KELİME-İ MÛSEVİYYE’DE MÜNDEMİC
OLAN "HİKMETTİR
[2.Şerh]
İmdi Fir'avn, ashâbına "O mecnûndur" (şuarâ. 26/27)
dediği vakit--- nitekîm biz onun mecnûn olması ma'nâsını
beyân ettik--- Mûsâ ilm-i ilâhîdeki rütbesini Fir'avn
bilmek için, beyânında ziyâde etti. Zîrâ o, muHakkak
Fir'avn kendisinin kelâmını anladığını bilir idi.
Benaleyh
رَبُّ
الْمَشْرِقِ وَالْمَغْرِبِ
(şuarâ, 26/28) ya'nî "Maşrık ve mağribin Rabb'idir"
dedi. İmdi zâhir ve müstetir olan şeyi ityân etti. Ve O
zâhir ve bâtındır ve onların arasında olan şeyi getirdi.
Ve o, onun
بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ
(Bakara, 2/29) ya'nî “Her şeyi bilir” kavlidir. "Eğer
siz taakkul ederseniz" (Şuarâ, 26/28) demek, eğer siz
ashâb-ı takyîd iseniz demektir. Zîrâ "akıl" takyîddir.
İmdi cevâb-ı evvel "mûkınîn"in cevâbıdır. Ve onlar ehl-i
keşf ve vücûddur. Binâenaleyh "Eğer mûkınîn iseniz"
(Şuarâ, 26/24) dedi. Eğer ehl-i keşf ve vücûd iseniz,
demektir. Böyle olunca ben size şuhûdunuzda ve
vücûdunuzda teyakkun eylediğiniz şeyi i'lâm ettim. Eğer
siz bu sınıftan olmayıp da ehl-i akıl ve takyîd iseniz
ve Hakk'ı akıllarınızın ve delillerinin verdiği şeyde
hasr ederseniz, ikinci cevapta cevap verdim. Binâenaleyh
Fir'avn fazlını ve sıdkını bilmek için, Mûsâ iki vech
ile zâhir oldu. Ve Mûsâ Fir'avn'ın bunu bildiğini veyâ
bileceğini bildi. Zîrâ Fir'avn "mâhiyyet"ten suâl etti.
İmdi o
ما
[mâ] ile suâlde, onun suâlinin ıstılâh-ı kudemâ üzere
olmadığını bildi. İşte bunun için cevap verdi. Eğer
ondan bunun gayrini bile idi, elbette onu suâlde tahtıe
eder idi. Vaktâki Mûsâ mes'ûlün-ânhi âlemin “ayn”ı
yaptı, Fir"avn / ona bu lisan ile hitâb etti. Halbuki
kavmin şuûrları yok idi (23-24).
Ya'nî cenâb-ı Mûsâ Fir'avn'ın mâhiyyet-i Hak'tan
(Hakk’ın hakikatinden)
sorduğu suâle (soruya)
ulemâ-i billâha
(Allah’ı bilenlere (Allah’ı Allah ile bilen âlimlere) )
lâyık olan
(yakışan) cevâbı verdikten sonra Fir'avn
huzzâra (orda hazır
bulunanlara) karşı "Size gönderilen resûlünüz
elbette mecnûndur (delidir)".
(Şuarâ, 26/27) ya'nî yukarıda îzâh olunduğu
(açık olarak anlatıldığı)
vech
ile (biçimde)
Hakk'ın hakîkatinin ilmi
(bilgisi) ondan mestûrdur
(örtünmüştür),
dediği vakit. Hz. Mûsâ ilm-i ilâhîdeki
(Hakk’ın ilmindeki)
mertebesini Fir'avn'a bildirmek için, cevâbına devam
ederek beyânını
(söyleyeceklerini) tezyîd etti
(arttırdı).
Çünkü söylediği sözlerin ma'nâsını Fir'avn'ın
anladığını biliyor idi. Binâenaleyh
(bundan dolayı)
sorduğu Rab "Maşrık (doğunun)
ve mağribin
(batının) Rabb'idir" (Şuarâ, 26/28) dedi ve
bununla zuhûr (görünmeyi)
ve istitârı
(gizlenmeyi) anlatmak istedi. Zîrâ
(çünkü) "maşrık"
(doğu) şemsin
(güneşin) mahall-i
zuhûru (göründüğü yerdir)
ve "mağrib" (batı)
mahall-i istitârıdır
(gizlendiği yerdir).
