Füsûs-ül Hikem

393. Bölüm

Asliye Tavşanlı
 

KELİME-İ MÛSEVİYYE’DE   MÜNDEMİC OLAN   "HİKMETTİR" [2.Şerh]

İmdi üzerine taaddîsini men' edecek geyi ona muzhir olduğu halde, ona "Ya sana / açık bir şey getirecek olursam?" (Şuarâ, 26/30) dedi. Binâenaleyh Fir'avn kendi kavminden zuafâ-yı re'y olanların yanında adem-i insâf ile zâhir olmamak için ona, ancak "Eğer doğru söylüyorsan getir bakalım" ( Şuarâ, 26/31) sözünün gayrine kâdir olmadı. Onun hakkında şübhe ederler idi. Ve onlar Fir'avn'ın kendilerine ihânet ettiği tâifedir. Böyle olunca ona itâat ettiler. Zîrâ onlar kavm-i fâsikîn, ya'nî akılda lisân-ı zâhir ile Fir'avn'ın iddiâ eylediği şeyin inkârı cinsinden ukûl-i sahîhanın verdiği şeyden hâricîn idiler. Zîrâ onun için bir hadd vardır. Sâhib-i keşf ve yakîn onu tecâvüz ettiği vakit, onun indinde durur. Ve işte bunun için Mûsâ “mûkın”in ve hâssaten “âkıl”in kabûl edeceği cevâbı getirdi (26).

