KELİME-İ MÛSEVİYYE’DE MÜNDEMİC OLAN "HİKMETTİR
[2.Şerh]
İmdi o asâsını ilkâ etti. Halbuki o, Fir'avn'ın Mûsâ'ya
onun da'vetine icâbetten ibâyetinde kendisi ile âsî
olduğu şeyin sûretidir. Binâenaleyh o, nâgâh sü'bân-i
mübîn, ya'nî hayye-i zâhire oldu. Böyle olunca seyyie
olan ma'sıyet tâate, ya'nî haseneye inkılâb etti.
Nitekim
يُبَدِّلُ اللَّهُ سَيِّئَاتِهِمْ حَسَنَاتٍ
(Furkân, 25/70) ya'nî "Hükümde Allah Teâlâ onların
seyyiâtını hasenâta tebdîl eder" buyurdu. İmdi burada
vücûd-i vâhidde nazîresinden mütemeyyiz olan "ayn"
cihetinden hüküm zâhir oldu. Binâenaleyh o, asâdır ve o
hayyedir ve sü’bân-ı zâhirdir. İmdi o, hayye olması
i'tibâriyle hayyât cinsinden olan emsâlini iltikâm etti.
Ve asâ olması i'tibâriyle asâdır. Binâenaleyh Musa'nın
hücceti Fir'avn'ın asâ ve hayyât ve hıbâl sûretinde olan
hüccetleri üzerine zâhir oldu. Sehare için hıbâl idi.
Halbuki Mûsâ için habl yok idi ve "habl" tell-i
sağîrdir. Ya'nî onların kadr-i Mûsâ'ya nisbetle
mekâdîri, cibâl-i şâmihadan hibâl menzilesindedir (27).
Ya'nî Fir'avn, muvâcehe-i huzzârda
(mecliste hazır bulunanların
karşısında):
"Eğer da'vânda (iddianda)
sâdık (doğru)
isen o getireceğini söylediğin açık bir şeyi
getir!" deyince cenâb-ı Mûsâ, hayât-ı
dünyeviyyenin (dünya
hayatının) zâhirinden
(dış yüzünden) başka
bir şeye aklı ermeyen ehl-i zâhire
(zahirde kalmış kimselere)
karşı, nübüvvetinin
(nebilik görevinin)
açık ve vâzıh (apaçık)
bir burhânı (delili)
bulunan mu'cizesini gösterdi ve asâsını
(sopasını)
bırakıverdi. Bu asâ (sopa)
ise Hz. Mûsâ'nın da'vetini kabûlden imtinâ'ı
(kaçındığı)
husûsunda, Fir'avn'ın kendisine dayanarak / âsi olduğu
(karşı geldiği)
şeyin sûretidir. Ve Fir'avn'ın Mûsâ'ya isyânda dayandığı
şey, kendi nefs-i hayvâniyyesidir.
(hayvani nefsidir)
Binâenaleyh (bundan dolayı)
âsâ (sopa),
Fir'avn'ın Mûsâ'ya karşı ser fürûda
(itaat etmede)
tekebbürüne (kibirlenmesine)
sebeb olan nefs-i emmâresinin
(emir alan nefsinin)
sûretidir.
