Füsûs-ül Hikem

377. Bölüm

Asliye Tavşanlı
 

KELİME-İ MÛSEVİYYE’DE MÜNDEMİC OLAN "HİKMETTİR

[2.Şerh]

     Ve kezâ ona hark-ı sefîneyi gösterdi ki, onun zâhiri helâk ve bâtını yed-i gâsıbdan necâttır. Bunu denizde, üzerine mutbak olduğu tâbût mukâbelesinde kendisi için yaptı. İmdi onun zâhiri helâk ve bâtını necâttır. Ve onun vâlidesi, ona nâzır olduğu halde onu mahbûse zebh eder diye, bunu gâsıb olan Fir'avn yedinden korkarak, vukûfu olmadığı haysiyetten, ona ilhâm eyledi vahy ile berâber yaptı. Böyle olunca kendi nefsinde onu irzâ' edeceğini buldu. Vaktâki onun üzerine havf etti, onu deryâya ilkâ eyledi. Zîrâ meselde meşhûrdur ki “göz görmeyince gönül katlanır”. Şu halde onun üzerine müşâhede-i ayn havfiyle havf etmedi. Ve onun üzerine rü'yet-i basar hüznü ile mahzûn olmadı. Ve muhakkak Allah Teâlâ'nın Mûsâ'yı, hüsn-i zannı sebebiyle, ona redd / edeceği, onun zannı üzerine gâlib oldu. İmdi o nefsinde bu zan ile yaşadı. Ve recâ, havf ile ye'se mukâbildir. Binâenaleyh buna ilhâm olunduğu hînde belki bu, o resûldür ki, Fir'avn ve kıbtî onun yedi üzerinde helâk olur, dedi. Böyle olunca ona nazaran bu tevehhüm ve zan ile yaşadı ve mesrûr oldu. Halbuki o nefsü'l emrde ilimdir ( 11 ).

     Ya'nî ve kezâ (aynı şekilde) Kur'ân-ı Kerîm'de sûre-i Kehfde (Kehf suresinde) beyân buyrulduğu (bildirildiği) üzere cenâb-ı Hızır, Hz. Mûsâ'ya gemiyi deldiğini gösterdi ki, bu gemiyi delmenin dış yüzü helâke (mahv olmaya) sebebdir ve iç yüzü ise melik-i gâsıb (zorba hükümdarın) elinden necâta (kurtulmaya) sebebdir. Cenâb-ı Hızır kendi umûr-i me'mûresine (görevli olduğu işlere) âit olan bu fiili, Mûsâ'ya karşı onun deniz içinde bulunduğu sandık mukâbelesinde (karşılığında) yaptı. Çünkü Mûsâ'nın sandık içine ve sandığın dahi denize ilkâ edilmesi (bırakılması) , zâhiren (dış yüzünde, görünüşte) helâke (mahv olmaya, ölmeye) ve bâtınen (iç yüzünde) necâta (kurtuluşa) sebebdir. Zîrâ (çünkü) cenâb-ı Mûsâ'nın vâlidesi, gözlerinin önünde ellerini ve ayaklarını bağlayıp Mûsâ'yı zebh eder (öldürür) diye gâsıb ((zorba) olan Fir'avn'ın yedinden (elinden) korkarak yaptı. Bu fiili, vukûfu (bilgisi, haberi) olmaksızın, cânib-i Hak'tan (Hakk tarafından) kendi bâtınına (içine) ilhâm eylediği vahy (vahiy) ile berâber yaptı. Ya'nî bu hâtıra (hatıra gelen) ve vârid (içe doğan) rahmânî idi. Ve vâlide-i Mûsâ (Musa a.s.’ın annesi) bu ilhâm olunan vahyin cânib-i Hak'tan (Hak tarafından) olduğuna vâkıf (haberli) değil idi. Belki o bu fiili, kendi aklınca böyle yaptığına kâni' (inanmış) idi. Burada "vahy" ta'bîrinin (ifadesinin) isti'mâl buyrulması (kullanılması) âyet-i kerîmede    وَأَوْحَى رَبُّكَ إِلَى النَّحْلِ    (Nahl,16/68) kabîlindendir (türündendir) . İşte bu fiili vahy (vahiy) ile olduğu için, kendi nefsinde onu emzireceğine bir itmi'nân (inanç, güven) buldu. Vaktâki (ne zamanki) vâlidesi Mûsâ üzerine Fir'avn'ın yed-i gasbından (zorba elinden) havf etti, (korktu) onu sandık içine koyup denize bıraktı. Çünkü "göz görmeyince gönül katlanır" darb-ı meseli (atasözü) meşhûrdur. Binâenaleyh (bundan dolayı) Mûsâ'nın vâlidesi, Mûsâ'yı sandık içine koyup denize bırakmakla, gözünün önünde Fir'avn'ın zebhinden (boğazlamasından (keserek öldürmesinden) kurtarmış oldu. Ve deryâda (denizde) gark olarak (boğularak) fevt olsa (kaybolsa) bile, garkını (boğuluşunu) aynen (gözleriyle) müşâhede (görme) korkusundan vâreste kaldı; (kurtuldu) ve onun katlinden (öldürülmesinden) veyâ garkından (boğulmasından) rü'yet-i basar (gözleriyle görme) hüznü ile mahzûn olmadı. (hüzünlenmedi) Bunlar ile berâber muhakkak Allah Teâlâ'nın Mâsâ'yı, hüsn-i zannı (iyi, güzel düşünceleri) sebebiyle, kendisine redd edeceği (geri vereceği) zannı da (düşüncesi, de) ona gâlip (üstün) geldi. Ve nefsinde "Elbette oğlum bu sandık ile deryâdan (denizden) halâs olur; (kurtulur) ve nihâyet (sonunda) cenâb-ı Hak bir sûretle (şekilde) onu bana ihsân eder; (bağışlar) ve ben onu emzirerek büyütürüm" / dedi. Ve bu zan (düşünce) ve ümid ile yaşadı. Ve recâ (umma) ve ümîd, havf (korku) ile ye'se (ümitsizliğe) mukâbildir. (karşılıktır) Çünkü ümîd munkatı' olunca, (kesilince) ye's (ümitsizlik, keder) hâsıl olur: (oluşur) Esâsen kendisine ilhâm olunduğu vakit: "Belki bu benim oğlum, Fir'avn'ın ve kavm-i kıbtın (Kıbti (Mısır’ın eski yerli halkı) halkının) helâki (mahv olması) elinde olan resûldür" dedi. Binâenaleyh (bundan dolayı) bu düşüncesi kendisine nazaran (göre) tevehhüm (kuruntu) ve zan idi; ve o bu tevehhüm (kuruntu) ve zan ile yaşadı ve gönlü mesrûr (memnun) oldu. Halbuki hakîkate nazaran (göre) bu ma'nâ, tevehhüm (kuruntu) ve zân değil idi; belki cânib-i Hak'tan (hak tarafından) kendisine vehb (bağışlanan) ve ilhâm olunan bir ilim idi.
Devam Edecek

 

 

 
 

İzmir - 17.06.2009
asliye@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com