Füsûs-ül Hikem

397. Bölüm

Asliye Tavşanlı
 

KELİME-İ MÛSEVİYYE’DE   MÜNDEMİC OLAN   "HİKMETTİR

[2.Şerh]

Suâl: Mûsâ (a.s.) muvâcehe-i Fir'avn'da (Firavun’un karşısında) ve mecma'-i nâsta (halkın toplandığı yerde) sâhirlerin (sihirbazların) sihr-i azîmlerini (büyük sihirlerini) elindeki asâ (sopa) ile ibtâl (bozdu) ve Fir'avn'ı ve huzzârı (hazır bulunanları) tedhîş etmiş (dehşete düşürmüş) olduğu halde, niçin kendisine îmân eden sâhirleri (sihirbazları), bu mu'cize-i dehşet-âveriyle (dehşet veren mucizesiyle) Fir'avn'a karşı müdâfaa etmedi?

Cevap: Zîrâ (çünkü) Mûsâ (a.s.) merâtib-i âliyye-i uhreviyyeye (ahiretin yüce mertebelerine) vusûl (ulaşmak) ancak mertebe-i şehâdeti (şehadet mertebesini) ihrâz etmekle / (elde etmekle) olacağını bilir idi. Binâenaleyh (bundan dolayı) sâhirlerin (sihirbazların) o devlet-i azîme-i uhreviyyeye (ahiretin büyük nimetlerine) nâil olmaları (ulaşması), ancak Fir'avn'ın onları zulmen (zulüm yaparak) katletmesi (öldürmesi) sebebiyle olacak idi. Bundan dahi müstebân (açıkça anlaşılmış) olur ki, küffârın (kâfirlerin) ve zalemenin (zalimlerin) vücûdu (varlığı) mû'minler için rahmettir. Zîrâ (çünkü) mû'minler onların zulmüyle maktûl olmalarından (ölmelerinden) dolayı derecât-i âliyye-i uhreviyyeye (ahirette yüce derecelere) nâil olurlar (ulaşırlar). Ve zaleme (zalimler) ve küffâr (kâfirler) dahi bu sebeble derekât-ı sâfile-i uhreviyyeye (ahiretin en alt katlarına) sukût ederler (düşerler).  Ve sahâbe-i kiramdan (Peygamberin ulu, şerefli, dostlarından) bir kısmının ve nûr-i dîde-i mû'minin (müminlerin göz nuru) olan Hüseyn hazretlerinin zulmen (zulüm yapılarak) katilleri (öldürülmeleri) dahi bu hikmete (sebebe) müsteniddir (dayanmaktadır).Zîrâ (çünkü) Hak Sübhânehü ve Teâlâ hazretleri, netâyici (sonuçları) birtakım sebeblere ta'lik buyurmuştur (bağlamıştır) ki, o sebebler âlem-i şehâdette (şehadet aleminde (dünyada) ) aslâ ta'tîl (duraksama, kesinti, ara) kabûl etmez. Çünkü âlem-i şehâdetteki (dünyadaki) sûretler, a'yân-ı sâbitenin (ilmi suretlerin) netâyicidir (sonuçlarıdır). Bu sûretlerin hiçbirisi sebebsiz husûl-pezîr olmaz (oluşmaz).  Meselâ ateşin bir hakîkati vardır. O hakîkâtin bu âlemde (dünyada) bir sûrete taalluku (ait olması),  delk (sürtme) ve temâsı veyâ herkesçe ma'lûm olan (bilinen) diğer bir sebeb iledir. Ve a'yân-ı sâbite (ilmi suretler) böyle vücûd-i izâfî (nisbi, göreceli varlık) âleminde esbâb (sebepler) tahtında (altında) ancak ilm-i ilâhîde (Allah’ın ilminde) sâbit (mevcut, belirlenmiş) olan hallerinin (oluşların) iktizâsı (gereği) dâiresinde (sınırları içersinde) zâhir olurlar (açığa çıkarlar). Meselâ ateşin hakîkati gördüğümüz kırmızı bir sûrette (şekilde) zâhir olunca (görününce) bi't tabi' (doğal olarak) yakar. Zîrâ (çünkü) o hakîkat-i ilmiyye (ilmi hakikat), bir kelime-i ilâhiyyedir (Hakk’ın bir kelimesidir). Çünkü Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretleri, Kur'ân-ı Kerîm'de    لاَ تَبْدِيلَ لِكَلِمَاتِ اللّهِ    (Yûnus, 10/64) kavliyle (sözleriyle) bu hakâyık-ı ilmiyyenin (ilmi hakikatlerin) aslâ tebeddül etmeyeceğini (değişmeyeceğini) bize bildirmiştir. Binâenaleyh (bundan dolayı) hakîkatleri saâdet (mutluluk) veyâ şekâvet (mutsuzluk) üzerine ilm-i ilâhîde (Allah’ın ilminde) sâbit (mevcut, belirlenmiş) olanlar, dünyâda ve âhirette her ne kisve-i taayyünde (suret elbisesinde) zâhir olurlarsa olsunlar (görünürlerse görünsünler) bu hakîkatlerinin âsâr (eserlerine) ve ahkâmına (hükümlerine (şartlarına) tâbi' olurlar (uyarlar). Enbiyânın (nebilerin (peygamberlerin) ) teblîğ (eriştirdikleri bildiriler) ve da'vetleri bu iki ferîkın (topluluğun) yekdiğerinden (birinin diğerinden) temeyyüzü (ayrılması) ve her birisi hakkında hüccet-i bâliğa-i ilâhiyye (kesin, apaçık ilahi delil) husûlü (meydana çıkması) içindir. Bu bahsin (konunun) tafsîli (geniş açıklaması) Fass-ı Üzeyrî'de (Üzeyri bölümünde) ve bi'l-münâsebe (sırası geldikçe) diğer fasslarda (bölümlerde) dahi geçmiş idi.

