KELİME-İ
MÛSEVİYYE’DE MÜNDEMİC OLAN "HİKMETTİR
[2.Şerh]
Ve enbiyâ için lisân-ı zâhir vardır ki umûma onunla
tekellüın ederler. Ve onların i'timâdı âlim-i sâmi'in
fehmi üzeredir. Binâenaleyh rusül ehl-i fehmin
mertebesini bildikleri için, âmmenin gayrine i'tibâr
etmezler. Nitekim Aleyhi's-selâm, atâyâ hakkında bu
mertebeye tenbîh eyledi ki: "Muhakkak ben Allah
Teâlâ'nın onu nâra idhâl edeceğinden havfen bir racüle
i'tâ ederim; halbuki onun gayrisi bana ondan daha
sevgilidir." dedi. İmdi üzerine tama' ve tab' gâlib olan
zaîf-i akl ve nazan i'tibâr etti. İşte böylece
getirdikleri ulûmu, üzerinde ednâ-yı fuhûm libâsı olduğu
halde getirdiler. Tâ ki hil'at indinde kendisi için gavs
olmayan kimse vâkıf ola, Îmdi der ki: Bu hil'at ne
güzeldir! Ve onu derecenin gâyesi müşâhede eder. Ve
hikem incileri üzerine gavs eden fehm-i dakîk sâhibi der
ki: Bu hil'ate melikten ne şey sebebiyle müstevcib oldu?
Binâenaleyh hil'atin kadrine ve siyâbdan onun sınıfına
bakar da, ondan üzerine hil'at giydirilenin kadrini
bilir. Böyle olunca kendisinde bunun misli ilim olmayan
kiımse cinsinden bulunan gayr için, hâsıl olmayan bir
ilme muttali' olur. Vaktâki enbiyâ ve rusül ve verese
muhakkak âlemde ve ümmetlerinde bu mesâbede kimse mevcûd
olduğunu bildiler, ibârede lisân-zâhire kasd ettiler ki,
onda hâss ve âmmın iştirâki vâkı' olur. Hâsstan olan,
ondan âmmın anladığı şeyi ve ziyâdesini anlar ki, onun
sebebi ile kendisi için “hâss” diye bir isim sâbit oldu.
Binâenaleyh o şep sebebiyle / âmmdan mütemeyyiz olur.
İmdi ulûmu teblîğ edenler bununla iktifâ ettiler. İşte
Mûsâ (a.s.)ın
فَفَرَرْتُ مِنكُمْ لَمَّا خِفْتُكُمْ
(Şuarâ. 26/21) ya'nî "Ben sizden korktuğum vakit kaçtım"
kavlinin hikmeti budur. Ve "Ben sizden selâmet ve âfiyet
hubbünden dolayı kaçtım" demedi (13-14) .
Ya'nî Mûsâ (a.s.) niçin sebeb-i akrebi
(yakın sebebi) zikr
etti de (andı da)
sebeb-i baîdden (uzak
sebepten) bahsetmedi diye bir suâl
(soru) sorulacak
olursa. biz deriz ki: Enbiya
(nebiler (peygamberler) )
(a.s.) umûma
(herkese, genele) hitâben
(konuşarak) lisân-ı
zâhir (zahir dilini)
isti'mâl ederler
(kullanırlar). Zîrâ
(çünkü) umûm
(herkes) arasında
havâs (muhterem, saygın
olanlar) ve avâm
(cahil halk) mevcûddur. Ve bunların efrâdı
(fertleri) arasında
da ukûl (akıllar)
ve fuhûm (anlayışlar)
mütefâvittir
(birbirlerinden farklıdır).
Binâenaleyh
(bundan dolayı) bu lisân-ı zâhirden
(zahir dilinden)
herkes kendi isti'dâdı nisbetinde
(ölçüsünde) bir
ma'nâ çıkarıp, o ma'nâyı anlar. Eğer hitâb-ı ilâhi
(ilahi hitap)
havâssın (seçkinlerin)
anlayacağı bir tarzda
(şekilde) vâkı'
(olmuş) olsa idi ve
enbiyâ (nebiler)
hazarâtı (hazretleri)
da ayni tarzda (şekilde)
tekellüm etse
(konuşsa) idiler, anlayışları dûn
(alt seviyede) olan
avâmın (cahil halkın)
bu hitâb (konuşma)
ve kelâmdan
(sözlerden) nasîbleri olmaz idi. İşte bu
sebeble enbiyâ (nebiler)
lisân-ı zâhir
(zahir dili) üzere tekellüm ederler
(konuşurlar).
