KELİME-İ MÛSEVİYYE’DE MÜNDEMİC OLAN "HİKMETTİR
[2.Şerh]
İmdi suâl sahîhdir. Zîrâ “mâhiyyet”ten suâl matlûbun
“hakîkat”inden suâldir ve nefsinde bir hakîkat üzere
olması lâ-büddür. Ve “hudûd”u “cins” ve “fasıl”dan
mürekkeb yapanlara gelince bu, kendisinde iştirâk olan
her şeyde vâkı’dir. Ve kendisinin cinsi olmayan için,
kendi nefsinde, onu gayri için olmayan bir hakîkat
olmamak lâzım gelmez. Binâenaleyh suâl, ehl-i hak
mezhebi ve ilm-i sahîh ve akl-ı selîm üzere sahîhdir; ve
ondan cevap ancak Mûsâ’nın icâbet eylediği şeyledir
(21).
Ya'nî Fir'avn'ın cenâb-ı Mûsâ'ya mâhiyyet-i Hak'tan
(Hakk’ın hakikâtinden)
suâl etmesi (soru
sorması) bâtıl
(boş, saçma) değil, sahîhtir
(doğrudur).
Çünkü bir şeyin "mâhiyyet"inden
(aslından) suâl etmek
(soru sormak),
sâilin (soru
soranın) matlûbu olan
(istediği, aradığı)
şeyin "hakîkat"inden
suâl etmektir (soru
sormaktır).
Ve Hakk'ın kendi nefsinde ve zâtında elbette bir
"hakîkat"i olması iktizâ eder
(gerekir).
Ve bir şeyin hadd
(sınırını) ve ta'rîfini
(tanımını) cins
(o şeyin dahil olduğu tür)
ile
fasıldan
(o şeyi benzerinden farklı kılan
özelliklerinden)
terkîb eden erbâb-ı fikir
(fikir sahiplerine) ve nazara
(görüş sahiplerine)
gelince: Onların bu ta'rîfleri
(tanımları),
ancak / cinsiyyette iştirâki
(ortaklığı) olan her
bir şeyde vâkı'dir (olur).Nitekim
yukarıda "insanın mâhiyyeti"
(hakikati) ta'rîf olunduğu sırada "hayvan
cinsi"nde onun iştirâki
(ortaklığı) vâkı'
(mevcut) olduğu ve fâkat "nâtıkıyyet"i
(konuşur olması) onu
bu "cins" arasından "fasl"
(farklı kıldığı, temyiz) ettiği ve ayırdığı
gösterildi. Velâkin (fakat)
Hak Sûbhânehû ve Teâlâ gibi kendisinin
"cins"i olmayan bir zâtın, kendi nefsinde, yalnız
kendisine mahsûs (ait)
olup, başkalarına âit olmayan bir hakîkat olmamak
lâzım gelmez. Mâdemki vardır, elbette bir hakîkati
vardır. Binâenaleyh (bundan
dolayı) Fir'avn'ın suâli
(sorusu) ehl-i Hak
(Hak sahiplerinin)
mezhebince (düşüncelerine,
görüşlerine göre)
ve ilm-i sahîh (doğru
ilim) ve akl-ı selîm
(sağduyu düşünce sahipleri)
muktezâsınca
(gereğince) sahîhdir
(doğrudur).
Ve bu mâhiyyet-i Hak'tan
(Hakk’ın hakikatinden)
suâle (sorulan soruya),
ancak Mûsâ'nın verdiği tarzda
(şekilde) cevap
verilebilir.
Ve bunda büyük bir sır vardır. Zîrâ o "hadd-i zâtî'den
suâl edene "fiil" ile cevap verdi. Binâenaleyh hadd-i
zâtîyi suver-i âlemden onunla zâhir olduğu şeye veyâhut
suver-i âlemden kendisine zâhir olau şeye izâfetinin
“ayn”ı kıldı. İmdi keennehû
وَمَا رَبُّ الْعَالَمِينَ
(Şuarâ, 26/23) kavlinin cevâbında ona dedi: Eğer siz
ehl-i îkân iseniz semâdan ibâret olan ulüvvden ve arzdan
ibâret olan süflden âlemlerin sûreti kendisinde zâhir
olan veyâhut onlar ile zâhir olandır, dedi (22)
Ya'nî Mûsâ (a.s.)’ın
رَبُّ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَمَا بَيْنَهُمَا إن
كُنتُم مُّوقِنِينَ
(Şuarâ, 26/24) ya’nî "Eğer siz ehl-i îkân
(tam, kesin bilgi sahibi)
iseniz, göklerin ve arzın
(yerin) ve onların
arasında olan şeylerin Rabb'idir" tarzındaki
(şeklindeki) cevapta
büyük bir sır vardır. Zîrâ
(çünkü) cenâb-ı Mûsâ
(Hz. Musa a.s.)
