, hareket ve ef’âl (fiiller) dahi sâlih (iyi, yararlı) olur. Ve eğer nefsânî ve şeytânî olursa hareket ve efâl (fiiller) dahi fâsid (fena) ve tâlıh (yararsız) olur. Onun için cenâb-ı Mevlâna (r.a.) Mesnevî'lerinde buyururlar:

                       ما بقايت استخوان وريشهء             اي برادر تو همان انديشئ           

                   ور بود خاري تو هيمهء كلخني           كر گلست انديشهء تو كلشني         

Tercüme: "Ey birâder sen ancak düşünceden ibâretsin. Mütebâkîn (geri kalan) kemik ve elyâftır (liflerdir). Eğer düşüncen gül ise, gülşen (gül bahçesi) içindesin ve eğer diken ise sen külhanın (hamam ocağının) odunusun." /

İmdi (buna göre) Mûsâ (a.s.), ism-i Hâdî'nin (Hadi isminin) mazharı (göründüğü yer) olan bir nebiyy-i zî-şân (mübarek, ulu bir nebi (peygamber)) olduğundan ona vârid olan (gelen) havâtırın (fikirlerin) ism-i Mudill (mudil ismi) hazretinden (mertebesinden) sudûru (çıkışı)    الضدان لا يجتمعان    [ez-zıddâni lâ-yectemiân] (iki zıt bir araya gelmez) kâidesince mümkün değil idi. Fakat henüz vahy (vahiy) nâzil olmadığından, (inmediğinden) nübüvvetle (nebi’likle) ittisâfını (vasıflandığını) bilmez idi. Binâenaleyh (bundan dolayı) kendisini ma'sûm (suçsuz) addetmedi de, (saymadı da) sâika-i vehm (vehim güdüsü) ile katl-i kıbtîyi (çingenenin öldürülmesini) amel-i şeytana (şeytanın işine) nisbet etti. (bağladı) Ve cenâb-ı Hızır dahi katl-i gulâm (delikanlıyı öldürmek) ile onun mertebesine tenbîh eyledi (uyarıda bulundu).  

Devam Edecek

 

 

 
 

İzmir - 10.06.2009
asliye@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com