Füsûs-ül Hikem

395. Bölüm

Asliye Tavşanlı
 

KELİME-İ MÛSEVİYYE’DE   MÜNDEMİC OLAN   "HİKMETTİR

[2.Şerh]

Eğer bir kimse "Bir "ayn"ın / (hakikâtin) iki hükümde zuhûru (görünmesi) nasıl olur?" diye soracak olursa, biz cevâben (cevap olarak) deriz ki: Bu mes'ele iki hakîkatin kisve-i vâhidede (tek giyside) istitârı (örtünmesi) ve inde'l icâb (gerektiğinde) nevbetle (sırası geldikçe) zuhûru (meydana çıkma) keyfiyyetinden (hususundan) ibârettir. Zîrâ (çünkü) a'yân-ı kevniyye (açığa çıkmış kevni varlıklar) birtakım hakâyıkın (hakikâtlerin) hicapları (örtüleri) ve sütreleridir (perdeleridir). Nitekim ahsen-i takvîm (en güzel suret) üzere mahlûk (yaratık) olan efrâd-ı beşer (yaratılmış insan bireyleri) yekdîğerinin (birbirinin) nazîri (benzeri) olduğu halde, onların her birerlerinde saâdet (mutluluk) ve şekâvetin (mutsuzluğun) ahkâmı (hükümleri) nevbetle (sırasıyla) zâhir olur (açığa çıkar). Halbuki saâdet (mutluluk) ile şekâvet (mutsuzluk) yekdîğerinin (birbirinin) zıddıdır ve her ikisi de hükümde yekdîğerinden (biri diğerinden) ayrı birer hakîkattir. Böyle olmakla berâber ayn-ı vâhide (tek hakikât) olan vücûd-i insânî (insanın vücudu) bu iki hakîkatin sütresi (perdesi) ve hicâbıdır (örtüsüdür). İşte asânın (sopanın) yılan ve nârın (ateşin) İbrâhim (a.s.) üzerine berd (soğuk) ve selâm (selamet) olmaları da bu kabîldendir (türdendir). Bu hâlin zâhirde (dışarıda) başka misalleri (örmekleri) de vardır. Fakat bahis (konu) uzayacağı için terk olundu. Ve asânın (sopanın) başka bir sûret-i mehîbeye (heybetli surete (aslana) ) tahavvül etmeyip (dönüşmeyip) de yılan olmasındaki sebeb pek açıktır:

Ma'lûm (bilinmiş) olsun ki, Fir'avn Hz. Mûsâ'ya mukâbele (karşılık vermek) için, sehareyi (sihirbazları) celbe (kendine çekmeye) karar verdi. Sehare (sihirbazlar) ise, havâss-ı ecsâmdan (özel cisimlerden) istiâne ederek (faydalanarak) hikemî (hikmetler) ve kimyevî tedbîrât (yöntemler) ve tasarrufât (sahip olup kullandıkları şeyler) netîcesinde birtakım yılan sûretleri tertîb edip (düzenleyip), cenâb-ı Mûsâ'ya karşı sihrin bir nev'i (çeşidi) olan neyrencât (tılsım) ile mukâbeleye (karşılık vermeye) kıyâm ettiler (kalkıştılar). Ve cenâb-ı Hakk'ın Mûsâ yediyle (eliyle) onlar hakkındaki cezâsı (karşılığı) amelleri (işleri) cinsinden olmak iktizâ ettiği (gerektiği) için, asâ (sopa) dahi bir ejder (büyük yılan) sûretine (şekline) tebeddül etti (dönüştü).  Binâenaleyh (bundan dolayı) yılan sûretine tebeddül eden (dönüşen) o asâ (sopa), seharenin (sihirbazların) yılan cinsinden olmak üzere tertîb ettikleri (düzenledikleri) emsâlini (benzerlerini), yılan olması i'tibâriyle (dolayısıyla) yuttu. Vaktâki (ne zaman ki) hayye (yılan) sûretinden tekrâr asâ (sopa) sûretine (şekline) inkılâb etti (dönüştü), meydanda seharenin (sihirbazların) Asâr-ı sihri (sihir eserleri, izleri) kalmadığına nazaran (göre) dahi asâ, asâ olması cihetinden (yönünden) onları yutmuş oldu. Binâenaleyh (bundan dolayı) bu mecliste enzâr-ı halkta (halkın gözleri önünde) iki garâbet (tuhaflık) zâhir oldu (görüldü): Birisi asânın (sopanın) yılan olması idi ve yılan olduğu vakit, asânın (sopanın) âsâr-ı sehareyi (sihirbazların eserlerini) yutması şâyân-ı istiğrâb (garipsenecek bir hal) değil idi. Zîrâ (çünkü) bir ejderin (koca yılanın) kendi emsâli (benzeri) olan küçük yılanları yutması tabîî (doğal) görünür. İkinci garâbet (acaiplik), yılanın / tekrâr asâ (sopa) olduktan sonra, bir yığın âsâr-ı seharenin (sihirbazlık eserlerinin) vücûd-i asâya (sopaya) intikâli (geçmesi) ve onda nâ-bûd (kaybolması, yok) olması idi.

