KELİME-İ
MÛSEVİYYE’DE MÜNDEMİC OLAN "HİKMETTİR
[2.Şerh]
İmdi Mûsâ'nın muvaffak olduğu şey, kendisinden min
gayr-i ilm olduğu bu sebeble bilinir. Zîrâ ilim ile ola
idi, Allah Teâlâ'nın Mûsâ indinde kendisi için şehâdet
ettiği ve tezkipe ve ta'dîl eylediği Hızır’a bunun
mislini inkâr etmez idi. Ve bununla berâber Mûsâ, onun
için Allâh'ın tezkiyesinden ve kendisine ittibâ'ı
hakkında ona şart ettiği şeyden -Biz Allâh'ın emrini
unuttuğumuz vakit bize rahmet olarak- gaflet etti. Ve
eğer Mûsâ bunu bilse idi, Hızır ona "Zevk ile ihâta
etmediğin şey" (Kehf, 18/68) demezdi. Ya’nî "Sen nasıl
benim bilmediğim bir ilim üzerine isen, ben de sana zevk
ile hâsıl olmayan bir ilim üzerineyim" demektir.
Binâenaleyh insâf eyledi (16)
Ya'nî cenâb-ı Mûsâ'nın (Musa
a.s’ın) Allah Teâlâ cânibinden
(tarafından)
muvaffak olduğu
katl-i kıbtî (çingeneyi
öldürmesi) ve bilâ-ücret
(ücret almaksızın)
kızların hayvanlarını sulaması gibi ef’âle
(fiillere)
kendisinin ilmi lâhık olmadığı
(ulaşamadığı),
bu efâlin
(fiillerin),
müşâbihleri
(benzerleri) Hızır'dan vâkı' olduğu
(meydana çıktığı)
vakit, ona inkâr etmesi sebebiyle bilinir ve anlaşılır.
Çünkü bu ef’âle (fiillere)
Allah Teâlâ tarafından muvaffakiyet
verildiğini bilse idi, kendisinden sâdır olan
(çıkan) fiilin
mislini (benzerini)
Hızır'da gördüğü vakit inkâr etmezdi. Husûsiyle
(özellikle)
Allah Teâlâ hazretleri / Mûsâ'ya karşı Hızır'ın
ilmine ve onun tahâret
(temizliğine) ve adâletine şehâdet buyurmuş
(şahitlik etmiş)
idi. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de
عِندِنَا وَعَلَّمْنَاهُ مِن لَّدُنَّا عِلْماً
فَوَجَدَا عَبْداً مِّنْ عِبَادِنَا آتَيْنَاهُ رَحْمَةً
مِن
(Kehf, 18/65) buyurulur. Hz Mûsâ bu inkârı ile berâber
Allah Teâlâ'nın onu tezkiye etmiş
(aklamış, temize çıkarmış)
olduğundan gaflet etti
(olanları fark edemedi, gerçeği
göremedi).
Ve hattâ cenâb-ı Mûsâ bu tezkiyeye
(aklanmaya) binâen
(dayanarak)
bidâyet-i mülâkâtta
(konuşmanın başında) Hızır'a
تُعَلِّمَنِ مِمَّا عُلِّمْتَ رُشْداً
(Kehf, 18/66) ya'nî "Rüşden
(doğruyu düşünmek, bulmak
üzere) sana
ta'lîm olunan (öğretilen)
şeyden bana öğretmen için sana tâbi' olabilir
(bağlanabilir, uyabilir)
miyim?" demiş ve onun fazl
(üstünlüğünü) ve
kemâlini tasdîk edip
(onaylayıp) kendisine ittibâ'a
(tabi olmak, uymak için)
izin istemiş ve cenâb-ı Hızır dahi ona
فَإِنِ اتَّبَعْتَنِي فَلَا تَسْأَلْنِي عَن شَيْءٍ حَتَّى
أُحْدِثَ لَكَ مِنْهُ ذِكْراً
(Kehf, 18/70) ya'nî "Eğer sen bana tâbi' olursan
(uyarsan),
ben sana ondan bahs edinceye kadar hiçbir
şeyden suâl etme (soru
sorma)!"
