Füsûs-ül Hikem

387. Bölüm

Asliye Tavşanlı
 

     Ve bu, ibâr-i nahl hadîsinde, ümmet-i muhammediyyede zâhir oldu. Aleyhi’s-selâm “Siz dünyânızın mesâlihinde a'lemsiniz” dedi. Ve şekk yoktur ki, muhakkak bir şeye ilim onun cehlinden hayırlıdır. Ve bunun için Allah nefsini “O her bir şeyi alîmdir” (Şûrâ 42/12) diye medh etti. İmdi (S.a.v) ashâbına onların mesâlih-i dünyâ kendisinden a'lem olduğuna i'tirâf etti. Zirâ bunda onun için hibret yoktur. Çünkü o zevk ve tecrübe ilmidir. Ve Aleyhi's-selâm bunun ilmine meşgûl olmadı. Belki onun şuğlü ehemmin ehemmine idi. İmdi ben seni edeb-i azîme vâkıf kıldım. Eğer nefsini onunla isti'mâl edersen müntefi' olursun (-18) .

     Ve bu insâf veyâhut bu bi'n-nisbe (bir dereceye kadar) olan tefâzûl (faziletli, üstün olma) ümmet-i muhammediyyede (Muhammet a.s.’ın ümmetinde) zâhir oldu (görüldü). Dâvûd-i Kayserî ve Bâlî Efendi (kuddise sırruhûmâ) kendi şerhlerinde (yorumunda) “bu” ism-i işâretin (işaret ismin) “insâf”a ve Bosnevî hazretleri "bi'n-nisbe (bir dereceye kadar) olan tefâzul"a (faziletli olmayla) râci' (ilgili olduğunu) addetmiştir (saymıştır).  Her ikisi de rûh-i ma'nâ (mananın ruhu) i'tibâriyle (bakımından) bir şeydir. Zîrâ (çünkü) "insâf" / "tefâzul" üzerine vâkı' olur (gerçekleşir).  Ya'nî "Senin bildiğini ben bilmem ve benim bildiğimi sen bilmezsin" demek. İlimde tefâzuldan (faziletli, üstün olmaktan) neş'et eder (ileri gelir). Ve bu iki kimseden her birisi birer cihetten (yönden) yekdîğeri (birbiri) üzerine hem fâzıl (daha faziletli) ve hem de mefdûl (daha üstün) olmuş olur. Ve bu fâzıliyyet (faziletli olmaklık) ve mefdûliyyet (üstün olmaklık) hurma ağacı aşılamak husûsuna dâir olan hadis-i şerîfte beyân buyrulduğu (açıklandığı) üzere ümmet-i muhammediyyede (Hz. Muhammed’in ümmetinde) zâhir oldu (göründü).Ya'nî bir sene (S.a.v.) Efendimiz ashâb-ı kirâmın hurma ağaçlarını aşıladıklarını gördü ve    لو تركتم لا يضركم    Ya'nî "Aşıyı terk etseniz, size bir zararı olmazdı" buyurdular. Ashâb-ı kiram dahi bu kelâm-ı nebevî (peygamberimizin sözleri) üzerine aşıyı terk ettiler. O sene hurma az oldu. Bu hâl görülünce (S.a.v.) Efendimiz ashâb-ı kirâmına    أنتم اعلم بمصالح دنياكم    ya'nî "Dünyânızın işlerini siz benden daha iyi bilirsiniz" buyurdu. Ve bu kelâm (sözler) ile nebîyy-i zî-şan (şeref sahibi nebi (ulu peygamber) Efendimiz bu husûsta ümmetinin kendi üzerlerine fazlını (üstünlüğünü) i'tirâf buyurdular (söylediler) ve insâf eylediler. Halbuki şübhesiz bir şeyi bilmek, bilmemekten hayırlıdır. İlmin cehilden (ilimsizlikten) efdal (daha faziletli, daha üstün) olmasından nâşi (dolayı) Allah Teâlâ kendi nefsini Kur'ân-ı Kerîm'de    إِنَّهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ    (Şûrâ; 42/12) "O her şeyi bilir" diye medh etti (övdü). Binâenaleyh (bundan dolayı) ilm-i ilâhînin (ilahi ilmin) ihâta etmediği (kavramadığı, kuşatmadığı) bir şey kalmadı. Server-i enbiyâ (nebilerin başı, önderi) Efendimiz ise taayyün-i beşerîleri (beşer suretleri) i'tibâriyle (dolayısıyle) merâtib-i vücûdun (vücut mertebelerinin) ahkâmına (hükümlerine) tâbi’ (bağlı) ve âlem-i nisbete (sıfatlar alemine) dâhildirler. Binâenaleyh (bundan dolayı) âlem-i nisbetteki (sıfatlar alemindeki) fâzıliyyet (faziletli olmaklık) ve mefdûliyyetten (üstün olmaklıktan) elbette kendilerine de bir zevk husûlü (olması) zarûrîdir. Bu zevkin husûlü (meydana gelmesi) için kendilerinde mesâlih-i dünyeviyyede (dünya işlerinde) ilm-i zevki ve tecrübî (zevk ve tecrubeye dayanan ilim) hâsıl değildi (oluşmamıştı). Zîrâ (çünkü) kalb-i şerîfleriyle (mübarek kalpleriyle) umûr-i cûz'iyyeden (önemsiz, kısmi işlerden) ibâret olan mesâlih-i dünyeviyye (dünya işleri) ile meşgûl olmazlar idi. Belki onların iştigâli (uğraşısı) ehemm (daha mühim) olan şeyler içinde ehemm (en mühim) olana idi; ve o da emr-i nübûvvet ve risâletin (risalet ve nübüvvet’lik hususlarının) icâbâtı (gerekleri) olan umûr-i külliyyedir (tümel işlerdir). Binâenâleyh (bundan dolayı) resûl-i zî-şân (şeref sahibi resul) Efendimiz umûr-i cüz'iyyede (önemsiz, kısmi işlerde) ashâb-ı kirâmın kendi üzerlerine fâzıliyyetini (üstünlüğünü) i'tirâf buyurdu (saklamadı söyledi) ve insâf eyledi (vicdan ve mantık adeletini ortaya koydu). Ve bu fâzıliyyet (faziletlilik) ve mefdûliyyet (üstünlük) nisbeti (vasfı) şân-ı nübüvvete (nübüvvetlik şanına) nakîsa (noksanlık) vermez. Zîrâ (çünkü) ehemm (mühim) içinde ehemm (en mühim) olan umûr-i külliyyenin (küll işlerin) ilminde, ümmetine nisbeten (göre) ihâta-i külliyye (tam kavrayış) sâhibidir.

