KELİME-İ
MÛSEVİYYE’DE MÜNDEMİC OLAN "HİKMETTİR
[2.Şerh]
Onun hikmet-i firâkına gelince, budur ki: Muhakkak
Allah Teâlâ resûl hakkında “Resûlün getirdiği şeyi
alınız ve sizi nehy ettiği şeyden müntehî olunuz.” (Haşr,
59/7) der. Binâenaleyh, risâletin ve resûlün kadrini
ârif olan ulemâ-i billah bu kavl indinde vâkıf oldular.
Ve Hızır, muhakkak Mûsâ'nın resûlullah olduğunu bilirdi.
Böyle olunca resûl ile edebin hakkını tevfiye etmek için
ondan sâdır olan şeye murâkıb olmağa şurû' etti. İmdi
ona "Eğer bundan sonra sana bir şeyden suâl edecek
olursam, bana musâhib olma!" (Kehf, 18/76) dedi.
Binâenaleyh, onu kendi sohbetinden nehy etti. Vaktâki
ondan üçüncü vâkı' oldu. Hızır ona: "Îşte bu, seninle
benim aramda ayrılıktır"' (Kehf, 18/78) dedi. Mûsâ ona
"Yapma!" demedi ve sohbeti taleb etmedi. Zîrâ ona
musâhib olmaktan kendisini nehy ile intâk eden müteayyen
olduğu rütbenin kadrini bilirdi. Binâenaleyh Mûsâ sükût
etti; ve firâk vâkı' oldu (17).
/ Ve Hz. Mûsâ'nın cenâb-ı Hızır'dan ayrılmasının
hikmetine (sebebine)
gelince, o hikmet de budur ki: Muhakkak Allah Teâlâ
resûl hakkındaki muâmele ve münâsebeti
(ilişkiyi) beyânen
(açıklayarak)
Kur'ân-ı Kerîm'de
نَهَاكُمْ عَنْهُ فَانتَهُوا
الرَّسُولُ فَخُذُوهُ وَمَا
(Haşr, 59/7) ya'nî "Resûlün size teblîğ ettiği
(naklettiği, bildirdiği)
şeyi alınız ve sizi nehy ettiği
(yasakladığı) şeyden
müntehî olunuz, vazgeçiniz" buyurur. Binâenaleyh
(bundan dolayı)
risâletin ve resûlün kadrini
(derecesini) ve
mertebesini bilen ulemâ-i billah
(Allah âlimler) bu
kavl-i Hak (Hak’kın sözleri)
indinde (yanında)
dururlar ve aslâ niçin öyledir, diye
hatırlarına bir i'tirâz gelmez. Zîrâ
(çünkü) onlar
merâtib-i vücûdun (vücut
mertebelerinin) zâhir
(dış) ve bâtınını
(içini) câmi' olan
(toplayan)
risâletin kadrini (değerini)
ve bu risâleti
(resullük görevini) hâmil olan
(yüklenen, taşıyan)
zâtın mertebesini, sırr-ı kadere
(keder sırrına) ve
sırr-ı tevhîde (birleme, bir
etme sırrına) ve merâtib-i vücûda
(vücud mertebelerine)
vâkıf (haberdar)
oldukları için bilirler. Cühelâ
(cahiller) ise
hakîkat-i hâle (gerçek
durumu) vâkıf olmadıklarından
(bilemediklerinden),
resûlün getirdiği şeyleri ukûl-i nâkısalarına
(noksan akıllarına)
tatbîk edip (uygulayıp)
i'tirâz ederler. Hz. Hızır ise, cenâb-ı
Mûsâ'nın resûlullah (Allah
resûlü) olduğunu bilirdi. Kendisi ilm-i ledün
(gayb ilmi)
sâhibi olup, resûlün ve risâletin kadrini
(derecesini)
kemâliyle (tam olarak)
ârif olduğundan
(bildiğinden),
resûle karşı îcâb eden
(gereken) edebin
hakkını ifâ etmek (yerine
getirmek) için, dâimâ onun akvâl
(sözlerine) ve
ef’âline (fiillerine)
muntazır (bekler)
ve murâkıb (denetler,
kontrol eder) olmağa başladı. Cenâb-ı Mûsâ,
Hızır'a: "Eğer bundan sonra sana bir şeyden suâl edecek
(soru soracak)
olursam, benimle arkadaşlık etme." (Kehf, 18/76) dedi ve
onu kendi sohbetinden nehy
(men) etti. Cenâb-ı Mûsâ'dan üçüncü suâl
(soru) vâkı' olunca,
(gerçekleşince)
Hızır ona: "İşte bu i'tirâz aramızda ayrılığa sebebdir"
dedi. Cenâb-ı Mûsâ da Hızır'ın bu sözüne karşı, “benden
ayrılma” demedi ve sohbetin devamını istemedi. Çünkü
Mûsâ, müteayyen olduğu
(tayin edildiği) rûtbe-i aliyyenin
(yüce rütbenin)
kadrini (derecesini)
ve kendisini sohbetten nehy
(men etmek) ile
intâk eden (konuşturan)
rütbe-i risâlet
(resullük derecesi) olduğunu bilirdi.
