KELİME-İ MÛSEVİYYE’DE MÜNDEMİC OLAN "HİKMETTİR"
[2.Şerh]
İmdi üzerine taaddîsini men' edecek geyi ona muzhir
olduğu halde, ona "Ya sana / açık bir şey getirecek
olursam?" (Şuarâ, 26/30) dedi. Binâenaleyh Fir'avn kendi
kavminden zuafâ-yı re'y olanların yanında adem-i insâf
ile zâhir olmamak için ona, ancak "Eğer doğru
söylüyorsan getir bakalım" ( Şuarâ, 26/31) sözünün
gayrine kâdir olmadı. Onun hakkında şübhe ederler idi.
Ve onlar Fir'avn'ın kendilerine ihânet ettiği tâifedir.
Böyle olunca ona itâat ettiler. Zîrâ onlar kavm-i
fâsikîn, ya'nî akılda lisân-ı zâhir ile Fir'avn'ın iddiâ
eylediği şeyin inkârı cinsinden ukûl-i sahîhanın verdiği
şeyden hâricîn idiler. Zîrâ onun için bir hadd vardır.
Sâhib-i keşf ve yakîn onu tecâvüz ettiği vakit, onun
indinde durur. Ve işte bunun için Mûsâ “mûkın”in ve
hâssaten “âkıl”in kabûl edeceği cevâbı getirdi (26).
Ya'nî Fir'avn ism-i Zâhir'in
(zahir isminin) taht-ı hîtasında
(hükmü altında)
sâhib-i kudret ve saltanat
(kudret ve saltanat sahibi) ve metbû'
(kendisine tâbi olunan, uyulan)
idi. Ve cenâb-ı Mûsâ ise yine bu ismin taht-ı
hîtasında (hükmü altında)
raiyye (hükümdarın
idaresi altında bulunan) ve tâbi'
(uyruk) idi. Bu
sebeple Fir'avn Mûsâ'ya tahakküm etmek
(hükmetmek) isteyince
cenâb-ı Mûsâ, Mûsâlığını, ya'nî ism-i Zâhir'e
(zahir ismine)
taalluk eden (ilişkili olan)
kudret-i nebeviyyesini
(nebiliğinin gücünü)
göstermek lâzım geldi de; Fir'avn'a kudret ve saltanat-ı
zâhiriyyesinin (dış saltanat
kudretinin) taaddîsine
(saldırısına) ve
tecâvüzüne mâni’ (engel)
olacak mu'cizesini ona gösterici olduğu
halde: "Ya sana açık ve vâzıh
(meydanda, apaçık)
bir mu'cize ve burhan (delil)
gösterecek olursam, ne dersin? (Şuarâ, 26 /30) dedi.
Fir'avn re'yleri (görüşleri)
zayıf olan kendi tevâbi'inin
(hizmetindeki kişilerin)
yanında adem-i insâf
(merhametsizlik) ile zâhir olmamak
(görünmemek) için:
"Eğer doğru söylüyorsan getir de görelim" (Şuarâ, 26/30)
sözünden gayri (başka)
bir söz söyleyemedi. Ya'nî Hayır, istemem gibi
cebbârâne (cebbarcasına,
zorba) bir tarzda söz söyleyemedi. Eğer böyle
bir şey söyleye idi, zaîfü'r-re'y
(fikri görüşü zayıf)
olan kavmi, Fir'avn hakkında şübheye düşerlerdi ve
haksızlık ediyor, derler idi. Halbuki Fir'avn'ın zekâsı
tâbi'lerini (kendine tabi
olanları) kendi aleyhlerine çevirecek tarzda
(şekilde) ifâde-i
merâma (isteğini anlatmaya)
mâni' (engel)
idi. Ve bu re'yleri
(fikri görüşleri)
zaîf (zayıf)
olanlar Fir'avn'ın kendilerini istihfâf ettiği
(önemsemediği, küçük gördüğü)
ve onlara ihânet / eylediği tâifedir.
(gruptur) Onlar
re'ylerinin (görüşlerinin)
za'fından
(zayıflığından) dolayı ona itâat etmiş
(boyun eğmiş) idiler.
