KELİME-İ MÛSEVİYYE’DE MÜNDEMİC OLAN "HİKMETTİR
Ma'lûm olsun (bilinsin)
ki, "Rabb" "mâlik" ve "sâhib" ma'nâsına
gelir. Nitekim şirket-i mudârabede
(taraflardan birinin sermayesi,
diğerinin emek ve çalışması üzerine kurulan ortaklık)
mal sâhibine "rabbü'l-mâl"
(malın sahibi)
derler. "Seyyid" ve "efendi" ma'nâsına gelir. Nitekim
âyet-i kerîmede
قَالَ ارْجِعْ إِلَى رَبِّكَ فَاسْأَلْهُ
(Yûsuf,12/50) ve
اذْكُرْنِي عِندَ رَبِّكَ
يَا صَاحِبَيِ السِّجْنِ أَمَّا أَحَدُكُمَا فَيَسْقِي
رَبَّهُ خَمْراً
(Yûsuf, 12/41-42) buyrulur. Ve “mürebbî”
(terbiye eden, eğiten)
ma'nâsına gelir. "Rabbü's-sabî"
(çocuğun rabbi, mürebbisi,
terbiye edicisi) ve "rabbü'l-müteallim"
(talebenin, rabbi, mürebbisi,
eğiticisi) derler.
İmdi (buna göre)
bir hükümdârın tebeasından
(tabi olanlarından (halkından) her biri
nisebden (sıfatlardan)
bir nisbetle (sıfatla)
"erbâb"dır (“rabb”
lardır).
Çünkü mallarının ve çocuklarının "rabb"idir. Velâkin
(fakat)
üzerlerinde maslahata (işe,
meseleye) menûtan
(bağlı olarak) mutasarrıf olan
(tasarruf eden)
hükümdarları hepsinin "rabb"idir. Binâenaleyh
(bundan dolayı) o
"rabb-i a'lâ" (yüce rab)
ve "rabbü'l-küll"
(tümünün, rabbi) olmuş olur.
Ve rubûbiyyet-i ilâhiyye
(mutlak, kayıtsız rububiyet) ise cemî'-i
zerrât-ı kâinâta (kainatın
bütün zerrelerini) şâmil
(kapladığından) ve
onların rubûbiyyet-i cüz'iyyelerini
(kısmi rububiyetlerini)
muhît olduğundan
(kuşattığından) Rabb-i mutlak
(mutlak rab (Allah) ),
ancak "Rabbü'l-âlemîn"dir.
(âlemlerin rabbidir)
Fir'avn'ın "Ene rabbükümü'l-a'lâ"
(ben sizin yüce rabbinizim)
kavlinin
(sözlerinin) bu hakîkate şümûlü
(kapsaması) hasebiyle
(dolayısıyla)
sâhirler (sihirbazlar),
bu sözde onun sıdkını
(doğru olduğunu)
müşâhede ettikleri
(gördükleri) vakit, Fir'avn'ın bu sözünü
inkâr etmediler ve onun mertebe-i tahakkümünü
(hükmetme mertebesini)
kabûl ve ikrâr ettiler de, dediler ki: "Evet, sen
ancak hayât-ı dûnyeviyyede
(dünya yaşamında) sâhib-i saltanat
(saltanat sahibi)
olduğun için hükm edersin. Binâenaleyh
(bundan dolayı) ne
hüküm edersen et, devlet sana mahsûstur"
(aittir) dediler.
İmdi (buna göre)
izâh olunan (açıklanan)
nokta-i nazara
(görüşe) göre Fir'avn'ın "Ben sizin rabb-i
a'lânızım" (yüce rabbinizim)
(Nâziât; 79/24) kavli
(sözü) bâtıl
(boş, beyhude) değil
idi, belki sahîh (doğru)
idi. Vâkıâ (gerçi)
Fir'avn, hakîkat cihetinden
(yönünden) Hakk’ın
"ayn"ıdır (hakikatidir);
fakat sûret-i müteayyine
(açığa çıkmış sureti) cihetinden
(yönünden) Hakk’ın
gayrıdır (başkasıdır).