Binâenaleyh (bundan dolayı)
Mûsâ sükût etti
(sustu) ve ayrılık dahi vâkı' oldu
(gerçekleşti) . /
İmdi sen bu iki racülün ilimde kemâline ve edeb-i
ilâhi hakkının ifâsına ve Hızır'ın Mûsâ indinde i'tirâf
eylediği şey hakkında insâfına nazar et ki, ona: "Ben
Allâh'ın bana ta'lîm eylediği bir ilim üzerineyim ki,
sen onu bilmezsin; ve sen de Allâh'ın sana ta'lîm
eylediği bir ilim üzerinesin ki ben onu bilmem" dedi.
İmdi bu i'lâm, onun ulüvv-i mertebesini bilmekle berâber
وَكَيْفَ تَصْبِرُ عَلَى مَا لَمْ تُحِطْ بِهِ خُبْراً
(Kehf; 18/68) sözünde onu mecrûh etttiği şey için devâ
oldu. Halbuki Hızır'ın o mertebesi yok idi ( 18)
Ya'n'î sen Hz. Mûsâ ile cenâb-ı Hızır'ın ilimde
kemallerine (olgunluklarına)
ve edeb-i ilâhiyi
(ilahi edebi)
hakkıyla îfâ etmelerine
(yerine getirmelerine) nazar et
(bak)!
ilimdeki kemâlleri
(olgunlukları),
yekdiğerinin
(biri diğerinin) ilm-i zevkîsine
(ilim zevkine)
müdâhale etmemeleridir
(karışmamalarıdır).
Ve edeb-i ilâhîye
(ilahi edebi)
hakkıyla îfâ etmeleri
(yerine getirmeleri) dahi merâtib-i vücûdun
(vücut mertebelerinin)
ahkâmına
(hükümlerine) riâyet eylemeleridir.
(saygı göstermeleridir)
Ve Hızır'ın Mûsâ'ya i'tirâf' eylediği
(saklamayıp söylediği)
hakîkat husûsunda insâfına
(vicdan adaletine)
nazar et (bak)
ki, ona: "Allah Teâlâ bana senin bilmediğin bir ilmi
ta'lîm etti (öğretti)
ve sana da benim bilmediğim bir ilmi ta'lîm eyledi"
(öğretti) dedi.
