İmdi emri âlim olanların cevâbiyle cevap verdiği
vakit, Fir'avn mansıbını ibkâ için Mûsâ'nın, suâline
cevap vermediğini i'lân etti. Binâenaleyh kusûr-i
fehimlerinden dolayı hâzırûn indinde Fir'avn'ın Mûsâ'dan
daha âlim olduğu zâhir oldu. Ve işte bunun için ona
lâyık olan cevâbı verdiği vakit, kendisinden suâl olunan
şeye zâhirde cevap olmadığı ve Fir'avn ise ancak bununla
cevap vereceğini bildiği halde, ashâbına dedi ki: "Size
gönderilen resûlünüz elbette mecnûndur (Şuarâ, 26/27).
Ya'nî benim ona sorduğum şeyin ilmi ondan mestûrdur.
Zîrâ o şeyin ma'lûm olması aslâ tasavvur olunmaz (20)
Ya'nî Mûsâ (a.s.), hakîkat-i emri
(işin hakikatıini)
bilen ulemânın (alimlerin)
cevâbiyle cevap verip, Hakk’ın rubûbiyyetini
beyân ettiği (açıkladığı)
vakit, Fir’avn, ilim ve irfân ve zekâ
i'tibâriyle (bakımından)
ma'nen (manevi
olarak) ve tasarruf-i sûrî
(surette tasarruf)
i'tibâriyle
(dolayısıyla) maddeten
(madde yönünden)
mansıb-ı âlîsini (yüksek
makamını) ibkâ (devam
ettirmek)
için, Mûsâ'nın sorduğu suâle
(soruya) cevap
veremediğini huzzâra (orda
bulunanlara) i'lân etti
(duyurdu).
Ya'nî demek istedi ki: “Ey huzzâr
(hazır bulunanlar),
ben Mûsâ'ya "mâ" ile hakîkat-i Hak'tan
(Hakk’ın hakikatinden)
suâl ettim (soru sordum).
O ise onun hakîkatinden değil, belki
رَبُّ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَمَا بَيْنَهُمَا
(şuarâ, 26/24) kavliyle
(sözleriyle) Hakk'ın izâfâtından
(bağıntılarından)
ism-i Rab (Rab
ismi) ile cevap verdi. Ben ona ne sordum, o
bana ne söyledi. Demek ki benim suâlimi
(sorumu)
anlayamadı.” Halbuki Mûsâ (a.s.) işin hakîkatini bilen
âlimlerin verebileceği cevâbı verdi. Ve "semâvât"
ile ervâh-ı ulviyye-i tabîiyyeyi
(tabii yüce ruhları)
ve "arz"
ile eşhâs-ı unsuriyye-i süfliyyeyi
(en altta olan madde âlemin
bireylerini)
murâd etti. Ve Hakk'ın bunların mürebbi-i mutlakı
(mutlak eğiticisi (mutlak Rabbı)
) olduğunu
ve onun rubûbiyyet-i mutlakası
(kayıtsız rububiyeti),
bilcümle (bütün)
rubûbiyyât-ı / mukayyedeyi
(kayıtlı rububiyyetleri)
câmi' (topladığını)
ve muhît olduğunu
(kuşattığını, ihata ettiğini)
beyân eyledi
(bildirdi).
Ve binâenaleyh
(bundan dolayı) Fir'avn'ın
أَنَا رَبُّكُمُ الْأَعْلَى
(Nâziât, 79/24) kavliyle
(sözleriyle) kendi nefsine izâfe eylediği
(bağıntılı kıldığı)
rubûbiyyet-i mukayyedeyi
(kayıtlı rububiyyeti) dahi, Hakk'ın
rubûbiyyet-i mutlakası
(kayıtsız rububiyyeti) tahtına
(altına) idhâl
(dahil) etti. Ve
âyet-i kerîmenin mâba'di
(sonu) olan
إن كُنتُم مُّوقِنِينَ
(Şuarâ, 26/24) kavliyle
(sözleri ile) de "Hakk'ın hakîkati"ni olduğu
gibi kendisinden başka hiçbir kimse bilemeyeceğine
işâret etti. Ya'nî "Eğer siz ehl-i îkân
(tam, kesin olarak biliyor)
iseniz Hak Teâlâ semâvât
(göklerin) ve arzın
(yerin) ve
onların arasındaki şeylerin Rabbidir" demekle, resûllere
(peygamberlere)
lâyık olan (yakışan)
cevâbı verdi. Fakat huzzâr-ı meclis
(mecliste hazır bulunanlar)
"hakîkat"ten vâkı'
(olmuş) olan suâle
(soruya) "cins"
ile "fasıl"dan
mürekkeb (bileşik)
bir cevap vereceğine intizâr etmekte
(beklemekte) idiler.
Binâenaleyh (bundan dolayı)
bu cevap ile Fir'avn, Mûsâ'nın ilmine ve
huzzâr (orda hazır
bulunanlar),
cehline
(cahilliğine) hükmettiler.