İşte bu iki garâbet (gariplik) netîcesinde Mûsâ'nın hücceti (delili) Fir'avn'ın sehare (sihirbazlar) vâsıtasıyla ızhâr ettiği (gösterdiği) değnekler ve yılanlar ve ipler sûretinde (şeklinde) mütehayyel olan (hayali) hüccetleri (delilleri) üzerine zâhir (aşikâr) ve gâlip (üstün) oldu. İmdi (buna göre) sâhirler (sihirbazlar) Hz. Mûsâ'yı da'vâsında (iddiasında) mağlûb etmek (yenmek) için hıbâl (urganlar) , ya'nî ipler isti'mâl ettiler (kullandılar) ve onları muhayyel (hayali) olarak yılan sûretinde (şeklinde) gösterdiler. Halbuki cenâb-ı Mûsâ'nın onlara galebe (üstün gelmesi) için kullandığı şey, hâbl, ya'nî ip değil idi ve onlara gösterdiği şey de muhayyel (hayal ürünü) olan yılan değil idi. Belki zâhirde (meydanda) herkesin açıktan açığa müşâhede ettiği (gördüğü) hakîkî bir sû'ban, ya'nî bûyûk bir yılan idi. Ve seharenin (sihirbazların) hıbâl (ip) isti'mâlinde (kullanmalarında) bir nükte (incelik) vardır. O da budur ki: "İp" ma'nâsında isti'mâl olunan (kullanılan) "hâbl" lûgatte (sözlük manasında) "tell-i sagîr"e, ya'nî "kûçûk tepe"ye denir. Bu i'tibâr (sebep) ile sâhirlerin, (sihirbazların) kadr-i Mûsâ'ya (Musa a.s.’ın derecesine) nisbeten (göre) miktarları ve mertebeleri cibâl-i şâmihadan (yüksek dağlardan) hıbâl (küçük tebe) menzilesindedir (derecesindedir). Ya'nî yûksek dağlar içinde küçük tepeler kadar bir şeydir demek olur. /

Sâhirler bunu gördükleri vakit, ilimde Mûsâ'nın mertebesini ve gördükleri şey makdûr-i beşer olmadığını ve her ne kadar makdûr-i beşerden olsa bile ancak kendisi için tahyîl ve îhâmdan ilm-i muhakkakta temeyyüz hâsıl olan âriften vâkı' olacağını bildiler. Binâenaleyh, Mûsâ ve Hârûn'un Rabb'i olan Rabbü'l-âlemine, ya'nî Mûsâ ve Hârûn'un da'vet ettiği Rabb'e îmân ettiler. Zîrâ, kavm-i Fir'avn onun, ya'nî Mûsâ'nın Fir'avn'a da'vet etmediğini bilirler idi. Ve vaktâki Fir'avn, her ne kadar örf i nâmûsîde cebr ettiyse de, mansıb-ı tahakkümde sâhib-i vakt ve seyf ile halîfe idi. İşte bunun için "Ben sizin rabb-i a'lânızım ve her ne kadar küll, nisebden bir nisbetle erbâbdır, imdi ben zâhirden tahakkümde i'tâ olunduğum şey sebebiyle onlardan a'lâyım" dedi. Ve sehare söylediği şeyde onun sıdkını bildikleri vakit ona inkâr etmediler ve ona bununla ikrâr ettiler. Binâenaleyh ona "Sen ancak hayât-ı dünyâda hükm edersin. Binâenaleyh, ne hükm edersen et, devlet sana mahsûstur" dediler. İmdi her ne kadar Hakk'ın "ayn"ı olup sûret, Fir'avn'a mahsûs ise de, onun "Ben sizin rabb-i a'lânızım," (Nâziât, 79/24) demesi sahîh oldu. Böyle olunca sûret-i bâtılda Hakk'ın "ayn"na mülâbis olduğu halde, ancak bu fiil ile nâil olunan merâtibe neyl için, elleri ve ayakları kesti ve astı. Çünkü esbâbın ta'tîline yol yoktur. Zîrâ a'yân-ı sâbite onları iktizâ eder. Vücûdda, ancak sübûtta üzerinde bulunduğu şey sûretiyle zâhir olur. Zîrâ kelimât-ı ilâhiyye için tebdîl yoktur. Kelimât-i ilâhiyye ise a'yân-ı mevcûdâttan gayri değildir. Binâenaleyh sübûtları haysiyyetinden / onlara kıdem nisbet olunur. Vücûdları ve zuhûrları haysiyyetinden dahi onlara hudûs nisbet olunur. Nitekim sen "Bu gün bizim indimizde bir insan veyâ bir misâfir hâdis oldu" dersin. Halbuki onun hudûsünden, bu hudûsden evvel onun için vücûd olmamak lâzım gelmez. Bunun için Hak Teâlâ Kelâm-ı azîzinde, ya'nî ityânı hakkında, onun kelâmı kadîm olmaklâ berâber    مَا يَأْتِيهِم مِّن ذِكْرٍ مَّن رَّبِّهِم مُّحْدَثٍ إِلَّا اسْتَمَعُوهُ وَهُم يَلْعَبُونَْ    (Enbiyâ, 21/2) ya'nî "Onlara Rablerinden bir yeni zikir gelse, onu ancak dinleyip eğlenirler" ve "Onlara cânib-i Rahman'dan bir yeni zikir gelse ancak ondan i'râz ederler" (Şuarâ, 26/5) buyurdu. Ve rahmet ancak rahmet ile gelir. Ve rahmetten i'râz eden kimse, azâba istikbâl eder ki, o rahmetin ademidir (28-29).

