Füsûs-ül Hikem

391. Bölüm

Asliye Tavşanlı
 

KELİME-İ MÛSEVİYYE’DE   MÜNDEMİC

OLAN   "HİKMETTİR

[2.Şerh]

İmdi Fir'avn, ashâbına "O mecnûndur" (şuarâ. 26/27) dediği vakit--- nitekîm biz onun mecnûn olması ma'nâsını beyân ettik--- Mûsâ ilm-i ilâhîdeki rütbesini Fir'avn bilmek için, beyânında ziyâde etti. Zîrâ o, muHakkak Fir'avn kendisinin kelâmını anladığını bilir idi. Benaleyh    رَبُّ الْمَشْرِقِ وَالْمَغْرِبِ    (şuarâ, 26/28) ya'nî "Maşrık ve mağribin Rabb'idir" dedi. İmdi zâhir ve müstetir olan şeyi ityân etti. Ve O zâhir ve bâtındır ve onların arasında olan şeyi getirdi. Ve o, onun    بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ    (Bakara, 2/29) ya'nî “Her şeyi bilir” kavlidir. "Eğer siz taakkul ederseniz" (Şuarâ, 26/28) demek, eğer siz ashâb-ı takyîd iseniz demektir. Zîrâ "akıl" takyîddir. İmdi cevâb-ı evvel "mûkınîn"in cevâbıdır. Ve onlar ehl-i keşf ve vücûddur. Binâenaleyh "Eğer mûkınîn iseniz" (Şuarâ, 26/24) dedi. Eğer ehl-i keşf ve vücûd iseniz, demektir. Böyle olunca ben size şuhûdunuzda ve vücûdunuzda teyakkun eylediğiniz şeyi i'lâm ettim. Eğer siz bu sınıftan olmayıp da ehl-i akıl ve takyîd iseniz ve Hakk'ı akıllarınızın ve delillerinin verdiği şeyde hasr ederseniz, ikinci cevapta cevap verdim. Binâenaleyh Fir'avn fazlını ve sıdkını bilmek için, Mûsâ iki vech ile zâhir oldu. Ve Mûsâ Fir'avn'ın bunu bildiğini veyâ bileceğini bildi. Zîrâ Fir'avn "mâhiyyet"ten suâl etti. İmdi o    ما    [mâ] ile suâlde, onun suâlinin ıstılâh-ı kudemâ üzere olmadığını bildi. İşte bunun için cevap verdi. Eğer ondan bunun gayrini bile idi, elbette onu suâlde tahtıe eder idi. Vaktâki Mûsâ mes'ûlün-ânhi âlemin “ayn”ı yaptı, Fir"avn / ona bu lisan ile hitâb etti. Halbuki kavmin şuûrları yok idi (23-24).