Binâenaleyh
(bundan dolayı) Fir'avn'ın mazharında
(görüntü yerinde (suretinde) )
zâhir olan (açığa
çıkan, görünen) rubûbiyyet-i Hakk'a
(Hak’kın rububiyetine)
"rubûbiyyet-i mutlaka"
(mutlak rububiyet) demek câiz
(doğru) olmaz. Zîrâ
(çünkü)
rubûbiyyet-i Hak (Hakk’ın
rububiyeti) külldür
(bütündür, tümeldir)
ve asıldır ve zâtîdir
(zatıyle alakalıdır).Ve Fir'avn ve emsâlinin
(benzerlerinin)
sûretlerinden zâhir olan
(açığa çıkan) rubûbiyyet-i Hak
(Hakk’ın rububiyeti)
ise, o küllden (bütünden)
bir cüz'dür
(kısımdır) ve fer'dir
(şübedir) ve ârızîdir
(muvakkattır, gelip
geçicidir)./
Suâl: Fir'avn'ın "Ene rabbükümü'l-a'lâ"
(ben yüce rabbinizim)
(Nâziât, 79/24) kavlinde
(sözlerinde) min-vechin
(bir bakımdan) sâdık
(doğru, gerçek)
olduğu îzâh olundu.
(anlatıldı) Halbuki
يَا أَيُّهَا الْمَلَأُ مَا عَلِمْتُ لَكُم مِّنْ إِلَهٍ
غَيْرِي
وَقَالَ فِرْعَوْنُ
(Kasas, 28/38) âyet-i kerîmesine nazaran
(göre) Fir'avn'ın
da’vâ-yı rubûbiyyetten
(rububiyetlik iddiasından) maksadı, da'vâ-yı
ulûhiyyet (uluhiyet’lik
(Allah’lık) iddiası) olduğu anlaşılır.?
Cevap: Ma'lûm olsun
(bilinsin) ki, "ilâh" esmâ-i ecnâstandır.
(esma cinsindendir)
Hak (gerçek) olsun
bâtıl (gerçek dışı)
olsun her ma'bûda
(tanrıya) ıtlâk olunur
(denir).
Sonra ma'bûdûn-bi'l-hakka
(gerçek mabuda)
ıtlâkı (denmesi)
galebe etti (üstünlük
kazandı).Nitekim,
evvelâ her yıldıza "necm" ıtlâk olunurken,
(denirken) ba'dehû
(daha sonra) gâliben
(üstünlükle)
"Süreyyâ" yıldızına (ülker
yıldızına, (boğa burcunda bulunan en parlak yıldızına)
) ıtlâk olundu
(dendi). Fakat
"Allah" lafzı (sözü)
ancak ma'bûdûn-bi'l-hakka
(gerçek mabuda)
mahsûstur (aittir).
Ve "ilâh" kelimesinin muhtelif
(çeşitli) ma'nâları
vardır ki, âtîde (aşağıda)
ta'dâd olunur
(sayılır) :
1. Zâtında ukûl (akıllar)
ve efhâm
(idrakler) mütehayyir
(hayrete düşmüş)
olana "ilâh" derler.
2. Zikriyle (anılmasıyla)
kulûb (kalbler)
mutmain (huzurlu)
ve sâkin olan zâta kezâ
(aynı şekilde) "ilâh"
derler. Nitekim
الهت فلان
dedikleri vakit
سكنت اليه
ma'nâsını murâd ederler.
3. Kendisine i'timâd olunan
(güvenilen) kimseye "ilâh" derler. Bunlardan
daha başka ma'nâları da vardır. Bu kelime hakkında daha
ziyâde (fazla)
tafsîlât (geniş açıklama)
isteyenler, şârih-i Mesnevî
(mesnevi’yi şerh eden)
İsmâil Ankaravî (k.s.) hazretlerinin Fütûhât-ı
Aynîyye nâmındaki
(ismindeki) eserine mürâcaat etsinler.
İmdi (buna göre)
saltanat (hükümdarlığı)
ve ihtişâmı derece-i gâyede
(son derecede)
olan Fir'avn hakkında tebea-i cehelesi
(cahil halkı)
mütehayyir (hayrete düşmüş)
olduğundan onların "ilâh"ı olur. Ve makâm-ı
hükm (hükmetme makamı)
ve tasarrufta (idare
etme, yönetme makamında) olup tebeası
(halkı) onun
siyâsetiyle mutmainnü'l-kulûb
(kalpleri rahat) ve
sâkin olduklarından yine onların "ilâh"ı olur ve kezâ
(aynı şekilde)
emniyyet-i beldede (emniyetli
memlekette) onun idâresine i'timâd
olunduğudan (güvenildiğinden)
bu i'tibâr (husus)
ile de kendisine "ilâh" denir. Fakat bu
ulûhiyyetlerin (ilahlıkların)
cümlesi (hepsi)
bâlâda (yukarıda)
îzâh olunan
(anlatılan) rubûbiyyet-i arazıyye
(gelip geçici rablık)
kabîlindendir
(türündendir). Binâenaleyh
(bundan dolayı)
makâm-ı hükm ve tasarrufta
(yönetme ve hükmetme makamında) bulunan
Fir'avn'ın "Ey ahâlî, ben sizin için benden başka bir
ilah bilmiyorum" (Kasas, 28/38) demesi zikr olunan
(anlatılan) ma'nâlara
nazaran (göre) أَنَا
رَبُّكُمُ الْأَعْلَى
(Nâziât, 79/24) kavlinin
(sözlerin) nazîri
(benzeri) olmuş olur.