Ya'nî Fir'avn ism-i Zâhir'in (zahir isminin) taht-ı hîtasında (hükmü altında) sâhib-i kudret ve   saltanat (kudret ve saltanat sahibi) ve metbû' (kendisine tâbi olunan, uyulan) idi. Ve cenâb-ı Mûsâ ise yine bu ismin taht-ı hîtasında (hükmü altında) raiyye (hükümdarın idaresi altında bulunan) ve tâbi' (uyruk) idi. Bu sebeple Fir'avn Mûsâ'ya tahakküm etmek (hükmetmek) isteyince cenâb-ı Mûsâ, Mûsâlığını, ya'nî ism-i Zâhir'e (zahir ismine) taalluk eden (ilişkili olan) kudret-i nebeviyyesini (nebiliğinin gücünü) göstermek lâzım geldi de; Fir'avn'a kudret ve saltanat-ı zâhiriyyesinin (dış saltanat kudretinin) taaddîsine (saldırısına) ve tecâvüzüne mâni’ (engel) olacak mu'cizesini ona gösterici olduğu halde: "Ya sana açık ve vâzıh (meydanda, apaçık) bir mu'cize ve burhan (delil) gösterecek olursam, ne dersin? (Şuarâ, 26 /30) dedi. Fir'avn re'yleri (görüşleri) zayıf olan kendi tevâbi'inin (hizmetindeki kişilerin) yanında adem-i insâf (merhametsizlik) ile zâhir olmamak (görünmemek) için: "Eğer doğru söylüyorsan getir de görelim" (Şuarâ, 26/30) sözünden gayri (başka) bir söz söyleyemedi. Ya'nî Hayır, istemem gibi cebbârâne (cebbarcasına, zorba) bir tarzda söz söyleyemedi. Eğer böyle bir şey söyleye idi, zaîfü'r-re'y (fikri görüşü zayıf) olan kavmi, Fir'avn hakkında şübheye düşerlerdi ve haksızlık ediyor, derler idi. Halbuki Fir'avn'ın zekâsı tâbi'lerini (kendine tabi olanları) kendi aleyhlerine çevirecek tarzda (şekilde) ifâde-i merâma (isteğini anlatmaya) mâni' (engel) idi. Ve bu re'yleri (fikri görüşleri) zaîf (zayıf) olanlar Fir'avn'ın kendilerini istihfâf ettiği (önemsemediği, küçük gördüğü) ve onlara ihânet / eylediği tâifedir. (gruptur) Onlar re'ylerinin (görüşlerinin) za'fından (zayıflığından) dolayı ona itâat etmiş (boyun eğmiş) idiler. Çünkü onlar kavm-i fâsikîn (kötülük eden kavim), ya'nî akılda lisân-ı zâhir (zahir dili) ile Fir'avn'ın iddiâ eylediği şeyin inkârından hâriç kalmışlardır ki, o inkâr ukûl-i sahîhanın (kusursuz akıl sahiblerinin) verdiği hükm iktizâsındandır (gereğindendir). Ya'nî Fir'avn'ın lisân-ı zâhir (zahir dili) ile rubûbiyyet (rab’lık) da'vâsını (iddiasını) ukûl-i sahîha (gerçek akıl sahibi olanlar) kabûl etmez, reddeder. Zîrâ (çünkü) âlem-i taayyünât (açığa çıkmış mevcut âlem) âlem-i keserâttır (çokluk âlemidir). Rab ile merbûbu (rabbı olanı (kulu)) ve ilâh ile me'lûhu (ilahı olanı (kulu) ) ve Hâlık (yaratan) ile mahlûku (yaratılmışı) ilh... iktizâ eder (gerektirir). Velâkin (fakat) ehl-i keşf (keşif sahibi) ve ayân (ileri gelenler) ve şuhûd (gören) ve îkân (şüphe götürmeyecek şekilde kesin, doğru bilen kimse) böyle bir sözü reddetmez. Çünkü hakîkatte vücûd-i Hak'tan (Hakk’ın varlığından) gayri (başka) bir şeyin vücûdu (varlığı) yoktur. Âlem-i taayyünât (meydana çıkmış âlemler) ve keserât (çokluklar) vücûd-i Hakk'ın (Hakk’ın varlığının) o mertebede zuhûrundan (görünmesinden) ibârettir. Fakat kavm-i Fir'avn (Firavun’un kavmi) ehl-i keşf (keşif sahibi) ve ayândan (ileri gelenlerden) olmadıkları için, Fir'avn'ın da'vâsını (iddiasını) ukûl-i sahîhanın (gerçek akıl sahiplerinin) i'tâ ettiği (verdiği) inkârdan hâriç (dışarıda) kalmamaları icâb ederdi (gerekirdi). Zîrâ (çünkü) aklın bir hadd-i muayyeni (belli sınırı) vardır, o haddi (sınırı) geçemez. Velâkin (fakat) ehl-i keşf (keşif sahibinin) ve yakînin (yakin sahibinin) haddi (sınırı) yoktur. Binâenaleyh (bundan dolayı) ehl-i keşf (keşif sahibi) aklın haddini (sınırını) tecâvüz ettiği (geçtiği) vakit akıl, kendi hadd-i muayyeninde (belirlenen sınırında) tevakkuf edip (bekleyip (takılı kalıp) o haddin (sınırın) verâsından (ötesinde) zâhir olan (görünen) şeyi inkâr eder. Ve hadd-i muayyeni (belli sınırı) olan akıl "akl-ı maaş"dır (dünya işlerini ve tabiat âlemine ait meseleleri idrak eden akıldır (gelişmemiş akıldır) ). "Akl-ı maâd" (manevi ve uhrevi meseleleri, fizik alem ötesini idrak eden akıldır (yüksek akıldır) ehl-i keşf (kesif sahiplerine) ve yakîne (yakin elde etmişlere) mahsûstur (aittir). Onun dahi derecâtı (dereceleri) vardır. İşte bunun için Mûsâ yukarıda îzâh olunan (anlatılan) cevâb-ı evvelde (ilk cevapta) ehl-i yakînin (tam, kesin, gerçek bilgi sahiplerinin) ve akl-ı maâd (yüksek akıl) ashâbının (sahiplerinin) kabûl ve akl-ı maâş (düşük akıl) ehlinin (sahibinin) reddedeceği cevâbı getirdi. Ve ikinci cevâbında hâssaten (özellikle) akl-ı maâş (düşük akıl) ehlinin (sahibinin) de kabûl edeceği cevâbı verdi. /

Devam Edecek

 

 

 
 

İzmir - 06.10.2009
asliye@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com