Ya'nî cenâb-ı Mûsâ Fir'avn'ın mâhiyyet-i Hak'tan (Hakk’ın hakikatinden) sorduğu suâle (soruya) ulemâ-i billâha (Allah’ı bilenlere (Allah’ı Allah ile bilen âlimlere) ) lâyık olan (yakışan) cevâbı verdikten sonra Fir'avn huzzâra (orda hazır bulunanlara) karşı "Size gönderilen resûlünüz elbette mecnûndur (delidir)". (Şuarâ, 26/27) ya'nî yukarıda îzâh olunduğu (açık olarak anlatıldığı) vech ile (biçimde) Hakk'ın hakîkatinin ilmi (bilgisi) ondan mestûrdur (örtünmüştür), dediği vakit. Hz. Mûsâ ilm-i ilâhîdeki (Hakk’ın ilmindeki) mertebesini Fir'avn'a bildirmek için, cevâbına devam ederek beyânını (söyleyeceklerini) tezyîd etti (arttırdı). Çünkü söylediği sözlerin ma'nâsını Fir'avn'ın anladığını biliyor idi. Binâenaleyh (bundan dolayı) sorduğu Rab "Maşrık (doğunun) ve mağribin (batının) Rabb'idir" (Şuarâ, 26/28) dedi ve bununla zuhûr (görünmeyi) ve istitârı (gizlenmeyi) anlatmak istedi. Zîrâ (çünkü) "maşrık" (doğu) şemsin (güneşin) mahall-i zuhûru (göründüğü yerdir) ve "mağrib" (batı) mahall-i istitârıdır (gizlendiği yerdir).  Ya'nî Hak âlem-i ecsâmda (cisimler âleminde) zâhir (görünür) ve âlem-i ecsâma (cisimler âlemine) nazaran (göre) gayr-i mer'î (görünmez) olan âlem-i ervâhda (ruhlar aleminde) bâtındır (gizlidir).  Ve "zât-ı ahadî" (ahad olan zat) öyle bir hakîkattir ki ecsâm (cisimler) ve ervâhı (ruhları) ve onların mâ-beyninde (arasında) olan âlem-i misâli (hayal âlemini) terbiye eder, demeği murâd eder. Ve bu söz    بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ    (Bakara. 2/29) kavlinin (sözlerinin) aynı demektir. Çünkü zâhir (açıkta olanı) ve bâtını (gizli olanı) ve onların mâ-beynini (arasında olanları) terbiye etmek, onları bilmekle olur. Zîrâ (çünkü) bir kimse bilmediği bir şeyin mürebbîsi (terbiye edicisi) ve sâhibi olamaz. Cenâb-ı Mûsâ'nın    إِن كُنتُمْ تَعْقِلُونَ    (Şuarâ, 26/28) ya'nî "Eğer siz ehl-i akıldan (akıl sahiplerinden) iseniz" demesi, eğer siz ashâb-ı takyîdden (kayıtlanmışlardan) iseniz, demektir. Çünkü “akıl" takyîd (kayıt) ve bağdır. Zîrâ (çünkü) akıl ancak idrâki dâiresinde (sınırları içersinde) fa'âldir (aktiftir) ve o dâire hâricine (dışına) çıkamaz. Onun için ehl-i akıl, (akıl sahipleri) mâ-verâ-yı akıl (aklın ötesinde) olan o şuûnât-ı rûhiyyeyi (ruhi işleri) idrâk edemediklerinden inkâr ederler ve sezdikleri âsâra (eserlere, belirtilere) vehim ve hayâldir, derler. Binâenaleyh (bundan dolayı) dâire-i akılda (aklın sınırları içersinde) mukayyed (kayıtlı) ve bağlı kalırlar.

