Füsûs-ül Hikem

381. Bölüm

Asliye Tavşanlı
 

KELİME-İ MÛSEVİYYE’DE MÜNDEMİC OLAN "HİKMETTİR

[2.Şerh]

     Ve enbiyâ için lisân-ı zâhir vardır ki umûma onunla tekellüın ederler. Ve onların i'timâdı âlim-i sâmi'in fehmi üzeredir. Binâenaleyh rusül ehl-i fehmin mertebesini bildikleri için, âmmenin gayrine i'tibâr etmezler. Nitekim Aleyhi's-selâm, atâyâ hakkında bu mertebeye tenbîh eyledi ki: "Muhakkak ben Allah Teâlâ'nın onu nâra idhâl edeceğinden havfen bir racüle i'tâ ederim; halbuki onun gayrisi bana ondan daha sevgilidir." dedi. İmdi üzerine tama' ve tab' gâlib olan zaîf-i akl ve nazan i'tibâr etti. İşte böylece getirdikleri ulûmu, üzerinde ednâ-yı fuhûm libâsı olduğu halde getirdiler. Tâ ki hil'at indinde kendisi için gavs olmayan kimse vâkıf ola, Îmdi der ki: Bu hil'at ne güzeldir! Ve onu derecenin gâyesi müşâhede eder. Ve hikem incileri üzerine gavs eden fehm-i dakîk sâhibi der ki: Bu hil'ate melikten ne şey sebebiyle müstevcib oldu? Binâenaleyh hil'atin kadrine ve siyâbdan onun sınıfına bakar da, ondan üzerine hil'at giydirilenin kadrini bilir. Böyle olunca kendisinde bunun misli ilim olmayan kiımse cinsinden bulunan gayr için, hâsıl olmayan bir ilme muttali' olur. Vaktâki enbiyâ ve rusül ve verese muhakkak âlemde ve ümmetlerinde bu mesâbede kimse mevcûd olduğunu bildiler, ibârede lisân-zâhire kasd ettiler ki, onda hâss ve âmmın iştirâki vâkı' olur. Hâsstan olan, ondan âmmın anladığı şeyi ve ziyâdesini anlar ki, onun sebebi ile kendisi için “hâss” diye bir isim sâbit oldu. Binâenaleyh o şep sebebiyle / âmmdan mütemeyyiz olur. İmdi ulûmu teblîğ edenler bununla iktifâ ettiler. İşte Mûsâ (a.s.)ın    فَفَرَرْتُ مِنكُمْ لَمَّا خِفْتُكُمْ    (Şuarâ. 26/21) ya'nî "Ben sizden korktuğum vakit kaçtım" kavlinin hikmeti budur. Ve "Ben sizden selâmet ve âfiyet hubbünden dolayı kaçtım" demedi  (13-14) .

 

     Ya'nî Mûsâ (a.s.) niçin sebeb-i akrebi (yakın sebebi) zikr etti de (andı da) sebeb-i baîdden (uzak sebepten) bahsetmedi diye bir suâl (soru) sorulacak olursa. biz deriz ki: Enbiya (nebiler (peygamberler) ) (a.s.) umûma (herkese, genele) hitâben (konuşarak) lisân-ı zâhir (zahir dilini) isti'mâl ederler (kullanırlar).  Zîrâ (çünkü) umûm (herkes) arasında havâs (muhterem, saygın olanlar) ve avâm (cahil halk) mevcûddur. Ve bunların efrâdı (fertleri) arasında da ukûl (akıllar) ve fuhûm (anlayışlar) mütefâvittir (birbirlerinden farklıdır). Binâenaleyh (bundan dolayı) bu lisân-ı zâhirden (zahir dilinden) herkes kendi isti'dâdı nisbetinde (ölçüsünde) bir ma'nâ çıkarıp, o ma'nâyı anlar. Eğer hitâb-ı ilâhi (ilahi hitap) havâssın (seçkinlerin) anlayacağı bir tarzda (şekilde) vâkı' (olmuş) olsa idi ve enbiyâ (nebiler) hazarâtı (hazretleri) da ayni tarzda (şekilde) tekellüm etse (konuşsa) idiler, anlayışları dûn (alt seviyede) olan avâmın (cahil halkın) bu hitâb (konuşma) ve kelâmdan (sözlerden) nasîbleri olmaz idi. İşte bu sebeble enbiyâ (nebiler) lisân-ı zâhir (zahir dili) üzere tekellüm ederler (konuşurlar). Ve halk o kelâmı kendi isti'dâdlarına göre muhtelif (çeşitli) ma'nâda anlarlar. Ve ulema-i zâhir (zahir âlimler) arasındaki ihtilâf-ı efkârın (fikir uyuşmazlığın) sebebi de ancak budur. Herkes kendi anladığı ma'nânın doğru olduğunu iddiâ eder. Havâss-ı ûmmet (muhterem, saygın ümmet) olan ehl-i hakîkat (hakikat sahipleri) böyle değildirler.Onlar mesâil-i hakâyıkta (hakikat meselelerinde) müttehiddirler (birleşmişlerdir).  Nitekim âsâr-ı aliyyeleri (yüce eserleri) meydandadır.