Hızır'ın her iki tarafın ilmi
(bilgisi) ve cehli
(bilgisizliği)
hakkındaki insâfı (vicdan
adaleti) ve bu munsıfâne
(insaflıca) sözü,
Mûsâ'nın kalbindeki yaraya bir merhem oldu. Çünkü cenâb-ı
Hızır yukarıda beyân olunduğu
(anlatıldığı) üzere
Mûsâya "İlm-i zevkî ile ihâta edemediğin
(idrak edemediğin)
bir şeye nasıl sabır edersin" (Kehf, 18/68) demiş ve bu
sözden kalb-i Mûsâ'da (musa
a.s.’ın kalbinde) nev'an-mâ
(bir çeşit) bir yara
açılmış idi. Ve Hızır; bu sözü söylerken Mûsâ'nın rûtbe-i
risâletten (resullük
rütbesinden) ibâret olan ulüvv-i mertebesini
(yüce, yüksek mertebesini)
bilir idi. Ve bu ulüvv-i mertebe
(yüksek mertebe) ve
rütbe-i risâlet (resullük
rutbesi) Hızır'da yok idi. Binâenaleyh
(bundan dolayı)
Hızır "Senin bildiğini ben bilmem; benim bildiğimi de
sen bilmezsin" demekle, cenâb-ı Mûsâ'nın sadrına
(yüreğine)
şifâ bahş (veren)
bir söz söylemiş oldu.
Ma'lûm olsun (bilinsin)
ki, Hızır'ın bu kelâmı
(sözleri),
kendisinin resûl ve nübüvvet-i teşrîiyye
(şeriat vaz’ eden (koyan)
nübüvvetlik) ile nebî olmadığına delîldir
(kanıttır).
Fakat nebiyy-i
müşerri'in (şeriat (vaz’
eden) getiren nebi)
şerîatini takviye eden
(kuvvetlendiren) ve
sâhib-i kitâb (kitap sahibi)
olmayan bir nebî
(peygamber) olmasını mâni'
(engel) değildir.
Zîrâ (çünkü) nebî
"ihbâr eden (haber veren)
kimse"dir. Cenâb-ı Hızır'ın
(Hızır a.s.’ın)
sulehâya (günahsız, salih
olan kimseye) zâhir olarak
(görünerek) onlara,
tâbi' (bağlı)
oldukları peygamberlerinin şer'iyle
(şeriatiyle) nasîhat
ettiği vâkı'dir (gerçektir).
Bu sûrette (şekilde)
cenâb-ı Hızır (Hızır
a.s) enbiyâ-i Beni İsrâil
(İsrailoğullarının nebileri
(peygamberleri) ) gibi olmuş olur. Nitekim
hadîs-i şerîfte
علما امتي كأنبيا بني إسرائيل
ya'nî "Benim ümmetimin âlimleri Benî İsrâîl'in
(İsrailoğullarının)
peygamberleri gibidir" buyrulur. İşte cenâb-ı Şeyh-i
Ekber (r.a.) / efendimizin Fütûhât'ın 73. bâbında
(bölümünde)
ولم يكن للحضر نبوة التشريع التي اللأبيا عليهم السلام
ya'nî "Enbiyâ (a.s.)’a
(nebilere) mahsûs
(ait) olan
nübüvvet-i teşrî' (şeriat
koyan, yeni şeriat getiren nebilik)
Hızır için vâkı'
(olmuş) değildir" kelâmının
(sözlerinin) ma'nâsı
budur. Ve şeyh-i ârif Sadreddîn Konevî hazretlerinin
Fükûk ismindeki kitâb-ı şerîfinin
فك فص الختم المحمدي
bahsinde "Hâtem-i enbiyânın
(son nebinin) şerîati hükmünün âmm
(genele, herkese)
olmasından nâşi (dolayı)
arzın
(yeryüzünün) kâffesi
(bütün hepsi) ona ve
ümmetine mescid ve toprağı tâhir
(temiz) kılındı. Ve
onun risâletinin ahkâmında
(hükümlerinde) geçmiş olan resûllerin
risâleti münderic oldu
(içinde yer
aldı).
Ve onun nübûvveti
(nebiliği)
hakkındaki emir de böyledir ki, Hızır (a.s.) onda
dâhildir. Her ne kadar nübüvvet-i Hızır'ın
(Hızır a.s.’ın nübüvvetinin)
i'tirâfı hakkında
ehl-i hicâb (perdeli
kişiler) ihtilâf etmişler
(anlaşamamışlar) ise
de, ekâbir-i muhakkıkîn
(büyük tahkik ehlileri) arasında bunda
ihtilâf (görüş ayrılığı)
yoktur" kelâmı
(sözleri) aynı ma'nâyı te'yîd eder
(doğrular).
Devam Edecek |