İmdi (buna göre) cenâb-ı Mûsâ'nın    رَبُّ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَمَا بَيْنَهُمَا إن كُنتُم مُّوقِنِينَ    (Şuarâ, 26/24) kavli (sözleri) ehl-i teyakkun (yakin elde etmişler (tam, kesin bilgi sahipleri) ) için verdiği cevaptır. Ehl-i teyakkun  ise, ehl-i keşf (keşif sahibi) ve vücûddur (varlıktır). Şu halde "Eğer mûkınîn (ikan sahibi (tam, kesin bilen) iseniz" (Şuarâ, 26/24) demek, eğer ehl-i keşf (keşif sahibi) ve vücûd (varlık) iseniz demektir. Ve "ehl-i keşf (keşif sahibi) ve vücüd" o kimselerdir ki, onlar vücûd-i vâhid-i Hakk'ın (tek vücut sahibi Hakk’ın) sereyânını (sirayet ettiğini, yayıldığını) cemî'-i eşyâda (bütün varlıklarda) ve kendi vücûd-i izâfîlerinde (nisbi, göreceli vücutlarında) müşâhede ederler (görürler). Ve müşâhadeleri (görmeleri) hasebiyle (dolayısıyla) cemî'-i eşyânın (bütün şeylerin) ve kendi vücûdlarının (varlıklarının) / mürebbîsi (terbiye edeni) ancak vücûd-i hakîkî-i Hak (gerçek varlık sahibi hak) olduğunu yakînen (tam kati olarak) bilirler. Binâenaleyh (bundan dolayı), cenâb-ı Mûsâ "Eğer siz ehl-i teyakkun (yakin sahibi) iseniz, ben size şuhûdunuzda (görüşünüzde) ve vücûdunuzda (varlığınızda) teyakkun eylediğiniz (tam, kesin olarak bildiğiniz) şeyi bildirdim. Ve eğer bu sınıftan olmayıp da vücûd-i Hakk'ı (Hakk’ın varlığını) vücûd-i izâfî-i eşyâdan (izafi şeylerin varlığından) ve kendi vücûdunuzdan gayri (başka) görüp, onu bunlardan tenzîh (münezzeh kılıp, ayrı tutup) ve Hakk'ı akıllarınızda îcâd eylediğiniz (yarattığınız) delillerin çizdikleri dâirede (sınırlar içersinde) hasr ederseniz (hapsederseniz), ikinci cevapta ya'nî    رَبُّ الَمشْرِقِ وآلَمفْرِبِ    tarzında (şeklinde) cevap verdim" demeği kasd etti. Ve cenâb-ı Mûsâ Fir'avn kendisinin fazlını (üstünlüğünü) ve sıdkını (doğruluğunu) bilmek için, böyle iki vech ile (şekilde) zâhir oldu. (göründü) Ve onun böyle iki vech ile (şekilde) zâhir oluşu (görünüşü), zekâveti (keskin anlayışı) hasebiyle (dolayısıyla), Fir'avn'ın bu nükteleri (ince hususları) bildiğini veyâ bilecek kadar irfâna (anlayışa) mâlik (sahip) olduğunu bilmesinden nâşî (dolayı) idi. Çünkü Fir'avn'ın alâmet-i zekâsı (zekâsının işaretleri) mâhiyyet-i Hak'tan (Hakk’ın hakikatinden) suâl etmesi (soru sorması) idi.

İmdi (buna göre) onun "mâ" ( “ne?” (bir şeyin mahiyetini, ne olduğunu sormak için kullanılan edat) ile olan suâlinde (sorusunda) bu suâlin (sorunun) ıstılâh-ı kudemâ (eski âlimlerin kullandığı dini terimler) üzere (gibi) olmadığını Mûsâ (a.s.) bildi. Zîrâ (çünkü) kudemâ (eskiler) "cins" ile "fasıl"dan mürekkeb (bileşik) olmayan vücûdun (varlığın) mâhiyyetinden (hakikatinden) suâli (soru sormayı) tecvîz etmezler (caiz, uygun görmezler). Binâenaleyh (bundan dolayı) Mûsâ, Fir'avn'ın anladığını ve kâbil-i hitâb (kendisi ile konuşulabilir, söz anlar) olduğunu bildiği için, Fir'avn'a cevap verdi. Eğer Mûsâ (a.s.) Fir'avn'ın suâli (sorusu) ıstılâh-ı kudemâ (eskilerin kullandığı dini terimler) üzere (gibi) olduğunu, ya'nî cins (dahil olduğu tür) ile fasıldan (o şeyi benzerinden farklı kılan özelliklerinden) mürekkeb bir cevâba intizâr ile (cevabı bekleyerek) mâhiyyetten (hakikatten) suâl ettiğini (soru sorduğunu) anlamış olsa idi, bu suâlde (soruda) onu tahtıe eder (yanlışını çıkarır) idi ve cevap da vermez idi. Vaktâki (ne zamanki) Mûsâ (a.s.) Fir'avn'ın suâlindeki (sorusundaki) maksadını (niyetini) anlayarak lâyık olan (yakışan) cevâbı verdi ve bu cevâbında, yukarıda îzâh olunduğu (anlatıldığı) üzere (gibi) kendisinden suâl olunan (soru sorulan) Hakk'ı âlemin "ayn"ı (hakikati) yaptı; Fir'avn dahi ona bu lisân-ı tevhîd (tevhid dili) ile hitâb etti (konuştu).  Mecliste hâzır olanlar ise, bu muhâtabanın (konuşmaların) sırrına vâkıf (haberdar) olamadılar. /

Devam Edecek

 

 

 
 

İzmir - 22.09.2009
asliye@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com