 

     Enbiyâ (nebiler) hazarâtı (hazretleri) lisân-ı zâhirle (zahir diliyle) tekellüm ettikleri (konuştukları) vakit onların i'timâdı, bu kelâmı (sözleri) dinleyen ulemâ-i billâhın (Allah âlimlerinin) fehmi (anlayışı) üzeredir. Binenaleyh (bundan dolayı) a'ref-billah (Allah âlimi) olan rusül-i kirâm (ulu resuller) hazarâtı (hazretleri), ehl-i fehmin (anlayış sahibi olanların) mertebesini bildikleri için, âmmenin (umum halktan) gayrine (başkasına) i'tibâr etmezler (ehemmiyet vermezler). Ancak avâmmın (cahil halkın) anlayacağı tarzda (şekilde) söz söylerler ve havâs (saygınlar) bu sözlerin zımnındaki (iç yüzündeki) maânî-i dakîkayı (ince manaları) anlarlar. Nitekim, (s.a.v.) Efendimiz, in'âm ve ihsân-ı nübûvvet-penâhîleri (nübüvvet’likleri zamanındaki bağış ve iyilikler) hakkında bu mertebeye işâretle şöyle buyurdu: "Muhakkak ben, bana daha sevgili olanlar bulunduğu halde, Allah Teâlâ'nın onu nâra (ateşe) idhâl edeceğinden (sokacağından) korkarak, in'âm (iyiliğimi) ve ihsânımı (lütfumu, bağışımı) bir kimseye ederim." Ya'nî âlim ve şerîf (soylu, şerefli) olup bana daha yakın ve daha sevgili olan kimselere in'âm (iyilik) etmem de, avâmdan (halktan) mertebesi dûn (aşağı) olan bir kimseye ihsân (iyilik) ederim. Çünkü o racûl-i âmmî, (avama mensup adam) bana karîb (yakın) olan ehl-i irfâna (irfan sahibine) ihsânımı / (armağanımı) görüp: "Karîbine (yakınına) verdi de, bize vermedi" diye i'tirâz ve inkâr eder ve bu inkârı sebebiyle kâfir veyâ mürted olup (dinden dönüp) nâra (ateşe) dûhûle (girmeye) lâyık olur diye korkarım; demek olur. Fakat ehl-i ilim (ilim sahibi) âmmîye (halka) ihsân olunduğunu (verildiğini, armağan edildiğini) görmekle i'tirâz ve inkâr vâdîlerine (çukurlarına) düşmez. İşte cenâb-ı Peygamber; üzerine tama' (tamah) ve tabîat-ı beşeriyye (beşeri tabiatları, huyları) gâlip (üstün) olan akli ve nazarı (görüşü) zayıf bulunan kimseyi ihsân ve in'âm (nimetlendirme) husûsunda mu'teber (itibarlı (öncelikli) tuttu.
Devam Edecek

 

 

 
 

İzmir - 15.07.2009
asliye@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com