Ve halk o kelâmı kendi isti'dâdlarına göre
muhtelif (çeşitli)
ma'nâda anlarlar. Ve ulema-i zâhir
(zahir âlimler)
arasındaki ihtilâf-ı efkârın
(fikir uyuşmazlığın)
sebebi de ancak budur. Herkes kendi anladığı
ma'nânın doğru olduğunu iddiâ eder. Havâss-ı ûmmet
(muhterem, saygın ümmet)
olan ehl-i hakîkat
(hakikat sahipleri) böyle değildirler.Onlar
mesâil-i hakâyıkta (hakikat
meselelerinde) müttehiddirler
(birleşmişlerdir).
Nitekim âsâr-ı
aliyyeleri (yüce eserleri)
meydandadır.
Enbiyâ (nebiler)
hazarâtı (hazretleri)
lisân-ı zâhirle
(zahir diliyle) tekellüm ettikleri
(konuştukları) vakit
onların i'timâdı, bu kelâmı
(sözleri) dinleyen ulemâ-i billâhın
(Allah âlimlerinin)
fehmi (anlayışı)
üzeredir. Binenaleyh (bundan
dolayı) a'ref-billah
(Allah âlimi) olan
rusül-i kirâm (ulu resuller)
hazarâtı
(hazretleri),
ehl-i fehmin
(anlayış sahibi olanların) mertebesini
bildikleri için, âmmenin
(umum halktan) gayrine
(başkasına) i'tibâr
etmezler (ehemmiyet
vermezler).
Ancak avâmmın
(cahil halkın) anlayacağı tarzda
(şekilde) söz
söylerler ve havâs
(saygınlar) bu sözlerin zımnındaki
(iç yüzündeki) maânî-i
dakîkayı (ince manaları)
anlarlar. Nitekim, (s.a.v.) Efendimiz, in'âm
ve ihsân-ı nübûvvet-penâhîleri
(nübüvvet’likleri zamanındaki
bağış ve iyilikler)
hakkında bu mertebeye işâretle şöyle buyurdu:
"Muhakkak ben, bana daha sevgili olanlar bulunduğu
halde, Allah Teâlâ'nın onu nâra
(ateşe) idhâl
edeceğinden (sokacağından)
korkarak, in'âm
(iyiliğimi)
ve ihsânımı (lütfumu,
bağışımı)
bir kimseye ederim." Ya'nî âlim ve şerîf
(soylu, şerefli)
olup bana daha yakın ve daha sevgili olan kimselere
in'âm (iyilik)
etmem de, avâmdan
(halktan) mertebesi
dûn (aşağı) olan
bir kimseye ihsân (iyilik)
ederim. Çünkü o racûl-i âmmî,
(avama mensup adam)
bana karîb (yakın)
olan ehl-i irfâna (irfan
sahibine) ihsânımı /
(armağanımı) görüp:
"Karîbine (yakınına)
verdi de, bize vermedi" diye i'tirâz ve inkâr eder
ve bu inkârı sebebiyle kâfir veyâ mürted olup
(dinden dönüp) nâra
(ateşe) dûhûle
(girmeye) lâyık olur
diye korkarım; demek olur. Fakat ehl-i ilim
(ilim sahibi) âmmîye
(halka) ihsân
olunduğunu (verildiğini,
armağan edildiğini) görmekle i'tirâz ve inkâr
vâdîlerine (çukurlarına)
düşmez. İşte cenâb-ı Peygamber; üzerine tama'
(tamah) ve tabîat-ı
beşeriyye (beşeri
tabiatları, huyları) gâlip
(üstün) olan akli ve
nazarı (görüşü)
zayıf bulunan kimseyi ihsân ve in'âm
(nimetlendirme)
husûsunda mu'teber (itibarlı
(öncelikli) tuttu.
Devam Edecek |