Füsûs-ül Hikem

390. Bölüm

Asliye Tavşanlı
 

KELİME-İ MÛSEVİYYE’DE   MÜNDEMİC OLAN   "HİKMETTİR

[2.Şerh]

İmdi suâl sahîhdir. Zîrâ “mâhiyyet”ten suâl matlûbun “hakîkat”inden suâldir ve nefsinde bir hakîkat üzere olması lâ-büddür. Ve “hudûd”u “cins” ve “fasıl”dan mürekkeb yapanlara gelince bu, kendisinde iştirâk olan her şeyde vâkı’dir. Ve kendisinin cinsi olmayan için, kendi nefsinde, onu gayri için olmayan bir hakîkat olmamak lâzım gelmez. Binâenaleyh suâl, ehl-i hak mezhebi ve ilm-i sahîh ve akl-ı selîm üzere sahîhdir; ve ondan cevap ancak Mûsâ’nın icâbet eylediği şeyledir (21).

Ya'nî Fir'avn'ın cenâb-ı Mûsâ'ya mâhiyyet-i Hak'tan (Hakk’ın hakikâtinden) suâl etmesi (soru sorması) bâtıl (boş, saçma) değil, sahîhtir (doğrudur). Çünkü bir şeyin "mâhiyyet"inden (aslından) suâl etmek (soru sormak), sâilin (soru soranın) matlûbu olan (istediği, aradığı) şeyin "hakîkat"inden suâl etmektir (soru sormaktır). Ve Hakk'ın kendi nefsinde ve zâtında elbette bir "hakîkat"i olması iktizâ eder (gerekir). Ve bir şeyin hadd (sınırını) ve ta'rîfini (tanımını) cins (o şeyin dahil olduğu tür)  ile fasıldan (o şeyi benzerinden farklı kılan özelliklerinden) terkîb eden erbâb-ı fikir (fikir sahiplerine) ve nazara (görüş sahiplerine) gelince: Onların bu ta'rîfleri (tanımları), ancak / cinsiyyette iştirâki (ortaklığı) olan her bir şeyde vâkı'dir (olur).Nitekim yukarıda "insanın mâhiyyeti" (hakikati) ta'rîf olunduğu sırada "hayvan cinsi"nde onun iştirâki (ortaklığı) vâkı' (mevcut) olduğu ve fâkat "nâtıkıyyet"i (konuşur olması) onu bu "cins" arasından "fasl" (farklı kıldığı, temyiz) ettiği ve ayırdığı gösterildi. Velâkin (fakat) Hak Sûbhânehû ve Teâlâ gibi kendisinin "cins"i olmayan bir zâtın, kendi nefsinde, yalnız kendisine mahsûs (ait) olup, başkalarına âit olmayan bir hakîkat olmamak lâzım gelmez. Mâdemki vardır, elbette bir hakîkati vardır. Binâenaleyh (bundan dolayı) Fir'avn'ın suâli (sorusu) ehl-i Hak (Hak sahiplerinin) mezhebince (düşüncelerine, görüşlerine göre) ve ilm-i sahîh (doğru ilim) ve akl-ı selîm (sağduyu düşünce sahipleri) muktezâsınca (gereğince) sahîhdir (doğrudur). Ve bu mâhiyyet-i Hak'tan (Hakk’ın hakikatinden) suâle (sorulan soruya), ancak Mûsâ'nın verdiği tarzda (şekilde) cevap verilebilir.

Ve bunda büyük bir sır vardır. Zîrâ o "hadd-i zâtî'den suâl edene "fiil" ile cevap verdi. Binâenaleyh hadd-i zâtîyi suver-i âlemden onunla zâhir olduğu şeye veyâhut suver-i âlemden kendisine zâhir olau şeye izâfetinin “ayn”ı kıldı. İmdi keennehû    وَمَا رَبُّ الْعَالَمِينَ    (Şuarâ, 26/23) kavlinin cevâbında ona dedi: Eğer siz ehl-i îkân iseniz semâdan ibâret olan ulüvvden ve arzdan ibâret olan süflden âlemlerin sûreti kendisinde zâhir olan veyâhut onlar ile zâhir olandır, dedi (22)

