KELİME-İ MÛSEVİYYE’DE MÜNDEMİC
OLAN "HİKMETTİR
[2.Şerh]
İmdi ona "Eğer benden başka bir ilâh ittihâz edecek olur
isen, seni mescûnlardan yaparım" (Şuarâ, 26/29) dedi. Ve
"sicn"de olan "sîn" hurûf-i zevâiddendir. "Seni elbette
ben setr ederim" demektir. Zîrâ, muhakkak sen bunun gibi
sözü sana söylememi, bana te'yîd ettiğin şeyle cevap
verdin. İmdi eğer sen bana lisân-ı işâretle; “Ey
Fir'avn, vaîdin sebebiyle câhil oldun; halbuki "ayn",
vâhidedir. Binâenaleyh nasıl tefrîk ettin? " der isen
Fir'avn der ki: "Ben ancak "ayn"ın merâtibini tefrîk
ettim, "ayn" müteferrik olmadı ve o zâtında münkasim
olmadı. Ve yâ Mûsâ, şimdiki halde benim mertebem
bi'l-fiil sende tahakküm etmektir ve ben “ayn" ile
sen'im ve rütbe ile gayrinim.” Vaktâki Mûsâ (a.s.) bunu
ondan anladı ve ona kendi oluşunda, ya'nî Mûsâ oluşunda,
onun hakkını verdi. Ona "Sen buna kâdir değilsin" dedi.
Halbuki onun için rütbe onun üzerine kudrete ve eserini
onda ızhâra şehâdet eder. Zîrâ bu mecliste mertebe-i
Fir'avn için, kendisinde Mûsâ'nın zuhûru vâkı' olan
rütbe üzerine sûret-i zâhireden tahakküm vardır (25).
Ya'ni Mûsâ Hakk'ı âlemin "ayn"ı
(hakikâti) yaptı. Ve
Fir'avn da âlemden (evrenden)
bir sûret olduğundan bi't-tabi'
(doğal olarak) Hak,
onun dahi "ayn"ı (hakikâti)
olmak lâzım geldi. Ve bu sebeple Fir'avn
Mûsâ'ya "Eğer sen benden başka bir ilâh ittihâz
(kabul) edecek
olursan, elbette ben seni mescûnlardan
(hapsedilmişlerden)
yaparım" (Şuarâ, 26/29) dedi. Ve "mescûn"un mûştakk
(türemiş) olduğu
"sicn" kelimesindeki "sîn", zâid
(ek, ilave)
harflerdendir. Binâenaleyh
(bundan dolayı) "sîn" sâkıt
(sessiz) olunca,
kelimenin aslı
جنْ
olan kalır. Ve "cenn" kelimesinin ma'nâsı ise "setr"
dir. Böyle olunca Fir'avn "Elbette ben seni setr ederim
(örterim)";
ya'nî senin mûseviyyetini, Hakk'ın hüviyyeti
(hakikâti) ile
setr ederim (örterim).
Çünkü / muhakkak
sen bana öyle bir cevap verdin ki, o cevap ile benim
أَنَا رَبُّكُمُ الْأَعْلَى
(Nâziât, 79/24) sözümü te'yîd ettin
(doğruladın).
Zîrâ (çünkü)
âlemi Hakk'ın "ayn"ı
(hakikâti) yaptın.
Ben dahi âlemden (evrenden)
bir sûretim. Şu halde "Ben sizin rabb-i
a'lânızım (yüce rabbinizim)"
(Nâziât, 79/24) dersem, beni niçin inkâr
ediyorsun?" dedi. Ve lisân-ı işâretle
(işaret diliyle) ben
fir'avniyyetime
(firavunluğuma) hâss
(özel) olan kudret-i
zâhire (dış kudret)
mertebesiyle mertebe-i mûseviyyetini
(Musevilik
mertebeni)
setr ederim (örterim),
demek istedi.
Ve kezâ (aynı şekilde)
Fir'avn demek istedi ki: Ey Mûsâ, sen bana lisân-ı
işâretle (işaret diliyle):
"Ey Fir'avn, sen beni mescûnînden
(hapse atılmışlardan)
kılacağını beyân etmek
(söylemek) sûretiyle vakı' olan
(gerçekleşen)
vaîdinden (yıldırma, tehdid
va’dinden) dolayı câhil oldun. Çünkü ayn-ı
vâhide (tek hakikât)
olan Hakk'ı, benim mûseviyyetimi
(Musalığımı) ve senin
fir'avniyyetini
(firavunluğunu) ayrı ayrı görerek tefrîk
ettin (birbirinden ayırdın).
Binâenaleyh
(bundan dolayı) Hak,
ayn-ı vâhide (tek hakikât)
olduğu halde, onu nasıl tefrîk ettin
(farklı kıldın, ayırdın)?"
diyecek olursan, ben Fir'avn dahi sana
cevâben derim ki: "Ben ancak ayn-ı vâhide
(tek hakikât) olan
Hakk'ın mertebelerini tefrîk ettim
(ayırdım).
