Ve bu, ibâr-i nahl hadîsinde, ümmet-i
muhammediyyede zâhir oldu. Aleyhi’s-selâm “Siz
dünyânızın mesâlihinde a'lemsiniz” dedi. Ve şekk yoktur
ki, muhakkak bir şeye ilim onun cehlinden hayırlıdır. Ve
bunun için Allah nefsini “O her bir şeyi alîmdir” (Şûrâ
42/12) diye medh etti. İmdi (S.a.v) ashâbına onların
mesâlih-i dünyâ kendisinden a'lem olduğuna i'tirâf etti.
Zirâ bunda onun için hibret yoktur. Çünkü o zevk ve
tecrübe ilmidir. Ve Aleyhi's-selâm bunun ilmine meşgûl
olmadı. Belki onun şuğlü ehemmin ehemmine idi. İmdi ben
seni edeb-i azîme vâkıf kıldım. Eğer nefsini onunla
isti'mâl edersen müntefi' olursun (-18) .
Ve bu insâf veyâhut bu bi'n-nisbe
(bir dereceye kadar)
olan tefâzûl (faziletli,
üstün olma) ümmet-i muhammediyyede
(Muhammet a.s.’ın ümmetinde)
zâhir oldu
(görüldü).
Dâvûd-i Kayserî ve Bâlî Efendi (kuddise
sırruhûmâ) kendi şerhlerinde
(yorumunda) “bu” ism-i
işâretin (işaret ismin)
“insâf”a ve Bosnevî hazretleri "bi'n-nisbe
(bir dereceye kadar)
olan tefâzul"a
(faziletli olmayla) râci'
(ilgili olduğunu)
addetmiştir (saymıştır).
Her ikisi de
rûh-i ma'nâ (mananın ruhu)
i'tibâriyle
(bakımından) bir şeydir. Zîrâ
(çünkü) "insâf" / "tefâzul"
üzerine vâkı' olur
(gerçekleşir). Ya'nî
"Senin bildiğini ben bilmem ve benim bildiğimi sen
bilmezsin" demek. İlimde tefâzuldan
(faziletli, üstün olmaktan)
neş'et eder
(ileri gelir).
Ve bu iki kimseden her birisi birer cihetten
(yönden)
yekdîğeri (birbiri)
üzerine hem fâzıl (daha
faziletli) ve hem de mefdûl
(daha üstün) olmuş
olur. Ve bu fâzıliyyet
(faziletli olmaklık) ve mefdûliyyet
(üstün olmaklık)
hurma ağacı aşılamak husûsuna dâir olan hadis-i şerîfte
beyân buyrulduğu
(açıklandığı) üzere ümmet-i muhammediyyede
(Hz. Muhammed’in ümmetinde)
zâhir oldu
(göründü).Ya'nî bir sene (S.a.v.) Efendimiz
ashâb-ı kirâmın hurma ağaçlarını aşıladıklarını gördü
ve
لو تركتم لا يضركم
Ya'nî "Aşıyı terk etseniz, size bir zararı olmazdı"
buyurdular. Ashâb-ı kiram dahi bu kelâm-ı nebevî
(peygamberimizin sözleri)
üzerine aşıyı terk ettiler. O sene hurma az
oldu. Bu hâl görülünce (S.a.v.) Efendimiz ashâb-ı
kirâmına
أنتم اعلم بمصالح دنياكم
ya'nî "Dünyânızın işlerini siz benden daha iyi
bilirsiniz" buyurdu. Ve bu kelâm
(sözler) ile nebîyy-i
zî-şan (şeref sahibi nebi
(ulu peygamber) Efendimiz bu husûsta
ümmetinin kendi üzerlerine fazlını
(üstünlüğünü)
i'tirâf buyurdular
(söylediler) ve insâf eylediler.
Halbuki şübhesiz bir şeyi bilmek, bilmemekten
hayırlıdır. İlmin cehilden
(ilimsizlikten) efdal
(daha faziletli, daha üstün)
olmasından nâşi
(dolayı) Allah Teâlâ kendi nefsini Kur'ân-ı
Kerîm'de
إِنَّهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ
(Şûrâ; 42/12) "O her şeyi bilir" diye medh etti
(övdü).
Binâenaleyh
(bundan dolayı) ilm-i ilâhînin
(ilahi ilmin) ihâta
etmediği (kavramadığı,
kuşatmadığı) bir şey kalmadı. Server-i enbiyâ
(nebilerin başı, önderi)
Efendimiz ise taayyün-i beşerîleri
(beşer suretleri)
i'tibâriyle (dolayısıyle)
merâtib-i vücûdun
(vücut mertebelerinin)
ahkâmına (hükümlerine)
tâbi’ (bağlı)
ve âlem-i nisbete
(sıfatlar alemine)
dâhildirler. Binâenaleyh
(bundan dolayı)
âlem-i nisbetteki (sıfatlar
alemindeki)
fâzıliyyet (faziletli
olmaklık) ve mefdûliyyetten
(üstün olmaklıktan)
elbette kendilerine de bir zevk husûlü
(olması) zarûrîdir.
Bu zevkin husûlü (meydana
gelmesi) için kendilerinde mesâlih-i
dünyeviyyede (dünya
işlerinde) ilm-i zevki ve tecrübî
(zevk ve tecrubeye dayanan
ilim) hâsıl değildi
(oluşmamıştı).
