KELİME-İ
MÛSEVİYYE’DE MÜNDEMİC OLAN "HİKMETTİR
[2.Şerh]
Ve kezâlik merâtib-i vücûd dahi tekemmül eder. Zîrâ
o vücûdun ba'zısı ezelî ve ba'zısı gayr-i ezelîdir ve o
da hâdistir: İmdi ezelî li-nefsihî vücûd-i Hak'tır ve
gayr-i ezelî, sâbit olan âlem sûretleriyle Hakk'ın
vücûdudur. Binâenaleyh hudûs tesmiye olunur. Zîrâ onun
ba'zısı ba'zısına zâhir olur. Binâenaleyh suver-i âlem
ile nefsine zâhir olur. Şu halde vücûd kâmil olur. Böyle
olunca âlemin kemâle hareketi hubbiyye oldu. İyi anla!
(12) .
Ve kezâlik (aynı
şekilde) merâtib-i vücûd
(vücut mertebeleri)
dahi a’yân-ı âlem (açığa
çıkmış âlem) ile kâmil
(eksiksiz, tam)
olur. Çünkü a'yân-ı âlem
(açığa çıkmış âlem) vücûd-i mutlak-ı Hakk'ın
(kayıtsız varlık sahibi
Hakk’ın) azhariyyetle
(apaçık, en belli şekilde)
nüzûl eylediği
(indiği) bir mertebedir. Ve zîrâ
(çünkü) vücûdun
(varlığın)
merâtibinden
(mertebelerinden) ba'zısı ezelîdir
(devamlı
var olup varlığının başlangıcı olmayan, kadimdir)
ve ba'zısı gayr-i ezelîdir
(ezeli değildir).
Ve gayr-i ezelî olan
(ezeli olmayan)
vücûd (varlık)
hâdistir (sonradan meydana
gelmiştir).
Binâenaleyh
(bundan dolayı) vücûd-i ezelî
(varlığının başlangıcı olmayan
devamlı var olan varlık) Hakk'ın kendi
nefsiyle olan vücûdudur
(varlığıdır).
Ve o vücûd ve varlık zâtın aynıdır
(kendisidir).
Ve vücûd-i gayr-i ezelî
(ezeli olmayan varlık),
âlemin (evrenin)
sûretleriyle zahir olan
(açığa çıkan)
Hakk'ın vücûdudur
(varlığıdır). Ve
o suver-i âlem (evren
suretleri),
ilm-i ezelîde
(Allah’ın ilminde) "ayn"iyle
(zatıyla, hakikatiyle)
sâbittir
(belirlenmiştir, mevcuttur):
Böyle olunca, âlemin
(evrenin)
sûretleriyle zâhir olan
(açığa çıkan) Hakk'ın vücûduna
(varlığına) hâdistir
(sonradan ortaya çıkmıştır)
denir. Ve âlemin ba'zısı ba'zısına zâhir olur
(görünür).
Âlem, (evren)
vücûd-i Hakk'ın
(Hakk’ın varlığının) merâtibinden
(mertebelerinden)
bir mertebe olunca, binnetîce
(sonuç olarak) Hak
âlemin (evrenin)
sûretleriyle kendi nefsine zâhir olmuş
(görünmüş) olur. Şu
halde, Hak mertebe-i ilimde
(ilim mertebesinde) gördüğünü mertebe-i aynda
(hakikat mertebesinde)
dahi müşâhede eyler
(görür).
Binâenaleyh
(bundan dolayı) vücûd-i hakîkî-i Hak
(gerçek varlık sahibi Hak),
vücûd-i izâfî-i âlem
(nisbi, göreceli varlık olan
evren) ile kâmil
(tam, mükemmel) olur. İmdi
(buna göre)
bildiğini görmek kemâl olduğu ve âlem
(evren) vûcûd-i
Hakk'ın (Hakk’ın vücudunun)
merâtibinden
(mertebelerinden) bir mertebe bulunduğu
cihetle, (yönüyle)
âlemin (evren
varlıklarının) adem-i izâfîden
(göreceli yokluktan)
vücûd-i izâfîye
(göreceli varlığa) hareketi, nisbet-i
muhabbet (sevgi sıfatı)
ile oldu. Çünkü kemâl
(tamlık, mükemmellik)
li-zâtihî (Zatının
gereği) mahbûbdur
(sevilmiştir).