Onun merâtibini
(mertebelerini) tefrik etmekle
(ayırmakla) onun
"ayn"ı (zatı)
müteferrik (ayrılmış)
olmadı ve o ayn (hakikât)
kendi zâtında inkısâm kabûl etmiş
(bölünmüş) olmadı. Yâ Mûsâ, ben mâdemki onun
merâtibini (mertebelerini)
tefrîk ettim
(ayırdım) ve mâdemki şimdiki halde benim
mertebem, senin merteben üzerinde fiilen
(fiil olarak)
tahakküm etmektir
(hükmetmektir) ve
ben hakîkatim olan o ayn-ı vâhide
(tek hakikât) ile
sen'im ve fakat o "ayn"ın
(zatın) merâtibinden
(mertebelerinden) bir
mertebeyi hâiz (sahip)
olduğum i'tibâr
(dolayısı) ile senin gayrinim"
(senden “başka”yım)
dedi.
Ma'lûm olsun (bilinsin)
ki, Fir'avn kable'l-îmân
(imandan önce)
kemâl-i zekâveti (anlayışının
tam olması) i'tibâriyle
(sebebiyle) tevhîd-i
ilmî (tevhid bilgisi)
sahibi idi. Ve bu ilminde mütehakkık olmadığından
(gerçekleşmediğinden (fena hali
oluşmadığından) ) da'vâsında
(iddiasında) hâlen
kâzib (yalancı)
idi. Nitekim henûz "tevhîd-i ilmî"
(tevhid bilgisi)
mertebesinde olup bu tevhîd ile mütehakkık olmayan
(gerçekleşmeyen) ve
hâli kâlini (sözünü)
mükezzib olan
(yalanlayan, yalancı çıkaran) kimseler
hakkında, (S.a.v.) Efendimiz
شر ٌالناس من قامت القيامة وهو حئ
ya'nî "Nâsın (insanların)
şerlisi (kötüsü),
diri olduğu halde kıyâmeti kopan kimsedir"
buyurur. Bu ise nefsinin sıfâtı
(sıfatları) altında
zebûn (güçsüz)
olduğu halde "sırrı tevhîd'e
(tevhid sırrına) ve inde'l-muhakkıkîn
(tahkik ehlilerince)
"kıyâmet"in ne olduğuna vâkıf
(bilmek, haberdar)
olmak demektir. Zîrâ (çünkü)
tevhîd-i ilmi
(tevhid bilgisi) sâhibi zekâveti
(keskin zekası)
hasebiyle (dolayısıyle)
lisân-ı işâreti
(işaret lisanını) anlayabilir. Fakat
“tevhîd-i zevkî ve şuhûdî” sâhibi
(tevhid zevki ve görüşü)
olmadığı cihetle
(sebebiyle) kendi taayyününün
(suretinin) hükmü,
nazarında /
bâkîdir (devamlı kalıcıdır).
Bu hâl içinde ilâhiyyeti
(ilahlığı) iddiâ ederse, halkı Hakk'a değil,
kendi nefsine da'vet etmiş olur.
Mûsâ
(a.s.), Fir'avn'ın murâdını anlayınca, Fir''avn'a Mûsâ
oluşunun hakkını verdi. Ya'nî Fir'avn benim rütbem
saltanat ve kuvvet-i zâhire
(dış güçlerim) ile senin rütbe-i tâbiiyyetine
(uyruk olmaklık, tâbilik
rütbene) tahakküm eder
(hükmeder),
deyince; cenâb-ı Mûsâ ona zâhire
(dışa) taalluk eden
(bağıntılı olan)
nübüvvetinin (nebilik
görevinin) hükmü, Fir'avn'ın saltanat ve
kudret-i zâhiresinin (dış
gücünün) fevkında
(üstünde) olduğunu göstermek ve nübüvvetinin
(nebilik görevinin)
hakkını ızhâr etmek
(göstermek) icâb etti
(gerekti) de,
Fir'avn'a: "Sen söylediğini yapmağa muktedir değilsin"
dedi Maahâzâ (bununla
beraber) Fir'avn'ın rütbe-i saltanatı
(hükümdarlık rütbesi)
sûret-i zâhirede
(görünüşte) teb'a
(uyruk olma) hükmünde
(durumunda) olan
Mûsâ'nın üzerine kudrete ve bu kudretin eserini Müsâ'da
ızhâra (göstermeye)
şehâdet (şahitlik)
eder. Çünkü etrâfına a'vân
(yardakçıları) ve
ensârı (koruyucuları)
toplanmış olan Fir'avn'ın bu mecliste rütbesi için,
Mûsâ'nın zuhûr ettiği
(göründüğü) tâbiiyyet
(uyruk olmaklık, tabilik)
rütbesi üzerine --nübüvvetinin
(nebilik görevinin)
zâhire (dışa)
taalluk eden (bağıntılı olan)
kuvveti tezâhür edinceye
(meydana çıkıncaya)
kadar-- sûret-i zâhirde (dış
görünüşte, (dünyada) tahakküm bulunduğu
(baskı yaparak hüküm sürdüğü)
muhtâc-ı îzâh değildir
(anlatmaya gerek yoktur).
Devam Edecek |