Ya'nî sâhirler (sihirbazlar) Mûsâ (a.s.)’ın yedinde (elinde) hüccet (delil) olan mu'cizesini ve asâsının (sopasının) kendi sihirlerine benzemediğini gördükleri vakit, ilimde Hz. Mûsâ'nın mertebe-i ulyâsını (mertebesinin yüksekliğini) ve gördükleri mu'cize beşerin (insanın) kudretinden hâriç bir şey olduğunu ve beşerin (insanın) kudreti tahtında (altında) zâhir olsa (görülse) bile, böyle bir şey ızhâr etmek, (göstermek) herkesin kârı olmayıp ancak kendisinde tahayyül (hayal) ve îhâmdan (vehme düşürmeden) ilm-i muhakkakta (gerçek ilimde) temeyyüz (sivrilen, benzerlerinden farklılık) hâsıl (oluşmuş) olan âriften (ilim, irfan sahibinden) vâkı' olacağını (gerçekleşeceğini) bildiler. Ya'nî herkes "Şu elimdeki asâ (sopa) yılan olsa da, düşmanlarıma karşı bir hücum ediverse..." tarzında (şeklinde) bir hayâl yapabilir. Fakat bu hayal, kendi mertebesinde hayâl olarak kalır; hâriçte (dışta) vücûdu (varlığı) zahir (aşikâr) olamaz. Bu vücûd-i hayâliyi, (hayali varlığı) hariçte (dışta) kisve-i taayyüne (suret elbisesine) büründürüp ızhâr etmek (göstermek), ancak ilm-i muhakkakta (gerçek ilimde) sâir (diğer) efrâd-ı beşerden (beşer kimselerden) kendisi için temeyyüz (sivrilme) hâsıl (oluşmuş) olan bir ârifin işidir. Zîrâ (çünkü) bu temeyyüz (farklı oluş, sivrilme) her ârifte de olamaz. Bu mes'elenin (konunun) tafsîli (geniş açıklaması) Fass-ı İshâkî'de (İshak bölümünde) "halk-ı ârif' bahsindedir (konusundadır).

İşte sehare (sihirbazlar) bu irfan sebebiyle “mûsâ ve Hârûn'un Rabb'i olan Râbbü'l-âlemîne (âlemlerin rabbına), ya'nî Mûsâ ve Harûn'un da'vet ettiği Rabb'e îman ettiler”. (Bkz, Şuarâ, 26/47-48) Ve onlar "Mûsâ ve Hârûn'un Rabbi" demekle bi't-tabi' (doğal olarak) Rabbü'l-âlemîne (âlemlerin rabbine) îmânı murâd ettiler. Çünkü Fir'avn'ın kavmi, Mûsâ'nın Fir'avn'a değil, belki Rabbü'l-âlemîne (âlemlerin rabbine (Allah’a) ) da'vet ettiğini bilirler idi. Ve Fir'avn her ne kadar örf-i nâmûsîde (şer’i örfte, adette), ya'nî örfen (adet üzere) kânûn-i saltanata (saltanat kanunlarına) tevfîkan (uygun olarak) cebr (zorla) ve istibdâd (keyfine göre idare) etti ise de teb'ası (kendine bağlı olanlar (halkı) üzerine tahakküm (baskı yapmak, hükmetmek) mansıbında (makamında) vaktin sâhibi ve kılınç isti'mâline (kullanmaya) salâhiyetdâr (yetkili) bir halîfe ve imâm (önder) idi.

İşte bu mansıb-ı tahakkümün / (hükmetme makamının) ve seyf (kılıç) ile hilâfetin (halifeliğin) iktizâsından (gereğinden) dolayı "Ben sizin rabb-i a'lânızım" (yüce rabbinizim) (Nâziât. 79/24) dedi. Ya'nî her ne kadar benim tebeamdan (bana uyanlardan, bağlı olanlardan) her bir ferd (kişi) nisebden (sıfatlardan) bir nisbetle (sıfatla) ayrı ayrı rablerdir. Fakat ben zâhirde (dışta) tahakkümden (hükmetmede) bana verilen saltanat (hükümdarlık) ve imâmet (imamlık, önderlik) hasebiyle (dolayısıyle) o rablerin cümlesinden (hepsinden) a'lâyım (yüceyim) ve hepsinin fevkındeyim (üstündeyim), demek istedi.

Devam Edecek

 

 

 
 

İzmir - 20.10.2009
asliye@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com