Füsûs-ül Hikem

382. Bölüm

Asliye Tavşanlı
 

KELİME-İ MÛSEVİYYE’DE MÜNDEMİC OLAN "HİKMETTİR

[2.Şerh]

Hazarât-ı enbiyâ (nebiler) getirdikleri ulûmu da (ilimleri de) böylece üzerinde ednâ-yı fuhûm (en alt anlayış) libâsı (elbisesi) olduğu halde getirdiler. Tâ ki hikeme (hikmetlere) ve maânîye (manalara) dalamayan kimseler, o hikemin (hikmetlerin) libâsı (elbisesi) ve hil'ati (kaftanı) olan ibârât-ı zâhire (zahir cümleler) indinde (yanında) tevakkuf etsin (oyalansın, beklesin) de o ibârât-ı zâhireyi (zahir cümleleri) beğenip: "Bu hil'at (kaftan (eskiden padişah veya vezir tarafından takdir edilen kimseye giydirilen süslü elbise) ve libâs (elbise) ne güzeldir!" desin ve onu derecenin nihâyeti (sonu) müşâhede etsin (görsün). Nitekim, ehl-i zâhir (zahirde kalan kimseler) ibârât-ı zâhire (zahir cümleler) ile iktifâ edip (yetinip): "Ma'nâ bu kadardır, bundan ötesi yoktur" derler. Velâkin (fakat), hikem (hikmetler) ve maâni (manalar) incilerine dalan fehm-i dakîk (ince anlayış) sâhibi: "Bu, bu hil'ate (süslü kaftana) melikten (hükümdardan) ne şey sebebiyle müstevcib (layık) oldu?" der. Ya'nî bu kelâmın (sözlerin) ve latîf (ince) olan bu ibârât-ı belîğanın (güzel, düzgün, açık cümlelerin) kâili (söyleyeni) bulunan nebiyy-i zî-şân (şerefli, mübarek nebi), bu belâğat-ı elfâza (güzel, düzgün açık sözlere) Melik-i mutlak (mutlak melik) olan Hak cânibinden (tarafından) ne şey sebebiyle isticâbe eyledi (kabule layık oldu) ve bu hil'ati (kaftanı) kabûl eyledi? der de, hil'atin (kaftanın) kadrine (değerine) ve libâstan (elbiseden) onun sınıfına bakar. Binâenaleyh (bundan dolayı) o hil'atten, (kaftandan) hil'at (kaftan) giydirilmiş olan zâtın kadrini (değerini) bilir. Çünkü her nebînin ve her velînin hil'ati (kaftanı) mesâbesinde (derecesinde) olan kelâmı (sözler) kendi isti'dâdı kadardır. Fehm-i dakîk (ince anlayış) sâhibi, kelâm (söz) sâhibinin kadrini (değerini) ve onun ilimdeki derecesini, ancak kelâmından (sözlerinden) anlar. Mısra':

Kelâmından olur ma'lûm kişinin kendi mikdârı

Böyle olunca fehm-i dakîk (ince anlayış) sâhibi, kendisinde bunun misli (benzeri) bir ilim olmayan kimse cinsinden bulunan gayrin (başkasının) hâsıl edemeyeceği (elde edemeyeceği) bir ilme muttalî' (vakıf ve haberdar) olur. Ya'nî ibârât-ı zâhire (zahir cümleler) indinde (yanında) tevakkuf eden (oyalanan, takılıp kalan) ulemâ-i zâhire (zahir âlimler) için böyle bir ilim mevcûd olmadığı gibi, âtîde (gelecekte) de hâsıl olmak / (olma) imkânı yoktur. Zîrâ (çünkü) hil'at (süslü kaftan) indinde (yanında) tevakkufa (durmakla) iktifâ etmiştir (yetinmiştir).  Vaktâki (ne zamanki) enbiyâ (nebiler) ve rüsül (resuller) ve onların vârisleri (mirasçıları) olan evliyâ-yı ârifin (arif velilerin) muhakkak âlemde (evrende) ve ümmetlerinde böyle hil'atten (süslü kaftan dan) ibâret olan ibârât-ı zâhire (zahir cümleler) indinde (yanında) tevakkuf eden (duran) ve üzerine libâs-ı latîf (ince, şefaf elbise) giydirilmiş olan maânîyi (manaları) anlayan kimseler mevcûd olduğunu bildiler, fehimde (anlayışta) havâs (saygınların) ve avâmmın (genel halkın) iştirâki (katılımını) vâkı' olmak (gerçekleştirmek) için, ibârede (cümlelerde) lisân-ı zâhire (zahir dilini) kasd (bilerek kullandılar) ve meyl (yöneldiler, irade) ettiler. Binâenaleyh (bundan dolayı) hâss (muhterem, saygın olanlar) kısmına mülhak (katılmış) olan kimseler, enbiyâ (nebiler) ve veresenin (mirasçılarının) kelâmından (sözlerinden) hem avâm (halkın alt tabakada bulunan) kısmının anladığı şeyi ve hem de ondan daha ziyâdesini (fazlasını) anlar. Çünkü bu ziyâdeyi (fazlayı) anladığı için, o kimseye "hâss" isim verildi. Ve anladığı fazla ma'nâ sebebiyle avâmdan (genel  halktan) temeyyüz edip (sivrilip) ayrıldı.

