Ve Fir'avn'ın "mâhiyyet-i ilâhiyye"den suâlinin
hikmetine gelince; an-cehlin değil idi. Belki Rabb'inden
risâlet da'vâsiyla berâber, onun cevâbını görmek için,
an-ihtiyârin idi. Ve Fir'avn mürselînin ilimde
mertebesini bilir idi. Binâenaleyh onun da'vâsının
sıdkına onun cevâbiyle istidlâl eder. Ve Fir'avn kendi
nefsinde muttali' olduğu şeyi, onların şuûru olmadığı
cihetten onlara ta'rîf etmek için hâzırîn eclinden suâl-i
îhâm ile suâl etti. (20).
Ya'nî Hz. Mûsâ, vüzerâ
(vezirleri)
ve vükelâsıyla
(kabine azaları, vekilleri ile)
berâber bulunduğu bir mecliste Fir'avn'ı tevhîd-i
ilâhîye
(Hakk’ın birliğine)
da'vet ettiği vakit, Fir'avn huzzâr
(orda bizzat bulunanlar)
içinde cenâb-ı Mûsâ'ya
وَمَا رَبُّ الْعَالَمِينَ
(Şuarâ, 26/23) ya'nî "Âlemlerin Rabbi olan nedir?"
tarzında
(şeklinde)
bir suâl
(soru)
sormuş idi. Kur'ân-ı Kerîm'de bu suâlin
(sorunun)
ما
[mâ] edâtıyla hikâye buyrulması,
(anlatılmış olması)
Fir'avn'ın "mâhiyyet-i ilâhiyye"den
(Hakk’ın zatından)
suâl ettiğini
(soru sorduğunu)
göstermektedir ve Fir'avn'ın mâhiyyet-i ilâhiyyeden
(ilahi zattan)
suâli
(soru sorması)
cehâlet
(cahilliği)
cihetinden
(yönünden)
değil idi; belki risâlet
(resulluk görevi)
da'vâsıyla
(iddiasıyle)
zâhir olan
(görünen)
cenâb-ı Mûsâ'nın vereceği cevâbı görüp tedkîk etmek
(incelemek)
için imtihân cihetinden
(dolayısıyle)
idi. Ve bir kimse herhangi bir mes'elede birinin
kudret-i ilmiyyesini
(ilminin gücünü)
anlamak için imtihân tarıkîyla
(yoluyla)
bir suâl
(soru)
irâd ederse
(sorarsa)
/ o mes'eleye
(konuya)
vukûfu olmak
(bilgisi olması)
tâbîîdir. İşte Fir'avn mürsellerin
(peygamberlerin)
ilm-i ilâhideki
(Allah’ın ilmindeki)
mertebesini bildiği için cenâb-ı Mûsâ'ya "mâhiyyet-i
ilâhiyye"den
(Hakk’ın zatından)
suâl etti
(soru sordu),
zîrâ
(çünkü)
resûllere mâhiyyet-i Hâk'tan
(Hakk’ın zatından)
sorulduğu vakit onlar ehl-i mantıkın
(mantık sahiplerinin)
kavâidine
(kaidelereine)
mutâbık
(uygun)
cevap vermezler. Belki hakîkat-i Hakk'ın
(Hakk’ın hakikatinin)
izâfât
(bağıntılı olduğu şeylerle)
ve sıfâtıyla
(sıfatlarıyle)
cevap verirler. Ve erbâb-ı mantıkın
(mantık sahiblerinin)
kâidesine göre bir şeyin mâhiyyeti
(aslı)
"cins"
(dahil olduğu tür)
ile "fasıl"dan
(o şeyi benzerinden farklı kılan özelliklerinden)
terkîb olunur.
Meselâ: Însanın mâhiyyeti
(aslı)
nedir? diye sorulsa "Hayvân-ı nâtıktır"
(konuşan hayvandır)
diye cevap verirler. Ve "hayvan" insanın "cins"i ve "nâtık"
(konuşma)
onun hayvanlar arasından "fasl"ıdır
(ayrıcalığıdır).