hakîkat-i Hak'tan (Hakk’ın
zatından) suâl eden
(soru soran)
Fir'avn'a "zâtın fiil"i olan "rubûbiyyet"le
(esma mertebesiyle (rablıkla)
cevap verdi. Zîrâ
(çünkü) âlem-i sûret,
(suret alemi) ef’âl-i
ilâhiyyeden (Hakk’ın
fiillerinden) ibârettir. / Binâenaleyh
(bundan dolayı) Hz.
Mûsâ "hadd-i zâtî"yi (zatın
tanımını) ve
ta'rîf-i ilâhîyi (Hakk’ın
tanımını)
âlemin (evrenin)
sûretlerinden kendisiyle zâhir olan
(açığa çıkan) şeye
veyâhut âlemin (evrenin)
sûretlerinden kendisinde zâhir olan
(açığa çıkan) şeye
izâfetinin (bağıntısının)
aynı yaptı. Ya'nî âlemlere Rabb'in izâfetinin
(bağıntısının
(esma ve sıfatlarının)
aynını Rab için "hadd-i zâtî"
(zatın tanımı) kıldı.
Zîrâ (çünkü)
Rabb'i âlemlerin sûretine izâfe etmek
(bağıntılı kılmak)
Rabb'in hadd-i zâtîsidir
(zatının
tanımıdır, tarifidir).
Meselâ: Suyu ta'rîf ederken
(tanımlarken),
"Buz kütlelerinin rabbidir ve onların
mürebbisidir" (terbiye
edenidir, eğiticisidir) denilmiş olsa, suyun
fiili ile cevap verilmiş olur ve bu da suyun hadd-i
zâtîsi (zatının tarifi)
olur. Binâenaleyh
(bundan dolayı) Mûsâ (a.s.) Fir'avn'ın
"Rabbü'l-âlemînin (Alemlerin
rabbinin) hakîkati nedir?" (Şuarâ, 26/23)
suâline (sorusuna)
cevâben, keennehû (güya)
dedi ki: Sorduğun Rabbü'l-âlemîn
(Alemlerin rabbi),
eğer siz ehl-i îkândan
(tam, kesin bilenlerden)
iseniz; semâ-yı ulvîden
(en yüce semadan) ve arz-ı süflîden
(en alt yerden) ve
onların arasındaki olan eşyâdan
(varlıklardan) ne
kadar sûretler var ise hepsi kendisinde zâhir olan
(açığa çıkan) veyâhut
mertebe-i letâfetten (latif,
şeffaf mertebeden) kesâfete
(koyu, yoğun mertebeye)
bi't-tenezzül (inerek)
bu suretler ile zâhir olan
(açığa çıkan) vücûd-i
vâhiddir (tek varlıktır).
Ma'lûm olsun (bilinsin)
ki, bu iki ta'bîrin
(ifadenin, anlatımın)
hakîkati birdir. İster, Hak esmâ
(isimlerinin) ve
sıfâtının (sıfatlarının)
sûretleri olan a'yân-ı sâbiteye
(ilmi suretlere)
kendi vücûd-i latîfini
(şeffaf varlığını) teksîf edip
(koyulaştırıp) birer
vücûd-i hârici (yoğunlaşmış
suret) libâsı
(elbisesi) giydirdi; binâenaleyh
(bundan dolayı) ulvî
(yüksek) ve süflî
(alçak) suver-i
âlemin (evren suretlerinin)
kaffesi (bütün
hepsi) onun vücûd-i vâhidinde
(tek varlığında)
zâhir oldu (açığa çıktı,
göründü),
dersin; ister, Hak esmâ
(isimleri) ve sıfâtı
(sıfatları) hasebiyle
(dolayısıyle)
mertebe-i letâfetten (şeffaf
(nur) mertebeden) mertebe-i kesâfete
(koyu mertebeye)
bi't-tenezzül (inerek)
âlemlerin sûretleri ile zâhir oldu
(açığa çıktı, göründü),
dersin. Her iki surette
(şekilde)
de âlemin
sûretleri vücûd-i vâhid-i Hak'la
(tek varlık sahibi Hakk’la)
mütegaddî olmuş
(gıdalanmış) olur.
Devam Edecek |