İbârât-ı zâhire (zahir cümleler) indinde (yanında) tevakkufa (oyalanıp kalmaya) Kur'ân-ı Kerîm'den misâl:

Âyet-i kerîmede    يَسْأَلُكَأَهْلُ الْكِتَابِ أَن تُنَزِّلَ عَلَيْهِمْ كِتَاباً مِّنَ السَّمَاءِ فَقَدْ سَأَلُواْمُوسَى أَكْبَرَ مِن ذَلِكَ فَقَالُواْ أَرِنَا اللّهِ جَهْرَةً فَأَخَذَتْهُمُالصَّاعِقَةُ بِظُلْمِهِمْ    (Nisâ, 4/153) [buyrulur:) İbâre-i zâhirden (zahir cümleden) müstefâd olan (anlaşılan) ma'nâ-yı zâhir (zahir manası) şudur: "Ehl-i kitâb (kitap sahipleri), semâdan (gökten) bir kitap indirmeyi senden taleb ederler (isterler). Onlar Mûsâ'dan bundan daha büyüğünü istediler de. Allah'ı bize âşikâre (meydanda, açıkta) göster, dediler. Binâenaleyh (bundan dolayı) zulûmleri (eziyetleri, haksızlıkları) sebebiyle onları sâika (yıldırım) ahz etti (tuttu (çarptı)."

Bu ibâre-i zâhireden (zahir cümlelerden) fehm-i dakîk (ince anlayış) sâhibinin anladığı ziyâde (fazla) ma'nâya misâl: Ehl-i kitâb (kitap sahipleri) kendi kitaplarının semâdan (gökten) nüzülûne (indiğine) îmân ettikleri ve semâdan (gökten) kitâb nüzûlünü (inmesini) istib'âd etmedikleri (mümkün görmedikleri) ve sen dahi Kur'ân'ın semâdan (gökten) nüzûlünü (indiğini) onlara beyân ettiğin (bildirdiğin) halde, onlar hâsılı (neticeyi) tahsîl ma'nâsını mutazammın olan (içeren) bir şey taleb ettiler (istediler). Bu talebleri (istekleri) mahallinde (yerinde) vâkı' (gerçekleşmiş) olmamakla, abes (boş, faydasız) idi. Fakat onlar bu hâsılı (neticeyi) tahsîlin daha büyüğünü Mûsâ'dan taleb ettiler (istediler) de bize Allah'ı âşikâre (açık bir şekilde) göster, dediler. Halbuki Allah'ı maddeden mücerred (yalın, soyutlanmış) olarak görmek mümkün olmadığından, Hak sıfât (sıfatları) ve esmâsı (isimleri) hasebiyle (dolayısıyla) zâten (zat olarak) suver-i eşyâda (açığa çıkmış varlıkların suretlerinde) meşhûd (görülen) idi. / Görülen şeyin görülmesini taleb etmek (istemek) hâsılı (neticeyi) tahsîl olup abes (boş, faydasız) idi. Velâkin (fakat) Hak Teâlâ, kerîm olup duâ ve talebleri kabûl ettiğinden, onların abes (boş, faydasız) taleblerini (isteklerini) de is'âfen (yerine getirerek) onlara bir kerre de sâika (yıldırım) süretinde zâhir oldu (göründü). Ve sâika (yıldırım) sûretinde zuhûrun (görünmenin) netice-i tabîiyyesi (doğal sonucu) helâk (ölüm) idi. Binâenaleyh (bundan dolayı) talebleri (istekleri) mahallinde (yerinde) vâkı' olmaması (gerçekleşmemesi) ve bu sûretle (şekilde) emr-i talebde (isteme işinde) zulm (eziyet) etmeleri sebebiyle, onlar hakkında tecellî-i zâtîden (zati tecelliden) ibâret olan hâl-i mevt (ölüm hali) husûle (meydana) geldi.

Binâenaleyh (bundan dolayı) ulûmu (ilimleri) tebliğ eden (bildiren) enbiyâ (nebiler) ve onların vârisleri (mirasçıları) bu ibâre-i zâhire (zahir cümleler) ile iktifâ ettiler (yetindiler). İşte Mûsâ (a.s.)’nın    فَفَرَرْتُ مِنكُمْ لَمَّا خِفْتُكُمْ    (Şuarâ, 26/21) ya'nî "Ben sizden korktuğum vakit kaçtım" kavlinde (sözlerinde) sebeb-i karîbi (yakın sebebi) ve zâhiri (dış yönünü) zikr etmesindeki (anmasındaki) hikmet budur. Ve ibâre-i zâhirenin (zahir cümlenin) bâtınında (içinde) ve zımnında olan (açıkça söylenmeyip, üstü kapalı olarak anlaşılan) "Ben sizden selâmet ve âfiyet hubbünden (tutkusundan) dolayı kaçtım" kelâmını (sözlerini) söylemedi de, onu havâssın (saygın kişilerin) fehmine (anlayışına) bıraktı.
Devam Edecek

 

 

 
 

İzmir - 22.07.2009
asliye@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com