Zîrâ (çünkü)
kalb-i şerîfleriyle
(mübarek kalpleriyle)
umûr-i cûz'iyyeden
(önemsiz, kısmi işlerden) ibâret olan mesâlih-i
dünyeviyye (dünya işleri)
ile meşgûl olmazlar idi. Belki onların
iştigâli (uğraşısı)
ehemm (daha mühim)
olan şeyler içinde ehemm
(en mühim) olana
idi; ve o da emr-i nübûvvet ve risâletin
(risalet ve nübüvvet’lik
hususlarının) icâbâtı
(gerekleri) olan
umûr-i külliyyedir (tümel
işlerdir).
Binâenâleyh (bundan
dolayı) resûl-i zî-şân
(şeref sahibi resul)
Efendimiz umûr-i cüz'iyyede
(önemsiz, kısmi işlerde)
ashâb-ı kirâmın kendi üzerlerine fâzıliyyetini
(üstünlüğünü)
i'tirâf buyurdu (saklamadı
söyledi) ve insâf eyledi
(vicdan ve mantık adeletini
ortaya koydu).
Ve bu fâzıliyyet
(faziletlilik) ve mefdûliyyet
(üstünlük) nisbeti
(vasfı) şân-ı
nübüvvete (nübüvvetlik
şanına) nakîsa
(noksanlık) vermez. Zîrâ
(çünkü) ehemm
(mühim) içinde ehemm
(en mühim) olan
umûr-i külliyyenin (küll
işlerin) ilminde, ümmetine nisbeten
(göre) ihâta-i
külliyye (tam kavrayış)
sâhibidir.
Ve onun "Rabbim bana hüküm bahşetti" (Şuarâ, 26/21)
sözü, "hilâfet"i murâd eder ve "Beni mürsellerden kıldı"
(Şuarâ, 26/21) "risâleti" murâd eder. İmdi her bir resûl
"halîfe" değildir. "Halîfe" seyf ve azil ve vilâyet
sâhibidir. Halbuki resûl "halîfe" gibi değildir. Ancak
onun üzerine irsâl olunduğu şeyin iblâğı lâzımdır. Eğer
onun üzerine mukâtele eder ve onu seyf ile himâye edecek
olursa bu, "halîfe" olan resûldür. Nitekim her bir nebî
"resûl" değildir. Kezâlik her resûl "halîfe" değildir.
Ya'nî ona mülk ve onda tahakküm i'tâ olunmadı (19).
Ya'nî cenâb-ı Musâ'nın
(Musa a.s.’ın) Kur'ân-ı Kerîm'de hikâye
buyrulduğu (anlatılmış
olduğu) üzere
(gibi) فَوَهَبَ
لِي رَبِّي حُكْماً
(Şuarâ, 26/21) kavli
(sözleri) "hilâfet"i
(halifelik görevini)
mutazammın olur (içerir)
ve bu kavl (söz)
ile "hilâfet"i
(halifelik görevini) murâd etmiş bulunur;
وَجَعَلَنِي مِنَ الْمُرْسَلِينَ
(Şuarâ, 26/21) demesiyle de "risâlet"i
(resulluk görevini)
murâd eder. Binâenaleyh
(bundan dolayı),
bu iki kavl (söz)
ile cenâb-ı Mûsâ nefsinde hem "hilâfet"
(halifeliği) ve hem
de “risâlet”i (resulluğu)
cem' eylediğini
(topladığını) ifâde etmiştir. Çünkü her bir
resûl "halîfe" değildir. Ve "halîfe" seyf
(kılıç) ve azl
(birini işinden ve makamından
ayırma) ve vilâyet
(bir şeyi kudretle elde etme
gücü) sâhibidir. Ya'nî hem "resûl" ve hem de
"halîfe" olan zat, emr-i ilâhîyi
(ilahi emirleri)
teblîğ ettikten
(ulaştırdıktan) sonra kabûl etmeyenler ile
mukâtele eder (savaşır)
ve dîn-i Hakk'ı (Hakk
dinini) kılıç ile
himâye eder
(korur).
Halbuki yalnız "resûl" olan zat, "halîfe"
gibi değildir. Onun üzerine vâcib
(zorunlu) olan şey,
yalnız emr-i ilâhîyi (ilahi
emri) teblîğden
(ulaştırmaktan) ibârettir. Nitekim âyet-i
kerîmede
مَّا عَلَى الرَّسُولِ إِلاَّ الْبَلاَغُ
(Mâide, 5/99) ya'nî "Resûle lâzım olan ancak teblîğdir"
(ulaştırmaktır,
nakletmektir) buyrulur. Her bir resûlün "halîfe"
olmaması, her bir nebînin "resûl" olmamasına benzer.
Çünkü "resûl" kitâb ve şerîat-i mahsûsa
(kendine ait şeriat)
sâhibidir. Nebî ise mutlakâ kitâb ve şerîat sâhibi
olmâk icâb etmez (gerekmez).
/ Nitekim enbiyâ-i Benî İsrâîl
(İsrail oğullarının nebileri)
şerîat-i mûseviyyeyi
(Musa a.s.’ın şeriatini)
ve kitâb-ı Tevrât'ı
(Tevrat kitabını)
teblîğe (nakletmeye,
iletmeye) me'mûr
(vazifeli) idiler. Binâenaleyh
(bundan dolayı) "halîfe"
olmayan resûle mülk ve mülkte tahakküm
(hükmetme) ve
tasarruf (idare etme,
yönetme) verilmedi. Böyle olunca "hilâfet"
(halifelik)
risâlette (resullükte)
bir rütbe-i zâide
(ilave, ek rütbe)
olmuş olur.
Devam Edecek |