KELİME-İ
MÛSEVİYYE’DE MÜNDEMİC OLAN "HİKMETTİR
[2.Şerh]
Ve zîrâ muhakkak âlem dahi kezâlik, vücûden kendi
nefsinin şuhûduna muhabbet eder. Nitekim onu sübûten
müşâhede eyledi. İmdi adem-i sübûtîden vücûda onun her
bir vech ile hareketi, cânib-i Hak'tan ve kendi
cânibinden hareket-i hubb oldu. Zîrâ kemâl li-zâtihî
mahbûbdur. Ve Allah Teâlâ'nın kendi nefsine ilmi, onun
âlemlerden ganî olması cihetinden, ona mahsûstur. Ve
onun için ancak a'yân-ı âlem olan bu a'yândan hâsıl olan
ilm-i hâdis ile ilim mertebesinin tamâmı kaldı. Mevcûd
oldukda, sûret-i kemâl, ihm-i muhdes ve kadîm ile zâhir
olur. Binâenaleyh mertebe-i ilm iki vech ile kâmil olur
(12).
Ya'nî hareket ebeden
(sonsuza dek) hubbiyye
(sevgi ile alakalı)
olduğu için, muhakkak âlem dahi Hak gibi, kendi nefsini
vücûden müşâhedeyi (görmeyi)
sever. Nitekim o âlem, kendi nefsini ademde
(yoklukta)
sübûten (belirlenmiş, sabit
olarak) müşâhede eder
(görür) idi. Ya'nî
âlemin ilm-i
ilâhide (Allah’ın ilminde)
ve vücûd-i izâfi
(izafi varlık) âleminde ademi
(yokluğu) hâlinde
bir ayn-ı sâbitesi (ilmi
sureti) ve bir hakîkati var idi ve o ayn-ı
sâbite (ilmi suret)
ve hakîkat kendi nefsini vücûden
(varlık olarak)
değil, ancak sübûten
(belirlenmiş sabit olarak (dışta
var olmak ile yok olmak
arasındaki ara bir durumda)
müşâhede ederdi (görürdü).
Fakat âlemin
kendi nefsini sübûten
bu müşâhedesi
(görmesi) kâfî değil idi. Kendi nefsini
vücûden (varlık olarak)
dahi' müşâhedeye
(görmeye) muhabbet ettiği
(sevgi duyduğu)
için, bu muhabbet (sevgi)
sâikasıyla
(sebebiyle) vücûd-i izâfî
(göreli varlık)
âlemine hareket eyledi. Nitekim, evvelki cümlenin
şerhinde (açıklamasında)
izâh edilmiş
(anlatılmış) idi. Binâenaleyh
(bundan dolayı)
sâbit (belirlenmiş)
olduğu adem-i izâfî
(göreceli yokluk (kuvve
olarak mevcut ve fiil olarak mevcut olmayan şeyler
adem-i izâfidir)
âleminden vücûd-i izâfî
(göreceli varlık) âlemine o âlemin her bir
vech (sebep) ile
hareketi, cânib-i Hak'tan
(Hak tarafından) ve kendi cânibinden
(tarafından)
hareket-i hubb (sevginin
hareketi) oldu. / Ve gerek Hakk'ın ve gerek
halkın (yaratılmışın)
vücûd-i aynîye (kesif,
yoğunlaşmış surete) hareketleri, ancak zuhûr-i
kemâle (kemalin meydana
çıkmasına) muhabbetten
(sevgi duymaktan)
neş'et eder (ileri gelir)
. Çünkü kemâl
(olgunluk, mükemmellik)
li-zâtihî (zatının
gereği olarak) mahbûbdur
(sevilmiştir).
Ve Allah Teâlâ'nın kendi nefsine ilmi, O'nun
âlemlerden ganî (zengin,
doygun) olması cihetinden
(yönünden) kendisine
mahsûstur (aittir).
Ya'nî âlem mevcûd olsa da olmasa da, Hak
Teâlâ'nın elbette kendi zâtına ilmi vardır. Ve O'nun
kendi nefsine ilmî sâbittir ve kadîmdir
(öncesi olmayan eskidir).
Fakat bu "ilm-i
zâtî" (zati ilmi),
ilm-i esmâî
(isimleri ile alakalı ilmi) ve sıfâti
(sıfatları ile alakalı ilmi)
gibi değildir. Binâenaleyh
(bundan dolayı)
Allah Teâlâ için, a'yân-ı âlemden
(açığa çıkmış âlemden)
ibâret olan bu a'yândan
(aşıkar, belli olan şeylerden) mütehassıl
(meydana gelen) ilm-i
hâdis (hadis ilmi (sonradan
kazanılmış ilim) )
ile ilim mertebesinin tamâmı kaldı. Ya'nî
Hakk'ın kendi zâtında ve kendi zâtına, kendi zâtiyle
vâkı' olan (gerçekleşen)
tecellîsinde
hâsıl olan
(oluşan),
hakâyık-ı eşyânın
(şeylerin hakikâtleri) ve a'yân-ı sâbitenin
(ilmi suretlerin)
sûretleri, vaktâki (ne
zamanki) vücûd-i kesîf-î izâfî
(izafi yoğunlaşmış varlık)
sûretleriyle zâhir olurlar
(açığa çıkarlar),
bu halde Hak için, kendi sıfât
(sıfatlarının) ve
esmâsının (isimlerinin)
suver-i tafsîliyyesine
(ayrıntı, detay suretlerine)
bir ilm-i zâid
(ilave, ek ilim) hâsıl olur
(oluşur) ki, bu ilim
ilm-i hâdistir (sonradan
meydana gelmiş, sonradan kazanılmış ilimdir).