demiş ve cenâb-ı Mûsâ da
سَتَجِدُنِي إِن شَاء اللَّهُ صَابِراً وَلَا أَعْصِي لَكَ
أَمْراً
(Kehf, 18/69) ya'nî "İnşâallah sen beni sâbir
(sabreder) ve senin
bir emrine muhâlefet etmez
(karşı çıkmaz) bir halde bulursun" cevâbiyle
mukâbele etmiş (karşılık
vermiş) idi. Halbuki cenâb-ı Mûsâ hîn-i
inkârında (inkarı sırasında)
Hızır'a tebaiyyeti
(uyduğu tabi olduğu)
hakkında der-meyân ettiği
(ileri sürdüğü)
şarttan dahi gaflet
etti (unuttu).
Fakat bu gaflet
(dalgınlığı) ve nisyânı
(unutkanlığı)
sebebiyle muâheze olunmadığı
(azarlanmadığı)
cihetle (için),
onun bu nisyânı
(unutması) bizlere rahmettir. Zîrâ
(çünkü) bizler de
Allâh'ın emrini unuttuğumuz vakit muâheze
olunmayacağımıza
(azarlanmayacağımıza) delildir
(kanıttır).
Ve nitekim (S.a.v.) Efendimiz bu mes'elenin
(konunun) rûhunu
رفع عن امتي الخطأ والنسيان
ya'nî "Benim ümmetimden hatâ ve nisyân
(unutma) merfü'dur
(kaldırılmıştır)
ve bu sebeble muâheze olunmazlar"
(azarlanmazlar)
hadis-i şerîfiyle beyân buyurdular
(bildirdiler).
Ve eğer Mûsâ bu ef’âle
(fiillere)
muvaffakiyyetinin
min-indillah (Allah
tarafından) olduğunu bilse idi. Hızır ona
"Zevk ile ihâta etmediğin
(kavramadığın, idrak etmediğin) şey" (Kehf,
18/68) demezdi. Ve cenâb-ı Hızır'ın bundan murâdı: Sen
ilm-i teşrî' (şeriat ilmini)
ve risâleti (resulluk
ilmini) bilirsin; ben ise bunları bilmem.
Fakat ben ilm-i zevkîyi
bilirim. Sen ise, sende olan nübüvvet ve
risâletin (nebilik ve
resulluk görevinin) muktezâsı
(gereği) olmak üzere
o ilm-i zevkîyi bilmezsin demektir.
Ma'lûm olsun (bilinsin)
ki, ilim iki nevi'dir
(çeşittir):
Birisi Hakk'a, birisi halka
(yaratılmışlara)
taalluk eder (bağıntılıdır).
Hakk'a taalluk eden
(bağıntılı olan)
ilim, ilm-i bâtın (batın
ilmi) olup, buna "ilm-i ledünnî"
(ledün ilmi (ilahi sırlara ait
ilim) dahi derler. Bu ilmi bilenler halka
(insanlara) teblîğ
(nakletmek) ile
me'mûr (vazifeli)
değildirler; belki setr ile
(örtmekle)
mükelleftirler
(vazifelidirler).
Ve bu ilim hasâis-ı nübüvvet ve risâletten
(nebilik, ve resulluk görevinin
hususiyetlerinden) olmayıp, hasâis-ı
velâyettendir (veliliğin
hususiyetlerindendir).
Halka
(yaratılmışa) taalluk eden
(bağıntılı olan)
ilim ise, "ilm-i zâhirî"
(zahir ilmi) olup buna "ilm-i şerîat" /
(şeriat ilmi) ve
risâlet derler. Bu ilim enbiyâ
(nebiler) ve rusül
(resuller)
hazarâtına (hazretlerine)
mahsûs (ait,
özel) olup, halka teblîğ
(ulaştırmak) ile
mükelleftirler
(vazifelidirler).
İmdi (buna göre)
enbiyâ (nebiler)
ve rusül (resuller)
hazarâtının
(hazretlerinin) iki cihetleri
(yönleri) olup,
cihet-i zâhiriyyeleri (dış
tarafları) "nübûvvet"
(nebilik) ve cihet-i
bâtıniyyeleri (iç tarafları)
"velâyet"tir
(veliliktir).