Ma'lûm (bilinmiş)
olsun ki: Ümem-i mâziyyeden
(geçmiş ümmetlerden) her birerlerinin helâk
(mahv olmalarına)
ve inkırâzlarına
(tükenmelerine) bâdî
(sebep) olan âfât-ı
tabîiyye (tabii afet)
sûretleri onların peygamberlerine karşı olan
tekebbür (kibirlenmelerine)
ve serkeşliklerine
(inatçılıklarına) ve
binâenaleyh (bundan dolayı)
envâ’-ı maâsîyi
(çeşitli günahları) irtikâblârına
(işlemelerine) sebeb
olan nefs-i emmârelerinin
(zorlayan, emreden nefislerinin) sûretinden
başka bir şey değildir. Seylâblar
(seller),
zelzeleler, harîklar
(yangınlar),
vebâlar, koleralar ve sâir
(diğer) emrâz-ı
müstevliye (salgın hastalık)
sûretleri hep, ma'rifet-i ilâhiyye
(Hak’kı bilmek)
için mahlûk
(yaratılmış) olan insanların parlak
isti'dâdlarını mühmel bırakıp
(ihmal edip) evsâf
(sıfatlar) ve ahlâk-ı
hayvâniyye (hayvani ahlak)
ile ittisâflarının
(vasıflanmalarının)
sûretleridir. Fakat ehl-i zâhir
(zahirde kalmış kimseler) ma'nâdan sûrete ve sûretten ma'nâya
intikâlât-ı dâime (devamlı geçişler) bulunduğunu bilmekten ve çeşm-i akl
(akıl gözü) ile
görmekten gâfil bulunduklan
(umursamaz, habersiz oldukları) için, bu
sözler ile istihzâ
(eğlenirler, alay) ederler. Fakat fenâ
(kötü) ma'nâların
fenâ (kötü)
sûretler tevlîd ettiğinin
(doğurduğunun) pek çok delîlleri
(kanıtları) vardır.
Meselâ ma'nâdan ibâret olan efkâr-ı müteellimenin
(hüzünlü düşüncelerin),
sûretten ibâret bulunan vücûd üzerinde asabî
(sinir)
hastalıkları intâc ettiği
(doğurduğu) etibbâ
(doktorlar) indinde (katında)
müsellemdir (kabul
edilmiştir).Ve kezâ
(aynı şekilde) bir
kimse muhâtabına (karşısında
konuştuğu kişiye) tecâvüz ile
(sataşarak) bi'l-farz
(diyelim ki)
"eşek" veyâ "ahmak" dese, bu lafızların
(sözlerin) ma'nâları
muhâtabın (karşısındaki
kişinin) ma'nâsını tahrîk ile
(uyandırıp harekete geçirerek)
sûretinde onun rengine ve a'sâbına
(sinirlerine) ve
lisânına (diline)
müessir olur (etki eder).
İnsan kendi sû-i ahlâkıyla
(kötü ahlakıyla)
muhîtinde (çevresinde)
böyle müessir
(etkileyici) olunca, mahzâ
(yalnız) onun idâme-i
hayâtı (yaşamı devam
ettirmek) için, mahlûk
(yaratılmış) olan
mürettebât-ı kevniyye (kozmik
düzen)
üzerinde müessir (etkileyici)
olmak ehl-i yakîn
(yakin elde etmiş kimseler) indinde
(katında) pek
tabîîdir (doğaldır).
Lübb-i Kur'ân
(Kuran’ın özü) ve ahâdis-i şerîfeden
(hadisi şeriflerden)
müstenbat (esinlenerek,
manası göz önünde bulundurularak ortaya konulmuş)
olan şu beyitler ne güzeldir:
كرهمه نيك و بدكند
هر كه كند بخود كند
آنچه بدست خود كند
كس نكند بحق او
Tercüme: “İyi olsun kötü olsun, her kim ne yaparsa
kendisine yapar. Bir kimsenin kendi eliyle yaptığını
onun hakkında kimse yapamaz.” /
İmdi (buna göre)
asâ (sopa),
"isyân"dan me'hûzdür
(alınmıştır, çıkarılmıştır).
Bu sebeble Fir'avn'ın amelinin
(işlerinin) ve nefs-i
emmâresinin (zorlayan emreden
nefsinin) sûreti, da'vâsını
(iddiasını) ibtâl
(bozmak) için kendi
aleyhine hüccet (delil)
oldu. Binâenaleyh
(bundan dolayı) cenâb-ı Mûsâ asâyı
(sopayı) ilkâ edince
(bırakınca),
zâhiren
(açık olarak)
herkesin müşâhede ettiği
(gördüğü) büyük bir yılan oldu. Zîrâ
(çünkü) fenâ ameller
(işler) fenâ
(kötü) sûrete ve iyi
ameller (işler)
iyi sûrete inkılâb eder
(dönüşür).