İşte bu kelimât-ı ilâhiyye (ilahi kelimeler) ise a'yân-ı mevcûdâttan (ayan olmuş, açığa çıkmış mevcutlardan) başka bir şey değildir. Binâenaleyh (bundan dolayı) onlara ilm-i ilâhide (Allah’ın ilminde) sübûtları (sabit oldukları) cihetinden (husûstan) "kıdem" nisbet olunur (denir). Ve mertebe-i kesîf-i şehâdette (yoğun, koyu mertebe olan dünyada) maddeye bürünerek zuhûrları (görünmeleri) ve izâfî (nisbi, göreli) birer vücûd (varlık) iktibâs etmeleri (edinmeleri) cihetinden (yönünden) dahi onlara "hudûs" nisbet olunur (denir). "Bir şeyin hem kadîm (önceden olması (eski) ) ve hem de hâdis (sonradan olması (yeni) ) olması nasıl olur? diyecek olursan / bunu îzâhan (açıklayarak) deriz ki:

Meselâ sen "Bugün bizim indimizde (yanımızda) bir adam veyâ bir misâfir hâdis (daha sonra) ve peydâ oldu" dersin, Halbuki senin indinde (yanında) hudûsünden (daha önce yokken şimdi olmasından) evvel, o adam veyâ misâfirin "vücûd"u olmamak lâzım gelmez. O zâten evvelden mevcûd idi. Ba'dehû (daha sonra) senin indinde (yanında) hâdis (sonradan) ve zâhir oldu (göründü). İşte bu hakîkate mebnî (dayalı) Hak Teâlâ, kendi Kelâm-ı azîzinde  (aziz kelimelerinde), kelâm-ı ilâhisinin (ilahi kelimelerinin) bu âlem-i şehâdete (dünyaya) vürûdu (gelmesi) hakkında Sûre-i Enbiyâ'da    مَا يَأْتِيهِم مِّن ذِكْرٍ مَّن رَّبِّهِم مُّحْدَثٍ إِلَّا اسْتَمَعُوهُ وَهُمْ    (Enbiyâ, 21/2) ya'nî "Onlara Rablerinden bir kelâm-ı muhdes (yeni bir söz) gelse, dinleyip hemen istihzâ ederler (eğlenirler, alay ederler). "Ve kezâ (aynı şekilde) Sûre-i Şuarâ'da    إِلَّا كَانُوا عَنْهُ مُعْرِضِينَ    (Şuarâ, 26/5) ya'nî "Onlara cenâb-ı Rahmân'dan (Hakk’tan) bir kelâm-ı muhdes (yeni söz) gelse, ondan hemen i'râz ederler" (yüz çevirirler) buyurdu. Halbuki Hak Teâlâ'nın kelâmı (kelimeleri) sıfat-ı ilâhiyyesi (ilahi sıfatları) olmak i'tibâriyle (bakımından) kadîmdir (eskidir (öncesi olmayan evveldir). Bu âlemde (dünyada) harf ve savt (ses) ile leb-i peygamberîden (peygamberin dudağından) zuhûru (açığa çıkması) ve hudûsü (sonra oluşu), bu hudûsden (ortaya çıkmazdan) mukaddem (önce) mevcûd olmamasını icâb etmez. (gerektirmez) Mesnevî:

