KELİME-İ
MÛSEVİYYE’DE MÜNDEMİC OLAN "HİKMETTİR
[2.Şerh]
Hazarât-ı enbiyâ (nebiler)
getirdikleri ulûmu da
(ilimleri de)
böylece üzerinde ednâ-yı fuhûm
(en alt anlayış)
libâsı (elbisesi)
olduğu halde getirdiler. Tâ ki hikeme
(hikmetlere) ve
maânîye (manalara)
dalamayan kimseler, o hikemin
(hikmetlerin) libâsı
(elbisesi) ve
hil'ati (kaftanı)
olan ibârât-ı zâhire
(zahir cümleler) indinde
(yanında)
tevakkuf etsin
(oyalansın, beklesin) de o ibârât-ı zâhireyi
(zahir cümleleri)
beğenip: "Bu hil'at
(kaftan (eskiden padişah veya vezir tarafından takdir
edilen kimseye giydirilen süslü elbise) ve
libâs (elbise) ne
güzeldir!" desin ve onu derecenin nihâyeti
(sonu) müşâhede
etsin (görsün).
Nitekim, ehl-i zâhir
(zahirde kalan kimseler)
ibârât-ı zâhire (zahir
cümleler) ile iktifâ edip
(yetinip):
"Ma'nâ bu kadardır, bundan ötesi yoktur"
derler. Velâkin (fakat),
hikem (hikmetler)
ve maâni
(manalar) incilerine dalan fehm-i dakîk
(ince anlayış)
sâhibi: "Bu, bu hil'ate
(süslü kaftana) melikten
(hükümdardan) ne şey
sebebiyle müstevcib (layık)
oldu?" der. Ya'nî bu kelâmın
(sözlerin) ve latîf
(ince) olan bu
ibârât-ı belîğanın (güzel,
düzgün, açık cümlelerin) kâili
(söyleyeni) bulunan
nebiyy-i zî-şân (şerefli,
mübarek nebi),
bu belâğat-ı elfâza
(güzel, düzgün açık sözlere)
Melik-i mutlak
(mutlak melik) olan Hak cânibinden
(tarafından) ne şey
sebebiyle isticâbe eyledi
(kabule layık oldu) ve bu hil'ati
(kaftanı) kabûl
eyledi? der de, hil'atin
(kaftanın) kadrine
(değerine) ve
libâstan (elbiseden)
onun sınıfına bakar. Binâenaleyh
(bundan dolayı) o
hil'atten, (kaftandan)
hil'at (kaftan)
giydirilmiş olan zâtın kadrini
(değerini) bilir.
Çünkü her nebînin ve her velînin hil'ati
(kaftanı)
mesâbesinde (derecesinde)
olan kelâmı
(sözler) kendi isti'dâdı kadardır. Fehm-i
dakîk (ince anlayış)
sâhibi, kelâm (söz)
sâhibinin kadrini
(değerini) ve onun
ilimdeki derecesini, ancak kelâmından
(sözlerinden) anlar.
Mısra':
Kelâmından olur ma'lûm kişinin kendi mikdârı
Böyle olunca fehm-i dakîk
(ince anlayış) sâhibi, kendisinde bunun misli
(benzeri) bir
ilim olmayan kimse cinsinden bulunan gayrin
(başkasının) hâsıl
edemeyeceği (elde
edemeyeceği) bir ilme muttalî'
(vakıf ve haberdar)
olur. Ya'nî ibârât-ı zâhire
(zahir cümleler) indinde
(yanında) tevakkuf
eden (oyalanan, takılıp
kalan) ulemâ-i zâhire
(zahir âlimler) için
böyle bir ilim mevcûd olmadığı gibi, âtîde
(gelecekte) de hâsıl
olmak / (olma)
imkânı yoktur. Zîrâ (çünkü)
hil'at (süslü
kaftan) indinde
(yanında) tevakkufa
(durmakla) iktifâ
etmiştir (yetinmiştir).
Vaktâki
(ne zamanki) enbiyâ
(nebiler) ve
rüsül (resuller)
ve onların vârisleri
(mirasçıları) olan evliyâ-yı ârifin
(arif velilerin)
muhakkak âlemde (evrende)
ve ümmetlerinde böyle hil'atten
(süslü kaftan dan)
ibâret olan ibârât-ı zâhire
(zahir cümleler) indinde
(yanında) tevakkuf
eden (duran) ve
üzerine libâs-ı latîf (ince,
şefaf elbise) giydirilmiş olan maânîyi
(manaları) anlayan
kimseler mevcûd olduğunu bildiler, fehimde
(anlayışta) havâs
(saygınların) ve
avâmmın (genel halkın)
iştirâki
(katılımını) vâkı' olmak
(gerçekleştirmek)
için, ibârede (cümlelerde)
lisân-ı zâhire
(zahir dilini) kasd
(bilerek kullandılar)
ve meyl (yöneldiler,
irade) ettiler. Binâenaleyh
(bundan dolayı) hâss
(muhterem, saygın olanlar)
kısmına mülhak
(katılmış) olan kimseler, enbiyâ
(nebiler) ve
veresenin (mirasçılarının)
kelâmından
(sözlerinden) hem avâm
(halkın alt tabakada bulunan)
kısmının anladığı şeyi ve hem de ondan daha
ziyâdesini (fazlasını)
anlar. Çünkü bu ziyâdeyi
(fazlayı) anladığı
için, o kimseye "hâss" isim verildi. Ve anladığı fazla
ma'nâ sebebiyle avâmdan
(genel halktan) temeyyüz edip
(sivrilip) ayrıldı.