(karar verdiler)
Fakat Fir'avn, mülk (ülke)
ve saltanat elinden çıkar havfiyle
(korkusuyla),
Mûsâ'ya îmân edip
huzzâra (orda bulunanlara)
kendi kanâatini
(görüşünü) ızhâr etmedi
(belli etmedi).
Onları kendi anlayışları dâiresinde
(sınırları içersinde)
bırakmak işine geldi.
İmdi (buna göre)
huzzârın (hazır
bulunanların) nâkıs
(noksan)
anlayışlarından dolayı, huzzâr
(bizzat orda bulunanlar)
indinde (yanında)
Fir'avn'ın Mûsâ'dan daha âlim
(bilgili, ilim sahibi)
olduğu tezâhür etti
(göründü).Halbuki mes'elenin iç yüzü böyle
değil idi. Cenâb-ı Mûsâ Fir’avn’ın suâline
(sorusuna) lâyık
olan (yakışan)
cevâbı verdi. Fakat “Hakk’ın hakîkati”nden vâkı’ olan
(oluşan) suâle
(soruya),
“cins”
ile “fasıl”dan
mürekkeb (bileşik)
bir cevâb vermediği cihetle
(sebeple),
bi’t-tabi (doğal
olarak) zâhirde
(dış görünüşte) suâlin
(sorunun) cevabı
olmadı. Ve Fir’avn ise imtihân için sorduğu suâle
(soruya),
eğer Mûsâ resûl ise başka cevab
veremiyeceğini bilirdi. İşte Fir’avn, Mûsâ’nın cevabı
resûllerin cevâbına muvâfık
(uygun) olduğunu bildiği halde, “Size
gönderilen resûlünüz elbette mecnûndur
(çıldırmış, delidir).
” (Şuârâ, 26/27)
ya’nî benim ona sorduğum “Hakk’ın hakîkati”nin ilmi
(bilgisi) ondan
mestûrdur (örtülmüştür).
Zîrâ (çünkü)
hakîkat-i Hakk’ın
(Hakk’ın zatının)
ma’lûm olması (bilinmesi)
mutasavver
(mümkün) değildir. İmdi
(buna göre) Fir’avn
bu sözü ile iki ma’nâyı murâd etti:
Birisi budur ki: “Size gönderilen resûl benim sûalimi
(sorumu)
anlayamayacak kadar gabîdir
(ahmaktır).Gabâveti
(ahmaklığı) zâhir
aşikâr) olan kimseye
nasıl ittibâ’ olunur
(uyulur, ardı sıra gidilir)?”
Ve bu söz huzzârın
(orda hazır bulunanların)
hamâkatlerine
(ahmaklıklarına) mutâbık
(uygun) bir kavl-i
zâhirdir (açık manalı
sözdür).
İkincisi budur ki: Fir’avn cenâb-ı Mûsâ’ya
(Hz.. Musa a.s.’a)
mâhiyyet-i Hak’tan (Hakk’ın
hakikatinden) imtihân tarîkıyle
(yoluyla) suâl etti
(soru sordu) ve
lâyık (yakışan, uygun)
olan cevabı da aldı. Binâenaleyh
(bundan dolayı)
zâhiri (dışı)
bâlâda (yukarıdaki)
ma’nâya mahmûl (yüklü)
olan sözü, bâtında
(içte) huzzâra
(orda hazır bulunanlara)
karşı cenâb-ı Mûsâ’nın risâletine
(resulluk görevine)
şehâdettir (şahitliktir).
Ya’nî Fir’avn / “resûller risâletleri
(resulluk görevleri)
hengâmında (sırasında)
hakâyık-ı eşyâdan
(varlıkların hakikatinden)
ve esrâr-ı kazâ
(kaza sırrından) ve kaderden
(kader sırrından)
mahcûb (örtülü)
ve mestûr (kapalı)
olduklarından mâhiyyet-i Hakk’ın
(Hakk’ın hakikatinin)
ilmi (bilgisi)
kendilerine mekşûf
(açılmış, aşikâr) değildir. Onların
vazîfeleri zât-ı mutlakaya
(kayıtsız zata) da’vet olmayıp ancak sıfât-ı
ilâhiyye (ilahi sıfatlara)
da’vettir. Zîrâ
(çünkü) resûl, risâlet
(resulluk) ve
mürselün-iley (kendisine
tebliğ olunan (kendisine peygamber gönderilen)
ve mürsel (irsal olunmuş
(gönderilmiş) kesret-i iktizâ eder
(çokluğu gerektirir).
Zât-ı mutlaka
(mutlak, kayıtsız zat) ve mertebe-i
ahadiyyede (ahadiyet
mertebesinde) ise aslâ kesret
(çokluk) mevzû’-i
bahs (söz konusu)
değildir.” demeği murâd etti.
Devam Edecek |