 

               هركه گوبدحق نگفت او كافرست                      كرچه قرآن از لب پيغمبرست             

 

     Tercüme: "Vâkıâ (gerçi) Kur'ân Peygamber'in dudağından sâdır olmuştur (çıkmıştır).  Her kim Hak söylemedi derse o kimse kâfir olur."

Ve kezâ (aynı şekilde) bunun vücûd-i insânîde (insanın vücudunda) nazîri (benzeri) budur ki: İnsan bir mecliste (toplulukta) söyleyeceği sözü evvelâ kendi bâtınında (içinde) ve zihninde düşünür ve içinden söyler. Bu içinden konuşmanın hâriçte (dışta) vücûdu (varlığı) yoktur. Ba'dehû (daha sonra) o ma'nâyı harf ve savt (söz) libâsına (elbisesine) bürüyüp (sarıp sarmalayıp) muhâtablarına (karşısında bulunanlara) ızhâr (çıkartır) ve ismâ' eder (işittirir). Bu harf ve savt (söz) ile vâkı' olan (gerçekleşen) kelâm (kelimeler) bâtındaki (içteki) ve zihindeki kelâma (kelimelere) nisbetle (göre) hâdistir (sonradan olmuştur). Binâenaleyh (bundan dolayı) bu hudûsden (meydana çıkmazdan) mukaddem (önce) o kelâm (kelimeler) esâsen (aslında) insanın zâtında (kendinde) mevcûd idi; ba'dehû (daha sonra) lisânında hâdis (sonradan açığa çıktı) ve zâhir (aşikâr) oldu. İşte Kelâm-ı kadîm-i Hak (kadim olan Hakk’ın kelimeleri) dahi bu misâle (örneğe) mutâbıktır (uygundur).

Ve Rahmân'dan sâdır olan (çıkan) Kelâm-ı kadîm (ilahi kelimeler) mü'minlere rahmettir. Zîrâ (çünkü) Hak Teâlâ    وَرَحْمَةٌ لِّلْمُؤْمِنِينَ وَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْآنِ مَا هُوَ شِفَاء    (İsrâ, 17/82) buyurur. Ve rahmet ehl-i hidâyete (hidayet sahibine) ancak rahmet ile gelir; kendi zıddı olan azâb ile gelmez. Ancak ehl-i dalâlet (dalalet sahibi) için azâb te'sîrini (etkisini) ilkâ eder (bırakır). Nitekim âyet-i kerîmede    وَلاَ يَزِيدُ الظَّالِمِينَ إَلاَّ خَسَاراً    (İsrâ, 17/82) buyrulur. Çünkü ehl-i dalâlet (dalalet sahipleri) isti'dâdları iktizâsı (gereği) olarak rahmetten i'râz ederler (yüz çevirirler). Çünkü onlara te'sîr-i azâbı (azap etkisi) ilkâ eder (bırakır). Nitekim gül kokusu insanın meşâmmına (burnuna) ni'met ve râhat ve lezzettir. Fakat necâset (pislik) böceğine nıkmet (şiddetli ceza) ve eziyet ve merârettir (tatsızlıktır).  İmdi (buna göre) dâire-i rahmetten (rahmet dairesinden) yüz çeviren kimse onun zıddı olan azâb dâiresine (sınırları içersine) teveccüh etmiş (yönelmiş) olur ki, o dâire-i azâbda (azabın sınırları içersinde) rahmet bulunmaz. Zîrâ (çünkü) iki zıd ictimâ' etmez (bir arada bulunmaz).

Devam Edecek

 

 

 
 

İzmir - 04.11.2009
asliye@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com