İmdi
(şu halde) bu bahsi
(konuyu) iyi anla
da, kadîm (önceden beri
mevcut olan, öncesi olmayan eski) ile hâdisi
(sonradan meydana gelen,
yeni olanı),
hakîkatlerini bilmek sûretiyle tefrîk et
(ayırt et) !
Ve kûteh-bînlerin
(dar görüşlülerin)
düştüğü varta-i inkâra
(inkâr çukuruna) düşme! /
Sen onu görmez misin ki, müsemmâ-yı âlemin "ayn"ında,
âsârının adem-i zuhûrundan nâşî esmânın müşâhede
eylediği şeyi, esmâ-i ilâhiyyeden nasıl tenfîs eyledi.
İmdi onun için râhat mahbûb oldu. Halbuki râhata, ancak
â'lâ ve esfel olan vücûd-i sûrî ile vâsıl olundu. İmdi
sâbit oldu ki, muhakkak hareket hubb içindir. Böyle
olunca kevnde hareket ancak hubbiyye olarak vâkı'dir
(13)
Ya'nî esmâ-i İlâhiyye
(İlahi isimler),
kendi eserlerinin kuvvede
(batında güc kuvve olarak)
kalıp fiilen
(fiil olarak) zâhir olmamasından
(açığa çıkmamasından)
dolayı sıkıntı içinde idiler. Onlar âsârın
(eserlerin) müsemmâ-yı
âlemin (âlemin tayin edilen,
belirlenen)
“ayn”ında (hakikâtinde)
zâhir olmasını
(açığa çıkmasını) talep ettiler
(istediler).
Allah Teâlâ müsemmâyı
(tayin edileni)
âlemde (evrende)
onların âsârını (eserlerini)
ızhâr etmekle
(göstermekle),
kendi nefislerinde buldukları sıkıntıyı
tenfîs eyledi
(nefeslendirdi, ferahlandırdı).
Böyle olunca Hak Teâlâ için esmâsı
(isimleri) cihetiyle
(yönüyle) râhat
mahbûb oldu (sevildi).Halbuki
o mahbûb olan (sevilen)
râhata, ancak a'lâ
(yüksek) ve esfel
(alçak) olan vücûd-i
sürî (suret giymiş
varlıklar)
ile vâsıl olundu (ulaşıldı).
Binâenaleyh
(bundan dolayı) hareketin kevnde
(kozmik evrende)
ancak hubb (sevgi)
için vâkı' olduğu
(gerçekleştiği) sâbit
(anlaşılmış) oldu.
Binâenaleyh (bundan dolayı)
varlık içinde, kâinatta zâhir olan
(görülen) hiç bir
hareket yoktur ki muhabbete
(sevgiye) müstenid
(dayalı) olmasın.
İmdi bunu bilen kimse ulemâdan ba'zdır ve sebeb-i
akreb kendisini mahcûb eden kimse de onlardan ba'zdır.
Zîrâ onun hükmü fî'l-hâldir ve onun istîlâsı nefs
üzerinedir. Böyle olunca Mûsâ için havf, kıbtînin
katlinden vâkı' olan şeyle, şuhûdla oldu ve havf,
katlden necât hubbünü tazammun eyledi. İmdi havf ettiği
vâkit firâr etti. Halbuki ma'nâda Fir'avn'dan ve onun
ona amelinden necâta hubbünden firâr etti. Binâenaleyh
vakit içinde meşhûdün-leh olan sebeb-i akrebi zikretti
ki, / o beşer için sûret-i cisim gibidir ve hubb-i necât
onda mutazamnındır. Cesedi müdebbir olan rûhu cesed
tazammun ettiği gibi (13)
.
Ya'nî bilcümle (bütün)
harekâtın
(hareketlerin) muhabbet
(sevgi) sâikasıyla
(sebebiyle)
olduğunu ulemâdan
(âlimlerden) ba'zıları bilirler ve bunlar
ulemâ-i rabbâniyyedendir
(rabbani alimlerdendir) ve ulemâdan
(alimlerden)
ba'zıları bu hakîkati bilmezler ve sebeb-i akreb
(yakın sebep)
kendilerini mahcûb eder
(perdeler).