İbârât-ı zâhire (zahir
cümleler) indinde
(yanında) tevakkufa
(oyalanıp kalmaya)
Kur'ân-ı Kerîm'den misâl:
Âyet-i kerîmede
يَسْأَلُكَأَهْلُ الْكِتَابِ أَن تُنَزِّلَ عَلَيْهِمْ
كِتَاباً مِّنَ السَّمَاءِ فَقَدْ سَأَلُواْمُوسَى
أَكْبَرَ مِن ذَلِكَ فَقَالُواْ أَرِنَا اللّهِ جَهْرَةً
فَأَخَذَتْهُمُالصَّاعِقَةُ بِظُلْمِهِمْ
(Nisâ, 4/153) [buyrulur:) İbâre-i zâhirden
(zahir cümleden)
müstefâd olan (anlaşılan)
ma'nâ-yı zâhir
(zahir manası) şudur: "Ehl-i kitâb
(kitap sahipleri),
semâdan (gökten)
bir kitap indirmeyi senden taleb ederler
(isterler).
Onlar Mûsâ'dan bundan daha büyüğünü istediler
de. Allah'ı bize âşikâre
(meydanda, açıkta) göster, dediler.
Binâenaleyh (bundan dolayı)
zulûmleri
(eziyetleri, haksızlıkları) sebebiyle onları
sâika (yıldırım)
ahz etti (tuttu (çarptı)."
Bu ibâre-i zâhireden (zahir
cümlelerden) fehm-i dakîk
(ince anlayış)
sâhibinin anladığı ziyâde
(fazla) ma'nâya misâl: Ehl-i kitâb
(kitap sahipleri)
kendi kitaplarının semâdan
(gökten) nüzülûne
(indiğine) îmân
ettikleri ve semâdan
(gökten) kitâb nüzûlünü
(inmesini) istib'âd
etmedikleri (mümkün
görmedikleri) ve sen dahi Kur'ân'ın semâdan
(gökten) nüzûlünü
(indiğini) onlara
beyân ettiğin (bildirdiğin)
halde, onlar hâsılı
(neticeyi)
tahsîl ma'nâsını mutazammın olan
(içeren) bir şey
taleb ettiler (istediler).
Bu talebleri
(istekleri) mahallinde
(yerinde) vâkı'
(gerçekleşmiş) olmamakla, abes
(boş, faydasız) idi.
Fakat onlar bu hâsılı
(neticeyi)
tahsîlin daha büyüğünü Mûsâ'dan taleb ettiler
(istediler) de bize
Allah'ı âşikâre (açık bir
şekilde) göster, dediler. Halbuki Allah'ı
maddeden mücerred (yalın,
soyutlanmış) olarak görmek mümkün
olmadığından, Hak sıfât
(sıfatları) ve esmâsı
(isimleri) hasebiyle
(dolayısıyla)
zâten (zat olarak)
suver-i eşyâda (açığa
çıkmış varlıkların suretlerinde) meşhûd
(görülen) idi. /
Görülen şeyin görülmesini taleb etmek
(istemek) hâsılı
(neticeyi)
tahsîl
olup abes (boş,
faydasız) idi. Velâkin
(fakat) Hak Teâlâ,
kerîm olup duâ ve talebleri kabûl ettiğinden, onların
abes (boş, faydasız)
taleblerini
(isteklerini) de is'âfen
(yerine getirerek)
onlara bir kerre de sâika
(yıldırım) süretinde zâhir oldu
(göründü).
Ve sâika
(yıldırım) sûretinde zuhûrun
(görünmenin)
netice-i tabîiyyesi (doğal
sonucu) helâk
(ölüm) idi. Binâenaleyh
(bundan dolayı)
talebleri (istekleri)
mahallinde (yerinde)
vâkı' olmaması
(gerçekleşmemesi) ve bu sûretle
(şekilde) emr-i
talebde (isteme işinde)
zulm (eziyet)
etmeleri sebebiyle, onlar hakkında tecellî-i
zâtîden (zati tecelliden)
ibâret olan hâl-i mevt
(ölüm hali) husûle
(meydana) geldi.
Binâenaleyh (bundan dolayı)
ulûmu (ilimleri)
tebliğ eden
(bildiren) enbiyâ
(nebiler) ve onların
vârisleri (mirasçıları)
bu ibâre-i zâhire
(zahir cümleler) ile
iktifâ ettiler (yetindiler).
İşte Mûsâ (a.s.)’nın
فَفَرَرْتُ مِنكُمْ لَمَّا خِفْتُكُمْ
(Şuarâ, 26/21) ya'nî "Ben sizden korktuğum vakit kaçtım"
kavlinde (sözlerinde)
sebeb-i karîbi (yakın
sebebi) ve
zâhiri (dış yönünü)
zikr etmesindeki
(anmasındaki) hikmet budur. Ve ibâre-i
zâhirenin (zahir cümlenin)
bâtınında
(içinde) ve zımnında olan
(açıkça söylenmeyip, üstü
kapalı olarak anlaşılan) "Ben sizden selâmet
ve âfiyet
hubbünden (tutkusundan)
dolayı kaçtım" kelâmını
(sözlerini)
söylemedi de, onu havâssın
(saygın kişilerin) fehmine
(anlayışına)
bıraktı.
Devam Edecek |