Kendilerine vahiy nâzil olduğu
(indiği) vakit,
cihet-i zâhiriyyeleri, (dış
yönleri) cihet-i bâtıniyyelerini
(iç yönünü)
setr eder (örter).Ve
binâenaleyh (bundan dolayı)
aldıklarını bilâ-tefrîk
(ayırt etmeksizin)
halka (insanlara)
siyyânen (eşit surette)
teblîğ
(eriştirmek) ile mükellef
(yükümlü) olurlar.
Ve bu sebeble ilm-i ledünnî
(ledün ilmi ile ilgili) olan esrâr-ı kazâ
(kaza sırrı) ve
kader ilmi kendilerinden mestûr
(örtülü, gizli)
kalır. Zîrâ (çünkü)
aynı zamanda cihet-i zâhiriyye
(dış tarafları) ile
cihet-i bâtıniyyelerine (iç
taraflarına) nâzil olan
(inen) ilmi tevhîd
etmek (birlemek, bir kılmak)
mümkün değildir. Çünkü sırr-ı kader
(kader sırrı) "emr-i
irâdî"ye (hükm-i batına
(ilmi suretlerin istidatlarının gereği olan hükümlere)
ve şerîat "emr-i teklîfî"ye
(teklif edilen emirlere (dini
hükümlere) taalluk edip,
(alakalı olup)
ekser-i ahvâlde (çoğu
durumlarda) yekdîğerine
(birbirine)
münâfîdir (zıttır).
Meselâ Zeyd'in ayn-ı sâbitesi
(ilmi sureti) küfrü
iktizâ ettiğinden
(gerektirdiğinden) irâde-i ilâhî
(ilahi irade) de ona
taalluk etmiştir (bağıntılı
olmuştur).
Ve Amr'ın ayn-i sâbitesi
(ilmi sureti) ise
îmânı iktizâ ettiğinden
(gerektirdiğinden) irâde-i ilâhî
(ilahi irade) de
onun îmânına taalluk etmiştir
(bağlantılı olmuştur).
Halbuki
peygamber ikisine de müsâvâten
(eşit olarak) teblîğ
(eriştirmek) ile
mükelleftir (yükümlüdür).
Eğer "emr-i irâdî"
(batın hükmü (ilmi suretlerin
istidatları) kendisine münkeşif
(açılmış, açık)
olsa, Zeyd'e ve emsâline
(benzerlerine) teblîğ-i ahkâmdan
(hükümleri nakletmekten)
vazgeçer veyâ fütür
(gevşeklik, bıkkınlık) vâkı'
(olmuş) olur idi.
İşte enbiyâ ve rusül-i kirâmın
(ulu nebiler ve resullerin)
efdal (en
faziletlisi, en ulusu) ve eşref
(en şereflisi) ve
a'refî (en anlayışlısı, en
bilgilisi) olan zübde-i kâinât
(kainatın en seçkini, özü)
ve server-i mevcûdât
(mevcutların başkanı, ulusu)
olan (s.a.v.) Efendimiz hazretleri bu
hakîkati müşâhede buyurduklarından
(gördüklerinden)
dolayı
فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
(Hûd,11/112) âyet-i kerîmesini müştemil olduğu
(kapsadığı) için "Sûre-i
Hûd (hud suresi)
beni ihtiyarlattı" buyurdular. Çünkü emr-i ilâhîyi
(ilahi emirleri)
siyyânen (eşit olarak)
tebliğ buyurduğu
(ulaştırdığı) vakit, emr-i irâdî
(ezelde kazandığı hüküm)
küfrüne (imansızlığına)
taalluk eden
(bağıntılı olan) kimse reddeder. Bu ise
nebiyy-i zî-şân Efendimize
(peygamberimize) be-gâyet
(son derece) girân
(ağır) gelir.
Maahâzâ (bununla beraber)
teblîğ etmese
(nakletmese) olmaz. Çünkü teblîğa
(eriştirmeye)
me'mûrdur (vazifelidir).
Devam Edecek |