İşte vücûd-i mutlak-ı Hak
(kayıtsız varlık sahibi Hak)
sıfât (sıfatları)
ve esmâsı
(isimleri) hasebiyle
(dolayısıyla)
müteayyin oldukda (meydana
çıktığında), sûret-i
kemâl (tam olgun suret),
ilm-i muhdes ve kadîm
(sonradan meyda çıkmış yeni ve
öncesi olmayan eski ilim) ile zâhir olur
(açığa çıkar).
Binâenaleyh
(bundan dolayı) mertebe-i ilim
(ilim mertebesi),
biri zâtı cihetiyle
(yönüyle) kadîm
(öncesi olmayan eski)
ve diğeri a'yân-ı âlemde
(açığa çıkmış alemde)
zuhûru (görünmesi)
cihetiyle
(yönüyle) hâdis
(sonradan meydana gelmiş (yeni) olarak iki
vech ile (yönüyle)
kâmil (mükemmel, tam
olgun) olur. İlm-i zâtî
(zati ilim) ve ilm-i
esmâî (isimlerine ait ilim)
ve sıfâti
(sıfatlarına ait ilim) hakkındaki tafsîlât
(geniş açıklama)
Fass-ı Şisî'de (şişi
bölümünde) mürûr etti
(geçti).
Suâl: Allah Teâlâ kendi zâtını ve kemâlâtını
(tamlıklarını,
mükemmelliklerini) âlemin
(evrenin) icâdından
(yaratılmasından)
evvel ve kendisinin âlem
(evren) sûretlerinde
zuhûrundan (meydana
çıkmasından) mukaddem
(önce) bilmez mi
idi? Binâenaleyh (bundan
dolayı) suver-i mezâhirde
(görüntü yerlerinin
suretlerinde) zuhûrun
(görünmenin) ve îcâd-ı
âlemin (alemin
yaratılmasının) ne fâidesi
(yararı) vardır?
Cevap: Bunun fâidesi
(faydası) yukarıda îzâh edilmiştir
(anlatılmıştır).
Daha ziyâde
(fazla) tavzîh
(açıklamak) için bir
misâl îrâd edeyim
(söyleyeyim) :
Kendisinde sıfat-ı mi'mâriyyet
(mimarlık sıfatı)
sâbit (mevcut)
olan bir insan bir binâ inşâ etmese
(yapmasa) de kendi
zâtını ve nefsini ve kendisinde bir binâ inşâsına kudret
olduğunu bilir. Fakat bu ilim, binâyı inşâ edip onu
temâşâ ettiği (seyrettiği)
vakit, mi'mâriyyeti
(mimarlığı) hakkında
hâsıl olan (oluşan)
ilim gibi değildir. Birinci ilim, görmeyerek bilmek
ve ikinci ilim görerek bilmektir, Binâenaleyh
(bundan dolayı)
mi'mârın evvelki ilmine ikinci ilim munzam olmakla
(katılmakla, eklenmekle),
onda ilm-i kâmil
(tam, mükemmel ilim)
hâsıl olur (oluşur).
Ve mi'mâr bu ikinci ilmi hâriçten
(dışarıdan) almadı.
Zîrâ (çünkü)
binâyı vücûda getiren mevâdd
(maddeler),
her ne kadar taş, toprak ve demir ve tahta
gibi mi'mârın vücûdunun gayri
(başka) ise de,
onlardan müteşekkil olan
(meydana gelen, şekillenen) sûret, mi'mârın
ilminde peydâ ettiği
(meydana çıktığı) sûrettir. Ve bu sûret,
mi'mârın vücûdunun, gayrinden
(başkasından)
müstefâd (kazanılmış)
değildir. Fakat âlemin
(evrenin) sûreti ilm-i ilâhide
(Allah’ın ilminde)
sâbit (belirlenmiş, mevcut)
olan sûret olmakla berâber, vücûd-i izâfîsini
(nisbi, göreli varlığını)
teşkîl eden madde dahi, onun vücûdunun
merâtibinden
(mertebelerinden) bir mertebe olduğu için,
Hakk'ın gayri (başkası)
değildir. / Nitekim âtîdeki
(aşağıdaki) cümle
ile cenâb-ı Şeyh (r.a.) bu hakîkati îzâh buyururlar
(anlatırlar) .
Devam Edecek |