İmdi (buna göre)
Fir'avn tebeası (halkı)
üzerine müstevlî olan
(hükmü, yönetimi altına
alan) bu
rubûbiyyet-i ârıziyye-i cüz'iyyesi
(kısmi gelip geçici rububiyeti)
sebebiyle onların rubûbiyyet-i ârıziyye-i
cüz'iyyelerinin (kısmi gelip
geçici rububiyetlerinin) fevkinde
(üstünde)
bulunduğundan, bu rubûbiyyeti sâikasıyla
(sebebiyle)
sâhirlerin (sihirbazların)
ellerini ve ayaklarını / kesti ve onları
hurma ağaçlarına astı. Fakat Fir'avn bu rubûbiyyetini
Hakk’ın gayri (başkası)
olan kendi bâtıl
(gerçek olmayan) sûretinde Hakk’ın "ayn"ına
(hakikatine)
mülâbis (bürünmüş)
olduğu halde icrâ etti
(yerine getirdi).
Zîrâ (çünkü)
her bir sûret hakîkati cihetinden
(yönünden) Hakk’ın
"ayn"ıdır (hakikatidir).Ve
bu hakîkat kâh Hâk (gerçek)
ve kâh bâtıl
(gerçek olmayan)
sûretlere bürünerek zâhir olur
(açığa çıkar, görünür).
Fir'avn dahi bâtıl
(gerçek olmayan)
sûretine bürünerek zâhir olmuş
(görünmüş) idi. Ve bu
muhtelif (çeşitli)
libâslarda (elbiselerde)
zuhûr (görünme)
esmâ ve sıfât-ı muhtelife-i ilâhiyye
(çeşitli ilahi isimler ve
sıfatlarının) iktizââtıdır
(gereklerindendir).
Binâenaleyh
(bundan dolayı) ârif-i billâh olanların
(Allah’ı bilenlerin (Allah’ı
Allah’la bilenlerin) nazarlarında
(görüşlerinde),
sûret-i bâtılede
(gerçek olmayan suretlerde) olan zûhûrât
(görünmeler) ve
tecelliyât-ı ilâhiyye (ilahi
tecelliler, belirmeler) dahi kendi dâiresinde
(sınırları içersinde)
inkâr olunmaz. Fakat tavr-ı şerîat
(şeriat durumu) ile
mukâyese (karşılaştıracak)
olunursa red ve inkâr olunur. Zîrâ
(çünkü) tavr-ı
şerîatte (şeriat durumunda)
îmân ve ihsân
(iyilik, lütuf) makbûl ve küfür ve zulüm
merdûddur (reddolunmuştur)
. Fakat Hakk'a
nisbeten (göre)
her ikisi de hikmettir. Nitekim Hz. Şeyh-i Ekber'in
şeyhi Ebû Medyen Mağribî (r. anhümâ) buyururlar:
فانه من بعض ظهوراته
لا تنكر الباطل في طوره
Tercüme: "Bâtılı (gerçek
olmayanı) tavrında inkâr etme; zîrâ
(çünkü) o da
tecelliyât-ı ilâhiyyeden
(ilahi tecellilerden) bir cüz'dür
(kısımdır)."
Ve Hz. Mevlânâ (r.a.) buyururlar:
Mesnevî:
ني ازان روكه نزاع وخبث ماست
راضيم در كفر زانروكه قضاست
كر بما نسبت كني كفر آفتست
كفر هم نسبت بخالق حكمت است
Tercüme: “Kazâ-yı ilâhî
(Hakk’ın kazası) olması cihetinden
(yönünden) ben küfre
râzıyım; fakat bizim hubs
(kötülüğümüz) ve nizâ'ımız
(kavgamız) olması
cihetinden (yönünden)
râzi değilim. Küfür dahi Hâlık'a
(yaratana) nisbetle
(göre) hikmettir.
Eğer bize nisbet edersen
(bağıntılı kılarsan) küfür âfettir
(büyük felakettir).”
Devam Edecek |