Fakat fenâ amelden
(işten) fenâ sûret tevellüdü
(doğması) gerçi
(her ne kadar)
zâhirde (görünüşte)
seyyie (kötülük)
ise de hükümde hasenedir
(iyiliktir).
Zîrâ (çünkü)
o fenâ sûret nefs-i serkeşi
(dikbaşlı, asi nefsi)
inkıyâda (boyun eğmeye)
ve edebe ircâ'
(döndürmek) içindir. Bu i'tibâr
(husus) ile asânın
(sopanın) yılana
inkılâbı, (dönüşmesi)
seyyieden (kötülüklerden)
ibâret olan ma'sıyetin
(günahların)
haseneden (iyiliklerden)
ibâret olan tâate
(sevaba) tebeddülüdür
(dönüşmesidir).
Nitekim Hak Teâlâ Kur'ân-ı Kerîm'de
يُبَدِّلُ اللَّهُ سَيِّئَاتِهِمْ حَسَنَاتٍ
(Furkân, 25/70) ya'nî "Allah Teâlâ onların seyyiâtını
(kötülüklerini)
hasenâta (iyiliğe)
tebdîl eder (dönüştürür)."
Ya'nî seyyienin
(kötülüklerin) haseneye
(iyiliğe) tebeddülü
(dönüştürülmesi)
"ayn"da (hakikatte)
değil belki hükümdedir, demek olur. Binâenaleyh
(bundan dolayı) Hak
Sübhânehû ve Teâlâ hazretleri
وَاللّهُ رَؤُوفُ بِالْعِبَادِ
(Âl-i İmrân, 3/30) buyurduğu vech ile
(şekilde) ibâdına
(kullarına) Raûf
(esirgeyen, koruyan)
ve Rahîm'dir. (acıyan,
merhamet eden, himaye edendir).
Onların irtikâb ettikleri
(işledikleri kötülüklere)
maâsiye (günahlara)
karşı üzerlerine inzâl buyurduğu
(indirdiği) azâb,
sûrette
(şekilde) ve "ayn"da
(hakikatte) seyyie (kötülük)
ise de, hükümde hasenedir
(iyiliktir).
Meselâ çocuğu tedâvî için kan aldıran veyâ
diğer bir ameliyye (işlem)
yaptıran vâlidesi, fassâd
(kan alıcının) veyâ
operatör (ameliyat yapan
hekim) önünde kemâl-i şefkatle
(tam bir şefkatle)
çocuğuna nigerândır
(bakıcıdır).
Bu ameliyye
(yapılan işler) her ne kadar çocuğun canını
yaktığı için sûrette
(şekilde) seyyie
(kötülük) ise de, hükümde hasenedir
(iyiliktir).
Zîrâ (çünkü)
sıhhat tevlîd edecektir
(bulmasına sebep olacaktır).
İmdi
(buna göre) asânın
(sopanın) yılan
olduğu bu mahalde (yerde)
bir vücûdda
(varlıkta) kendi nazîresinden
(denginden) ve
mislinden (benzerinden)
mütemeyyiz (seçik,
seçilmiş) olan "ayn"
(zat)
cihetinden
(yönünden) hüküm zâhir oldu
(göründü).
Ya'nî cenâb-ı Mûsâ'nın elindeki asâ
bir vücûd (varlık)
olduğu halde "ayn"ı
(hakikati, zatı)
cihetinden (yönünden)
kendi nazîri (benzeri)
olan sâir (diğer)
asâlara (sopalara)
benzemeyip onlardan temeyyüz ederek
(seçilerek) ayrıldı.
Binâenaleyh (bundan dolayı)
o, bir nazarda
(bakışta) asâdır
(sopadır) ve bir nazarda (bakışta)
da hayyedir
(yılandır) ve sü'bân-ı zâhirdir
(meydanda olan kocaman bir
yılandır) ve herkesin açıktan açığa müşâhede
ettiği (gördüğü)
büyük bir yılandır.
Devam Edecek |