Ya'nî Hak âlem-i
ecsâmda (cisimler âleminde)
zâhir (görünür)
ve âlem-i ecsâma
(cisimler âlemine) nazaran
(göre) gayr-i mer'î
(görünmez) olan
âlem-i ervâhda (ruhlar
aleminde) bâtındır
(gizlidir).
Ve "zât-ı ahadî"
(ahad olan zat) öyle
bir hakîkattir ki ecsâm
(cisimler) ve ervâhı
(ruhları) ve onların
mâ-beyninde (arasında)
olan âlem-i misâli (hayal
âlemini) terbiye eder, demeği murâd eder. Ve
bu söz
بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ
(Bakara. 2/29) kavlinin
(sözlerinin) aynı demektir. Çünkü zâhir
(açıkta olanı) ve
bâtını (gizli olanı)
ve onların mâ-beynini
(arasında olanları) terbiye etmek, onları
bilmekle olur. Zîrâ (çünkü)
bir kimse bilmediği bir şeyin mürebbîsi
(terbiye edicisi) ve
sâhibi olamaz. Cenâb-ı Mûsâ'nın
إِن كُنتُمْ تَعْقِلُونَ
(Şuarâ, 26/28) ya'nî "Eğer siz ehl-i akıldan
(akıl sahiplerinden)
iseniz" demesi, eğer siz ashâb-ı takyîdden
(kayıtlanmışlardan) iseniz, demektir. Çünkü “akıl" takyîd
(kayıt) ve bağdır.
Zîrâ (çünkü) akıl
ancak idrâki dâiresinde
(sınırları içersinde) fa'âldir
(aktiftir) ve o dâire
hâricine (dışına)
çıkamaz. Onun için ehl-i akıl,
(akıl sahipleri)
mâ-verâ-yı akıl (aklın
ötesinde) olan o şuûnât-ı rûhiyyeyi
(ruhi işleri) idrâk
edemediklerinden inkâr ederler ve sezdikleri âsâra
(eserlere, belirtilere)
vehim ve hayâldir, derler. Binâenaleyh
(bundan dolayı)
dâire-i akılda (aklın
sınırları içersinde) mukayyed
(kayıtlı) ve bağlı
kalırlar.
İmdi (buna göre)
cenâb-ı Mûsâ'nın
رَبُّ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَمَا بَيْنَهُمَا إن
كُنتُم مُّوقِنِينَ
(Şuarâ, 26/24) kavli
(sözleri) ehl-i teyakkun
(yakin elde etmişler (tam, kesin
bilgi sahipleri) ) için verdiği cevaptır.
Ehl-i teyakkun ise,
ehl-i keşf (keşif sahibi)
ve vücûddur
(varlıktır).
Şu halde "Eğer mûkınîn
(ikan sahibi (tam, kesin bilen)
iseniz" (Şuarâ, 26/24) demek, eğer ehl-i keşf
(keşif sahibi) ve
vücûd (varlık) iseniz demektir. Ve "ehl-i keşf
(keşif sahibi) ve
vücüd" o kimselerdir ki, onlar vücûd-i vâhid-i Hakk'ın
(tek vücut sahibi Hakk’ın)
sereyânını
(sirayet ettiğini, yayıldığını) cemî'-i
eşyâda (bütün varlıklarda)
ve kendi vücûd-i izâfîlerinde
(nisbi, göreceli vücutlarında)
müşâhede ederler
(görürler).