Zîrâ (çünkü)
böyle bir âlimin hükmü hâl içinde mahsûrdur
(sınırlı kalmıştır).
Ve sebeb-i akrebin
(yakın sebebin)
istîlâsı nefs-i
mahcûbe (perdeli nefis)
üzerinedir. Meselâ karnı acıkan bir kimse
kasd-ı taam (yemek yemek
maksadı) ile hareket eder. Bu hareketin
sebebi sorulsa, sebeb-i akreb
(yakın sebeb) olan,
ekl-i taâmdır, (yemek
yemektir) der. Halbuki taâm
(yemek) bakâ-yı
hayâta (hayatın devamlığına)
sebebdir ve bu sebeb, ekl-i taâm
(yemek yeme)
sebebiyle örtülmüştür. Binâenaleyh
(bundan dolayı) o
kimse bakâ-yı hayâta
(hayatın devamlığına) muhabbet ettiği
(sevgi duyduğu) için
hareket etmiş olur. Fakat aç olan kimsenin verdiği hükûm
fi’l-hâldir (hal içindedir).
Ya'nî o kimse zamân-ı hâl
(o oluş vakti)
içinde açlığın hükmü altındadır. Bu cihetle
(sebeple) ekl-i
taâm (yemek yeme)
sebeb-i akrebi (yakın
sebebi),
hicâba düşen
(perdeleyen) nefîs üzerine müstevlîdir
(istila eder, hükmünü yürütür).
İşte bunun gibi, Mûsâ için havf
(korku),
kıbtînin (çingenenin)
katlinden
(öldürülmesinden) vâkı' olan
(gerçekleşen) şey
sebebiyle, ya'nî kıbtîyi (çingeneyi)
katl etmesine
(öldürmesine) mukâbil
(karşılık)
Fir'avn'ın dahi onu kısâs etmesi
(aynı şekilde cezalandıracağı)
düşüncesi sebebiyle, meşhûdün-leh
(kendisi tarafından görülmüş,
fark edilmiş) oldu. Ya'nî Mûsâ kıbtîyt
(çingeneyi) katl
etti (öldürdü),
Fir'avn'ın da bu katle
(öldürmeye) mukâbil
(karşılık)
kendisini kısâs edeceğini
(aynı şekilde cezalandıracağını) düşündü ve
nefsinde havf-i kısâsı
(kısas korkusu) müşâhede etti
(gördü).
Halbuki bunun zımnında
(iç yüzünde)
kısastan kurtulmak muhabbeti
(sevgisi) var idi.
Binâenaleyh (bundan dolayı)
Mûsâ zâhirde
(görünüşte) korktuğu vakit kaçtı. Velâkin
(fakat) ma'nâda
Fir'avn'dan ve onun kendisini kısâs etmesinden
(öldürtmesinden)
kurtulmağa muhabbet ettiği
(sevgi duyduğu) için kaçtı. Şu halde
فَفَرَرْتُ مِنكُمْ لَمَّا خِفْتُكُمْ
(Şuarâ, 26/21) âyet-i kerîmesinde hikâye buyrulduğu
üzere (gibi)
vakit içinde müşâhede ettiği
(gördüğü) sebeb-i
akreb (yakın sebeb)
olan havfî (korkuyu)
zikr etti (andı).
Bu sebeb-i akreb
(yakın sebep) olan havf
(korku) beşer
(insan) için cismin
sûreti gibidir. Ve cesedi müdebbir olan
(tedbir eden, yöneten,
kullanan) rûh, cesedin zımnında
(içinde)
olduğu gibi, hubb-i necât
(kurtuluşa duyulan sevgi, arzu)
dahi öylece havfin
(korkunun)
zımnındadır (içindedir).
Ya'nî rûh gayr-i mer'î
(gözle görülmez) ve
cesed mer’îdir (gözle
görülür).
Ve böylece sebeb-i akreb
(yakın sebep) çeşm-i
akla (akıl gözüyle)
mer’î (görülür)
ve sebeb-i baîd (uzak
sebep) ise onun zımnında
(iç tarafında) olup
gayr-i mer'îdir (görülmez).
/
Devam Edecek |