Füsûs-ül Hikem

392. Bölüm

Asliye Tavşanlı
 

KELİME-İ MÛSEVİYYE’DE   MÜNDEMİC

OLAN   "HİKMETTİR

[2.Şerh]

İmdi ona "Eğer benden başka bir ilâh ittihâz edecek olur isen, seni mescûnlardan yaparım" (Şuarâ, 26/29) dedi. Ve "sicn"de olan "sîn" hurûf-i zevâiddendir. "Seni elbette ben setr ederim" demektir. Zîrâ, muhakkak sen bunun gibi sözü sana söylememi, bana te'yîd ettiğin şeyle cevap verdin. İmdi eğer sen bana lisân-ı işâretle; “Ey Fir'avn, vaîdin sebebiyle câhil oldun; halbuki "ayn", vâhidedir. Binâenaleyh nasıl tefrîk ettin? " der isen Fir'avn der ki: "Ben ancak "ayn"ın merâtibini tefrîk ettim, "ayn" müteferrik olmadı ve o zâtında münkasim olmadı. Ve yâ Mûsâ, şimdiki halde benim mertebem bi'l-fiil sende tahakküm etmektir ve ben “ayn" ile sen'im ve rütbe ile gayrinim.” Vaktâki Mûsâ (a.s.) bunu ondan anladı ve ona kendi oluşunda, ya'nî Mûsâ oluşunda, onun hakkını verdi. Ona "Sen buna kâdir değilsin" dedi. Halbuki onun için rütbe onun üzerine kudrete ve eserini onda ızhâra şehâdet eder. Zîrâ bu mecliste mertebe-i Fir'avn için, kendisinde Mûsâ'nın zuhûru vâkı' olan rütbe üzerine sûret-i zâhireden tahakküm vardır (25).

Ya'ni Mûsâ Hakk'ı âlemin "ayn"ı (hakikâti) yaptı. Ve Fir'avn da âlemden (evrenden) bir sûret olduğundan bi't-tabi' (doğal olarak) Hak, onun dahi "ayn"ı (hakikâti) olmak lâzım geldi. Ve bu sebeple Fir'avn Mûsâ'ya "Eğer sen benden başka bir ilâh ittihâz (kabul) edecek olursan, elbette ben seni mescûnlardan (hapsedilmişlerden) yaparım" (Şuarâ, 26/29) dedi. Ve "mescûn"un mûştakk (türemiş) olduğu "sicn" kelimesindeki "sîn", zâid (ek, ilave) harflerdendir. Binâenaleyh (bundan dolayı) "sîn" sâkıt (sessiz) olunca, kelimenin aslı    جنْ    olan kalır. Ve "cenn" kelimesinin ma'nâsı ise "setr" dir. Böyle olunca Fir'avn "Elbette ben seni setr ederim (örterim)"; ya'nî senin mûseviyyetini, Hakk'ın hüviyyeti (hakikâti) ile setr ederim (örterim).  Çünkü / muhakkak sen bana öyle bir cevap verdin ki, o cevap ile benim    أَنَا رَبُّكُمُ الْأَعْلَى    (Nâziât, 79/24) sözümü te'yîd ettin (doğruladın). Zîrâ (çünkü) âlemi Hakk'ın "ayn"ı (hakikâti) yaptın. Ben dahi âlemden (evrenden) bir sûretim. Şu halde "Ben sizin rabb-i a'lânızım (yüce rabbinizim)" (Nâziât, 79/24) dersem, beni niçin inkâr ediyorsun?" dedi. Ve lisân-ı işâretle (işaret diliyle) ben fir'avniyyetime (firavunluğuma) hâss (özel) olan kudret-i zâhire (dış kudret) mertebesiyle mertebe-i mûseviyyetini (Musevilik mertebeni) setr ederim (örterim), demek istedi.

Ve kezâ (aynı şekilde) Fir'avn demek istedi ki: Ey Mûsâ, sen bana lisân-ı işâretle (işaret diliyle): "Ey Fir'avn, sen beni mescûnînden (hapse atılmışlardan) kılacağını beyân etmek (söylemek) sûretiyle vakı' olan (gerçekleşen) vaîdinden (yıldırma, tehdid va’dinden) dolayı câhil oldun. Çünkü ayn-ı vâhide (tek hakikât) olan Hakk'ı, benim mûseviyyetimi (Musalığımı) ve senin fir'avniyyetini (firavunluğunu) ayrı ayrı görerek tefrîk ettin (birbirinden ayırdın).  Binâenaleyh (bundan dolayı) Hak, ayn-ı vâhide (tek hakikât) olduğu halde, onu nasıl tefrîk ettin (farklı kıldın, ayırdın)?" diyecek olursan, ben Fir'avn dahi sana cevâben derim ki: "Ben ancak ayn-ı vâhide (tek hakikât) olan Hakk'ın mertebelerini tefrîk ettim (ayırdım). Onun merâtibini (mertebelerini) tefrik etmekle (ayırmakla) onun "ayn"ı (zatı) müteferrik (ayrılmış) olmadı ve o ayn (hakikât) kendi zâtında inkısâm kabûl etmiş (bölünmüş) olmadı. Yâ Mûsâ, ben mâdemki onun merâtibini (mertebelerini) tefrîk ettim (ayırdım) ve mâdemki şimdiki halde benim mertebem, senin merteben üzerinde fiilen (fiil olarak) tahakküm etmektir (hükmetmektir)  ve ben hakîkatim olan o ayn-ı vâhide (tek hakikât) ile sen'im ve fakat o "ayn"ın (zatın) merâtibinden (mertebelerinden) bir mertebeyi hâiz (sahip) olduğum i'tibâr (dolayısı) ile senin gayrinim" (senden “başka”yım) dedi.