Ve müşâhadeleri
(görmeleri) hasebiyle
(dolayısıyla) cemî'-i
eşyânın (bütün şeylerin)
ve kendi vücûdlarının
(varlıklarının) /
mürebbîsi (terbiye edeni)
ancak vücûd-i hakîkî-i Hak
(gerçek varlık sahibi hak)
olduğunu yakînen
(tam kati olarak) bilirler. Binâenaleyh
(bundan dolayı),
cenâb-ı Mûsâ "Eğer siz ehl-i teyakkun
(yakin sahibi)
iseniz, ben size şuhûdunuzda
(görüşünüzde) ve vücûdunuzda
(varlığınızda)
teyakkun eylediğiniz (tam,
kesin olarak bildiğiniz) şeyi bildirdim. Ve
eğer bu sınıftan olmayıp da vücûd-i Hakk'ı
(Hakk’ın varlığını)
vücûd-i izâfî-i eşyâdan
(izafi şeylerin varlığından) ve kendi
vücûdunuzdan gayri (başka)
görüp, onu bunlardan tenzîh
(münezzeh kılıp, ayrı tutup)
ve Hakk'ı akıllarınızda îcâd eylediğiniz
(yarattığınız)
delillerin çizdikleri dâirede
(sınırlar içersinde)
hasr ederseniz
(hapsederseniz),
ikinci cevapta ya'nî
رَبُّ
الَمشْرِقِ وآلَمفْرِبِ
tarzında (şeklinde)
cevap verdim" demeği kasd etti. Ve cenâb-ı Mûsâ
Fir'avn kendisinin fazlını
(üstünlüğünü) ve sıdkını
(doğruluğunu) bilmek
için, böyle iki vech ile
(şekilde) zâhir oldu.
(göründü) Ve onun
böyle iki vech ile (şekilde)
zâhir oluşu
(görünüşü),
zekâveti (keskin
anlayışı) hasebiyle
(dolayısıyla),
Fir'avn'ın bu nükteleri
(ince hususları)
bildiğini veyâ bilecek kadar irfâna
(anlayışa) mâlik
(sahip) olduğunu
bilmesinden nâşî (dolayı)
idi. Çünkü Fir'avn'ın alâmet-i zekâsı
(zekâsının işaretleri)
mâhiyyet-i Hak'tan
(Hakk’ın hakikatinden) suâl etmesi
(soru sorması) idi.
İmdi (buna göre)
onun "mâ" ( “ne?” (bir şeyin
mahiyetini, ne olduğunu sormak için kullanılan edat)
ile olan suâlinde
(sorusunda) bu suâlin
(sorunun) ıstılâh-ı
kudemâ (eski
âlimlerin kullandığı dini
terimler) üzere
(gibi) olmadığını Mûsâ (a.s.) bildi. Zîrâ
(çünkü) kudemâ
(eskiler) "cins" ile
"fasıl"dan mürekkeb (bileşik)
olmayan vücûdun
(varlığın) mâhiyyetinden
(hakikatinden) suâli
(soru sormayı)
tecvîz etmezler (caiz, uygun
görmezler).
Binâenaleyh (bundan
dolayı) Mûsâ, Fir'avn'ın anladığını ve
kâbil-i hitâb (kendisi ile
konuşulabilir, söz anlar) olduğunu bildiği
için, Fir'avn'a cevap verdi. Eğer Mûsâ (a.s.) Fir'avn'ın
suâli (sorusu)
ıstılâh-ı kudemâ (eskilerin
kullandığı dini terimler) üzere
(gibi) olduğunu,
ya'nî cins
(dahil olduğu tür)
ile fasıldan
(o şeyi benzerinden farklı kılan
özelliklerinden)
mürekkeb bir
cevâba intizâr ile (cevabı
bekleyerek) mâhiyyetten
(hakikatten) suâl
ettiğini (soru sorduğunu)
anlamış olsa idi, bu suâlde
(soruda) onu tahtıe
eder (yanlışını çıkarır)
idi ve cevap da vermez idi. Vaktâki
(ne zamanki) Mûsâ
(a.s.) Fir'avn'ın suâlindeki
(sorusundaki) maksadını
(niyetini) anlayarak
lâyık olan (yakışan)
cevâbı verdi ve bu cevâbında, yukarıda îzâh olunduğu
(anlatıldığı)
üzere (gibi)
kendisinden suâl olunan (soru
sorulan) Hakk'ı âlemin "ayn"ı
(hakikati) yaptı;
Fir'avn dahi ona bu lisân-ı tevhîd
(tevhid dili) ile
hitâb etti (konuştu).
Mecliste hâzır
olanlar ise, bu muhâtabanın
(konuşmaların) sırrına vâkıf
(haberdar)
olamadılar. /
Devam Edecek |