Çünkü onlar kavm-i fâsikîn
(kötülük eden kavim),
ya'nî akılda lisân-ı zâhir
(zahir dili) ile
Fir'avn'ın iddiâ eylediği şeyin inkârından hâriç
kalmışlardır ki, o inkâr ukûl-i sahîhanın
(kusursuz akıl sahiblerinin)
verdiği hükm iktizâsındandır
(gereğindendir).
Ya'nî Fir'avn'ın lisân-ı zâhir
(zahir dili) ile
rubûbiyyet (rab’lık)
da'vâsını (iddiasını)
ukûl-i sahîha
(gerçek akıl sahibi olanlar) kabûl etmez,
reddeder. Zîrâ (çünkü)
âlem-i taayyünât (açığa
çıkmış mevcut âlem) âlem-i keserâttır
(çokluk âlemidir).
Rab ile merbûbu
(rabbı olanı (kulu)) ve ilâh ile me'lûhu
(ilahı olanı (kulu) )
ve Hâlık (yaratan)
ile mahlûku (yaratılmışı)
ilh... iktizâ eder
(gerektirir).
Velâkin (fakat)
ehl-i keşf (keşif
sahibi) ve ayân
(ileri gelenler) ve şuhûd
(gören) ve îkân
(şüphe götürmeyecek şekilde
kesin, doğru bilen kimse) böyle bir sözü
reddetmez. Çünkü hakîkatte vücûd-i Hak'tan
(Hakk’ın varlığından)
gayri (başka)
bir şeyin vücûdu (varlığı)
yoktur. Âlem-i taayyünât
(meydana çıkmış âlemler)
ve keserât (çokluklar)
vücûd-i Hakk'ın
(Hakk’ın varlığının) o mertebede zuhûrundan
(görünmesinden)
ibârettir. Fakat kavm-i Fir'avn
(Firavun’un kavmi)
ehl-i keşf (keşif sahibi)
ve ayândan (ileri
gelenlerden) olmadıkları için, Fir'avn'ın
da'vâsını (iddiasını)
ukûl-i sahîhanın (gerçek
akıl sahiplerinin) i'tâ ettiği
(verdiği) inkârdan
hâriç (dışarıda)
kalmamaları icâb ederdi
(gerekirdi).
Zîrâ (çünkü)
aklın bir hadd-i muayyeni
(belli sınırı)
vardır, o haddi (sınırı)
geçemez. Velâkin
(fakat) ehl-i keşf
(keşif sahibinin) ve
yakînin (yakin sahibinin)
haddi (sınırı)
yoktur. Binâenaleyh
(bundan dolayı) ehl-i
keşf (keşif sahibi)
aklın haddini (sınırını)
tecâvüz ettiği
(geçtiği) vakit akıl, kendi hadd-i
muayyeninde (belirlenen
sınırında) tevakkuf edip
(bekleyip (takılı kalıp)
o haddin (sınırın)
verâsından (ötesinde)
zâhir olan
(görünen) şeyi inkâr eder. Ve hadd-i muayyeni
(belli sınırı)
olan akıl "akl-ı maaş"dır
(dünya işlerini ve tabiat âlemine ait meseleleri idrak
eden akıldır (gelişmemiş akıldır) ).
"Akl-ı maâd"
(manevi ve uhrevi meseleleri, fizik alem ötesini idrak
eden akıldır (yüksek akıldır) ehl-i keşf
(kesif sahiplerine)
ve yakîne (yakin elde
etmişlere) mahsûstur
(aittir).
Onun dahi derecâtı
(dereceleri) vardır.
İşte bunun için Mûsâ yukarıda îzâh olunan
(anlatılan) cevâb-ı
evvelde (ilk cevapta)
ehl-i yakînin (tam,
kesin, gerçek bilgi sahiplerinin) ve akl-ı
maâd (yüksek akıl)
ashâbının (sahiplerinin)
kabûl ve akl-ı maâş
(düşük akıl) ehlinin
(sahibinin)
reddedeceği cevâbı getirdi. Ve ikinci cevâbında hâssaten
(özellikle) akl-ı
maâş (düşük akıl)
ehlinin (sahibinin)
de kabûl edeceği cevâbı verdi. /
Devam Edecek |