Ma'lûm olsun (bilinsin) ki, Fir'avn kable'l-îmân (imandan önce) kemâl-i zekâveti (anlayışının tam olması) i'tibâriyle (sebebiyle) tevhîd-i ilmî (tevhid bilgisi) sahibi idi. Ve bu ilminde mütehakkık olmadığından (gerçekleşmediğinden (fena hali oluşmadığından) ) da'vâsında (iddiasında) hâlen kâzib (yalancı) idi. Nitekim henûz "tevhîd-i ilmî" (tevhid bilgisi) mertebesinde olup bu tevhîd ile mütehakkık olmayan (gerçekleşmeyen) ve hâli kâlini (sözünü) mükezzib olan (yalanlayan, yalancı çıkaran) kimseler hakkında, (S.a.v.) Efendimiz    شر ٌالناس من قامت القيامة وهو حئ    ya'nî "Nâsın (insanların) şerlisi (kötüsü), diri olduğu halde kıyâmeti kopan kimsedir" buyurur. Bu ise nefsinin sıfâtı (sıfatları) altında zebûn (güçsüz) olduğu halde "sırrı tevhîd'e (tevhid sırrına) ve inde'l-muhakkıkîn (tahkik ehlilerince) "kıyâmet"in ne olduğuna vâkıf (bilmek, haberdar) olmak demektir. Zîrâ (çünkü) tevhîd-i ilmi (tevhid bilgisi) sâhibi zekâveti (keskin zekası) hasebiyle (dolayısıyle) lisân-ı işâreti (işaret lisanını) anlayabilir. Fakat “tevhîd-i zevkî ve şuhûdî” sâhibi (tevhid zevki ve görüşü) olmadığı cihetle (sebebiyle) kendi taayyününün (suretinin) hükmü, nazarında / bâkîdir (devamlı kalıcıdır). Bu hâl içinde ilâhiyyeti (ilahlığı) iddiâ ederse, halkı Hakk'a değil, kendi nefsine da'vet etmiş olur.

Mûsâ (a.s.), Fir'avn'ın murâdını anlayınca, Fir''avn'a Mûsâ oluşunun hakkını verdi. Ya'nî Fir'avn benim rütbem saltanat ve kuvvet-i zâhire (dış güçlerim) ile senin rütbe-i tâbiiyyetine (uyruk olmaklık, tâbilik rütbene) tahakküm eder (hükmeder), deyince; cenâb-ı Mûsâ ona zâhire (dışa) taalluk eden (bağıntılı olan) nübüvvetinin (nebilik görevinin) hükmü, Fir'avn'ın saltanat ve kudret-i zâhiresinin (dış gücünün) fevkında (üstünde) olduğunu göstermek ve nübüvvetinin (nebilik görevinin) hakkını ızhâr etmek (göstermek) icâb etti (gerekti) de, Fir'avn'a: "Sen söylediğini yapmağa muktedir değilsin" dedi Maahâzâ (bununla beraber) Fir'avn'ın rütbe-i saltanatı (hükümdarlık rütbesi) sûret-i zâhirede (görünüşte) teb'a (uyruk olma) hükmünde (durumunda) olan Mûsâ'nın üzerine kudrete ve bu kudretin eserini Müsâ'da ızhâra (göstermeye) şehâdet (şahitlik) eder. Çünkü etrâfına a'vân (yardakçıları) ve ensârı (koruyucuları) toplanmış olan Fir'avn'ın bu mecliste rütbesi için, Mûsâ'nın zuhûr ettiği (göründüğü) tâbiiyyet (uyruk olmaklık, tabilik) rütbesi üzerine --nübüvvetinin (nebilik görevinin) zâhire (dışa) taalluk eden (bağıntılı olan) kuvveti tezâhür edinceye (meydana çıkıncaya) kadar-- sûret-i zâhirde (dış görünüşte, (dünyada) tahakküm bulunduğu (baskı yaparak hüküm sürdüğü) muhtâc-ı îzâh değildir (anlatmaya gerek yoktur).

Devam Edecek

 

 

 
 

İzmir - 29.09.2009
asliye@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com