Halbuki Allah Teâlâ için bir "hakîkat" olmakla berâber
"cins" ile "fasıl"dan terekküb etmez
(birleşik değildir).
Zîrâ
(çünkü)
onun varlığı mukâbilinde
(karşısında)
diğer bir varlık yoktur ve bu gördüğümüz varlıklar hep
onun vücûdunun
(varlığının)
izâfâtıdır
(bağıntılarıdır (açığa çıkmış sıfatlarıdır).
İşte bu hakîkate binâen
(dayanarak)
resûller hakîkat-i ahadiyyeden
(ahadiyetin hakikatinden)
bahsetmezler ve bu hakîkatin idrâki mümkün olmadığı için
bu hususta düşünmekten de men' ederler
(yasaklarlar).
Nitekim (S.a.v.) Efendimiz
لا تتفكروا في ذات الله تفكروا في آلا الله
ya'nî "Allâh'ın zâtında tefekkür etmeyiniz, âlâsında,
ya'nî sıfâtında
(sıfatlarında)
ve esmâsında
(isimlerinde)
tefekkür ediniz" buyururlar.
Fir'avn resûllerin mertebe-i ilmini
(ilminin mertebesini)
bildiği için "Vereceği cevap, resûllerin cevâbına
muvâfık mıdır
(uygu nmudur)
değil midir?" diye cenâb-ı Mûsâ'ya mâhiyyet-i Hak'tan
(Hakk’ın hakikatinden (zatından)
suâl etti
(soru sordu).
Halbuki meclisteki hükemâ
(âlimler)
ve ukalâ
(akıllılar)
ehl-i mantık
(mantık sahipleri)
ve erbâb-ı fikir
(fikir sahipleri)
ve nazar
(görüş sahipleri)
idiler. "Mâhiyyet"i "cins" ile "fasıl"dan terkîb
ettikleri
(bileşik kıldıkları)
için, cenâb-ı Mûsâ'dan dahi o tarzda
(şekilde)
cevap sudûruna
(çıkacağını)
muntazır idiler
(beklemekteydiler).
Fir'avn ise kendi nefsinde vâkıf olduğu
(bildiği)
şeyi, hâzırûn
(bizzat orda bulunanlar)
farkına varmaksızın, onlara ta'rîf etmek için Hz.
Mûsâ'ya iki kasdı
(amacı)
şâmil olmak
(kapsamak)
üzere
suâl-i îhâm
(iki veya daha fazla anlamlı bir kelimeyi en az bilinen
manasını kasdeden soru)
ile suâl etti
(sordu).
İki kasıddan
(amaçtan)
birisi budur ki: Fir'avn'ın ıttılâ'ına
(bilgisine)
göre Hakk'ın "hakîkat"i vardır. Fakat bu hakîkat, enbiyâ
(nebiler)
tarafindan onların bildikleri vech ile
(şekilde)
ta'rîf olunmaz Belki enbiyâ
(nebiler)
o hakîkatın izafâtıyla
(bağlantılarıyle (sıfatlarıyla, esmasıyla) )cevap
verirler. Binaenaleyh
(bundan dolayı)
Mûsâ'ya bu cevâbı verirken, Fir'avn bir taraftan Mûsâ'yı
imtihân etmiş bulunur ve diğer taraftan da kendi
muttali' olduğu
(bildiği)
şeyi, onlar farkına varmaksızın. Mûsâ'ya ta'rîf ettirir.
Diğer vech
(yönü)
budur ki: Hâzırûnun
(orda hazır bulunanların)
zihniyyetine göre "cins"
ile "fasıl"dan mürekkeb
(bileşik)
bir cevap veremeyeceğinden mahzâ
(sadece)
makâmını takviye
(kuvvetlendirmek)
için, huzzâr
(orda hazır bulunanların)
muvâcehesinde
(karşısında)
onu techîl etmiş
(cahilliğini, bilgisizliğini ortaya çıkarmış)
olur.
Devam Edecek |