     Ve onun "Rabbim bana hüküm bahşetti" (Şuarâ, 26/21) sözü, "hilâfet"i murâd eder ve "Beni mürsellerden kıldı" (Şuarâ, 26/21) "risâleti" murâd eder. İmdi her bir resûl "halîfe" değildir. "Halîfe" seyf ve azil ve vilâyet sâhibidir. Halbuki resûl "halîfe" gibi değildir. Ancak onun üzerine irsâl olunduğu şeyin iblâğı lâzımdır. Eğer onun üzerine mukâtele eder ve onu seyf ile himâye edecek olursa bu, "halîfe" olan resûldür. Nitekim her bir nebî "resûl" değildir. Kezâlik her resûl "halîfe" değildir. Ya'nî ona mülk ve onda tahakküm i'tâ olunmadı (19).

     Ya'nî cenâb-ı Musâ'nın (Musa a.s.’ın) Kur'ân-ı Kerîm'de hikâye buyrulduğu (anlatılmış olduğu) üzere (gibi)    فَوَهَبَ لِي رَبِّي حُكْماً    (Şuarâ, 26/21) kavli (sözleri) "hilâfet"i (halifelik görevini) mutazammın olur (içerir) ve bu kavl (söz) ile "hilâfet"i (halifelik görevini) murâd etmiş bulunur;    وَجَعَلَنِي مِنَ الْمُرْسَلِينَ    (Şuarâ, 26/21) demesiyle de "risâlet"i (resulluk görevini) murâd eder. Binâenaleyh (bundan dolayı), bu iki kavl (söz) ile cenâb-ı Mûsâ nefsinde hem "hilâfet" (halifeliği) ve hem de “risâlet”i (resulluğu) cem' eylediğini (topladığını) ifâde etmiştir. Çünkü her bir resûl "halîfe" değildir. Ve "halîfe" seyf (kılıç) ve azl (birini işinden ve makamından ayırma) ve vilâyet (bir şeyi kudretle elde etme gücü) sâhibidir. Ya'nî hem "resûl" ve hem de "halîfe" olan zat, emr-i ilâhîyi (ilahi emirleri) teblîğ ettikten (ulaştırdıktan) sonra kabûl etmeyenler ile mukâtele eder (savaşır) ve dîn-i Hakk'ı (Hakk dinini) kılıç ile  himâye eder (korur). Halbuki yalnız "resûl" olan zat, "halîfe" gibi değildir. Onun üzerine vâcib (zorunlu) olan şey, yalnız emr-i ilâhîyi (ilahi emri) teblîğden (ulaştırmaktan)  ibârettir. Nitekim âyet-i kerîmede    مَّا عَلَى الرَّسُولِ إِلاَّ الْبَلاَغُ    (Mâide, 5/99) ya'nî "Resûle lâzım olan ancak teblîğdir" (ulaştırmaktır, nakletmektir) buyrulur. Her bir resûlün "halîfe" olmaması, her bir nebînin "resûl" olmamasına benzer. Çünkü "resûl" kitâb ve şerîat-i mahsûsa (kendine ait şeriat) sâhibidir. Nebî ise mutlakâ kitâb ve şerîat sâhibi olmâk icâb etmez (gerekmez). / Nitekim enbiyâ-i Benî İsrâîl (İsrail oğullarının nebileri) şerîat-i mûseviyyeyi (Musa a.s.’ın şeriatini) ve kitâb-ı Tevrât (Tevrat kitabını) teblîğe (nakletmeye, iletmeye) me'mûr (vazifeli) idiler. Binâenaleyh (bundan dolayı) "halîfe" olmayan resûle mülk ve mülkte tahakküm (hükmetme) ve tasarruf (idare etme, yönetme) verilmedi. Böyle olunca "hilâfet" (halifelik) risâlette (resullükte) bir rütbe-i zâide (ilave, ek rütbe) olmuş olur.
Devam Edecek

 

 

 
 

İzmir - 26.08.2009
asliye@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com