KELİME-İ
MÛSEVİYYE’DE MÜNDEMİC OLAN "HİKMETTİR
[2.Şerh]
Ve kezâ ona hark-ı sefîneyi gösterdi ki, onun
zâhiri helâk ve bâtını yed-i gâsıbdan necâttır. Bunu
denizde, üzerine mutbak olduğu tâbût mukâbelesinde
kendisi için yaptı. İmdi onun zâhiri helâk ve bâtını
necâttır. Ve onun vâlidesi, ona nâzır olduğu halde onu
mahbûse zebh eder diye, bunu gâsıb olan Fir'avn yedinden
korkarak, vukûfu olmadığı haysiyetten, ona ilhâm eyledi
vahy ile berâber yaptı. Böyle olunca kendi nefsinde onu
irzâ' edeceğini buldu. Vaktâki onun üzerine havf etti,
onu deryâya ilkâ eyledi. Zîrâ meselde meşhûrdur ki “göz
görmeyince gönül katlanır”. Şu halde onun üzerine
müşâhede-i ayn havfiyle havf etmedi. Ve onun üzerine
rü'yet-i basar hüznü ile mahzûn olmadı. Ve muhakkak
Allah Teâlâ'nın Mûsâ'yı, hüsn-i zannı sebebiyle, ona
redd / edeceği, onun zannı üzerine gâlib oldu. İmdi o
nefsinde bu zan ile yaşadı. Ve recâ, havf ile ye'se
mukâbildir. Binâenaleyh buna ilhâm olunduğu hînde belki
bu, o resûldür ki, Fir'avn ve kıbtî onun yedi üzerinde
helâk olur, dedi. Böyle olunca ona nazaran bu tevehhüm
ve zan ile yaşadı ve mesrûr oldu. Halbuki o nefsü'l
emrde ilimdir ( 11 ).
Ya'nî ve kezâ
(aynı şekilde)
Kur'ân-ı Kerîm'de sûre-i Kehfde
(Kehf suresinde)
beyân buyrulduğu
(bildirildiği)
üzere cenâb-ı Hızır, Hz. Mûsâ'ya gemiyi deldiğini
gösterdi ki, bu gemiyi delmenin dış yüzü helâke
(mahv olmaya)
sebebdir ve iç yüzü ise melik-i gâsıb
(zorba hükümdarın)
elinden necâta (kurtulmaya)
sebebdir. Cenâb-ı Hızır kendi umûr-i me'mûresine
(görevli olduğu işlere)
âit olan bu fiili, Mûsâ'ya karşı onun deniz içinde
bulunduğu sandık mukâbelesinde
(karşılığında)
yaptı. Çünkü Mûsâ'nın sandık içine ve sandığın dahi
denize ilkâ edilmesi
(bırakılması)
,
zâhiren
(dış yüzünde, görünüşte)
helâke
(mahv olmaya, ölmeye)
ve bâtınen
(iç yüzünde)
necâta
(kurtuluşa)
sebebdir. Zîrâ
(çünkü)
cenâb-ı Mûsâ'nın vâlidesi, gözlerinin önünde ellerini ve
ayaklarını bağlayıp Mûsâ'yı zebh eder
(öldürür)
diye gâsıb
((zorba)
olan Fir'avn'ın yedinden
(elinden)
korkarak yaptı. Bu fiili, vukûfu
(bilgisi, haberi)
olmaksızın, cânib-i Hak'tan
(Hakk tarafından)
kendi bâtınına
(içine)
ilhâm eylediği vahy
(vahiy)
ile berâber yaptı. Ya'nî bu hâtıra
(hatıra gelen)
ve vârid
(içe doğan)
rahmânî idi. Ve vâlide-i Mûsâ
(Musa a.s.’ın annesi)
bu ilhâm olunan vahyin cânib-i Hak'tan
(Hak tarafından)
olduğuna vâkıf
(haberli)
değil idi. Belki o bu fiili, kendi aklınca böyle
yaptığına kâni'
(inanmış)
idi. Burada "vahy" ta'bîrinin
(ifadesinin)
isti'mâl buyrulması
(kullanılması)
âyet-i kerîmede
وَأَوْحَى رَبُّكَ إِلَى النَّحْلِ
(Nahl,16/68) kabîlindendir
(türündendir)
.
İşte bu fiili vahy
(vahiy)
ile olduğu için, kendi nefsinde onu emzireceğine bir
itmi'nân
(inanç, güven)
buldu. Vaktâki
(ne zamanki)
vâlidesi Mûsâ üzerine Fir'avn'ın yed-i gasbından
(zorba elinden)
havf etti,
(korktu)
onu sandık içine koyup denize bıraktı. Çünkü "göz
görmeyince gönül katlanır" darb-ı meseli
(atasözü)
meşhûrdur. Binâenaleyh
(bundan dolayı)
Mûsâ'nın vâlidesi, Mûsâ'yı sandık içine koyup denize
bırakmakla, gözünün önünde Fir'avn'ın zebhinden
(boğazlamasından (keserek öldürmesinden)
kurtarmış oldu. Ve deryâda
(denizde)
gark olarak
(boğularak)
fevt olsa
(kaybolsa)
bile, garkını
(boğuluşunu)
aynen
(gözleriyle)
müşâhede
(görme)
korkusundan vâreste kaldı;
(kurtuldu)
ve onun katlinden
(öldürülmesinden)
veyâ garkından
(boğulmasından)
rü'yet-i basar
(gözleriyle görme)
hüznü ile mahzûn olmadı.
(hüzünlenmedi)
Bunlar ile berâber muhakkak Allah Teâlâ'nın Mâsâ'yı,
hüsn-i zannı
(iyi, güzel düşünceleri)
sebebiyle, kendisine redd edeceği
(geri vereceği)
zannı da
(düşüncesi, de)
ona gâlip
(üstün)
geldi. Ve nefsinde "Elbette oğlum bu sandık ile deryâdan
(denizden)
halâs olur;
(kurtulur)
ve nihâyet
(sonunda)
cenâb-ı Hak bir sûretle
(şekilde)
onu bana ihsân eder;
(bağışlar)
ve ben onu emzirerek büyütürüm" / dedi. Ve bu zan
(düşünce)
ve ümid ile yaşadı. Ve recâ
(umma)
ve ümîd, havf
(korku)
ile ye'se
(ümitsizliğe)
mukâbildir.
(karşılıktır)
Çünkü ümîd munkatı' olunca,
(kesilince)
ye's
(ümitsizlik, keder)
hâsıl olur:
(oluşur)
Esâsen kendisine ilhâm olunduğu vakit: "Belki bu benim
oğlum, Fir'avn'ın ve kavm-i kıbtın
(Kıbti (Mısır’ın eski yerli halkı) halkının)
helâki
(mahv olması)
elinde olan resûldür" dedi. Binâenaleyh
(bundan dolayı)
bu düşüncesi kendisine nazaran
(göre)
tevehhüm
(kuruntu)
ve zan idi; ve o bu tevehhüm
(kuruntu)
ve zan ile yaşadı ve gönlü mesrûr
(memnun)
oldu. Halbuki hakîkate nazaran
(göre)
bu ma'nâ, tevehhüm
(kuruntu)
ve zân değil idi; belki cânib-i Hak'tan
(hak tarafından)
kendisine vehb
(bağışlanan)
ve ilhâm olunan bir ilim idi.
Devam Edecek |