Ya'nî Mûsâ (a.s.)’ın    رَبُّ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَمَا بَيْنَهُمَا إن كُنتُم مُّوقِنِينَ    (Şuarâ, 26/24) ya’nî "Eğer siz ehl-i îkân (tam, kesin bilgi sahibi) iseniz, göklerin ve arzın (yerin) ve onların arasında olan şeylerin Rabb'idir" tarzındaki (şeklindeki) cevapta büyük bir sır vardır. Zîrâ (çünkü) cenâb-ı Mûsâ (Hz. Musa a.s.) hakîkat-i Hak'tan (Hakk’ın zatından) suâl eden (soru soran) Fir'avn'a "zâtın fiil"i olan "rubûbiyyet"le (esma mertebesiyle (rablıkla) cevap verdi. Zîrâ (çünkü) âlem-i sûret, (suret alemi) ef’âl-i ilâhiyyeden (Hakk’ın fiillerinden) ibârettir. / Binâenaleyh (bundan dolayı) Hz. Mûsâ "hadd-i zâtî"yi (zatın tanımını) ve ta'rîf-i ilâhîyi (Hakk’ın tanımını) âlemin (evrenin) sûretlerinden kendisiyle zâhir olan (açığa çıkan) şeye veyâhut âlemin (evrenin) sûretlerinden kendisinde zâhir olan (açığa çıkan) şeye izâfetinin (bağıntısının) aynı yaptı. Ya'nî âlemlere Rabb'in izâfetinin (bağıntısının (esma ve sıfatlarının) aynını Rab için "hadd-i zâtî" (zatın tanımı) kıldı. Zîrâ (çünkü) Rabb'i âlemlerin sûretine izâfe etmek (bağıntılı kılmak) Rabb'in hadd-i zâtîsidir (zatının tanımıdır, tarifidir).

Meselâ: Suyu ta'rîf ederken (tanımlarken), "Buz kütlelerinin rabbidir ve onların mürebbisidir" (terbiye edenidir, eğiticisidir) denilmiş olsa, suyun fiili ile cevap verilmiş olur ve bu da suyun hadd-i zâtîsi (zatının tarifi) olur. Binâenaleyh (bundan dolayı) Mûsâ (a.s.) Fir'avn'ın "Rabbü'l-âlemînin (Alemlerin rabbinin) hakîkati nedir?" (Şuarâ, 26/23) suâline (sorusuna) cevâben, keennehû (güya) dedi ki: Sorduğun Rabbü'l-âlemîn (Alemlerin rabbi), eğer siz ehl-i îkândan (tam, kesin bilenlerden) iseniz; semâ-yı ulvîden (en yüce semadan) ve arz-ı süflîden (en alt yerden) ve onların arasındaki olan eşyâdan (varlıklardan) ne kadar sûretler var ise hepsi kendisinde zâhir olan (açığa çıkan) veyâhut mertebe-i letâfetten (latif, şeffaf mertebeden) kesâfete (koyu, yoğun mertebeye) bi't-tenezzül (inerek) bu suretler ile zâhir olan (açığa çıkan) vücûd-i vâhiddir (tek varlıktır).

Ma'lûm olsun (bilinsin) ki, bu iki ta'bîrin (ifadenin, anlatımın) hakîkati birdir. İster, Hak esmâ (isimlerinin) ve sıfâtının (sıfatlarının) sûretleri olan a'yân-ı sâbiteye (ilmi suretlere) kendi vücûd-i latîfini (şeffaf varlığını) teksîf edip (koyulaştırıp) birer vücûd-i hârici (yoğunlaşmış suret) libâsı (elbisesi) giydirdi; binâenaleyh (bundan dolayı) ulvî (yüksek) ve süflî (alçak) suver-i âlemin (evren suretlerinin) kaffesi (bütün hepsi) onun vücûd-i vâhidinde (tek varlığında) zâhir oldu (açığa çıktı, göründü), dersin; ister, Hak esmâ (isimleri) ve sıfâtı (sıfatları) hasebiyle (dolayısıyle) mertebe-i letâfetten (şeffaf (nur) mertebeden) mertebe-i kesâfete (koyu mertebeye) bi't-tenezzül (inerek) âlemlerin sûretleri ile zâhir oldu (açığa çıktı, göründü), dersin. Her iki surette (şekilde) de âlemin sûretleri vücûd-i vâhid-i Hak'la (tek varlık sahibi Hakk’la) mütegaddî olmuş (gıdalanmış) olur.
Devam Edecek

 

 

 
 

İzmir - 15.09.2009
asliye@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com