KELİME-İ MÛSEVİYYE’DE MÜNDEMİC OLAN "HİKMETTİR
[2.Şerh]
Suâl:
Mûsâ (a.s.) muvâcehe-i Fir'avn'da
(Firavun’un karşısında)
ve mecma'-i nâsta (halkın
toplandığı yerde) sâhirlerin
(sihirbazların)
sihr-i azîmlerini (büyük
sihirlerini) elindeki asâ
(sopa) ile ibtâl
(bozdu) ve Fir'avn'ı
ve huzzârı (hazır
bulunanları) tedhîş etmiş
(dehşete düşürmüş)
olduğu halde, niçin kendisine îmân eden sâhirleri
(sihirbazları),
bu mu'cize-i dehşet-âveriyle
(dehşet veren mucizesiyle)
Fir'avn'a karşı müdâfaa etmedi?
Cevap: Zîrâ (çünkü)
Mûsâ (a.s.) merâtib-i âliyye-i uhreviyyeye
(ahiretin yüce mertebelerine)
vusûl (ulaşmak)
ancak mertebe-i şehâdeti
(şehadet mertebesini)
ihrâz etmekle / (elde
etmekle) olacağını bilir idi.
Binâenaleyh (bundan dolayı)
sâhirlerin
(sihirbazların) o devlet-i azîme-i
uhreviyyeye (ahiretin büyük
nimetlerine) nâil olmaları
(ulaşması),
ancak Fir'avn'ın onları zulmen
(zulüm yaparak)
katletmesi (öldürmesi)
sebebiyle olacak idi. Bundan dahi müstebân
(açıkça anlaşılmış)
olur ki, küffârın
(kâfirlerin) ve zalemenin
(zalimlerin) vücûdu
(varlığı)
mû'minler için rahmettir. Zîrâ
(çünkü) mû'minler
onların zulmüyle maktûl olmalarından
(ölmelerinden) dolayı
derecât-i âliyye-i uhreviyyeye
(ahirette yüce derecelere)
nâil olurlar
(ulaşırlar).
Ve zaleme (zalimler)
ve küffâr (kâfirler)
dahi bu sebeble derekât-ı sâfile-i
uhreviyyeye (ahiretin en alt
katlarına) sukût ederler
(düşerler).
Ve sahâbe-i kiramdan
(Peygamberin ulu, şerefli, dostlarından)
bir kısmının ve nûr-i dîde-i mû'minin
(müminlerin göz nuru)
olan Hüseyn hazretlerinin zulmen
(zulüm yapılarak)
katilleri (öldürülmeleri)
dahi bu hikmete
(sebebe) müsteniddir
(dayanmaktadır).Zîrâ
(çünkü) Hak
Sübhânehü ve Teâlâ hazretleri, netâyici
(sonuçları) birtakım
sebeblere ta'lik buyurmuştur
(bağlamıştır) ki, o sebebler âlem-i şehâdette
(şehadet aleminde (dünyada) )
aslâ ta'tîl
(duraksama, kesinti, ara) kabûl etmez. Çünkü
âlem-i şehâdetteki
(dünyadaki) sûretler, a'yân-ı sâbitenin
(ilmi suretlerin)
netâyicidir (sonuçlarıdır).
Bu sûretlerin hiçbirisi sebebsiz husûl-pezîr olmaz
(oluşmaz).
Meselâ ateşin bir
hakîkati vardır. O hakîkâtin bu âlemde
(dünyada) bir sûrete
taalluku (ait olması),
delk
(sürtme) ve temâsı
veyâ herkesçe ma'lûm olan
(bilinen) diğer bir sebeb iledir. Ve a'yân-ı
sâbite (ilmi suretler)
böyle vücûd-i izâfî (nisbi,
göreceli varlık) âleminde esbâb
(sebepler) tahtında
(altında) ancak
ilm-i ilâhîde (Allah’ın
ilminde) sâbit
(mevcut, belirlenmiş) olan hallerinin
(oluşların) iktizâsı
(gereği)
dâiresinde (sınırları
içersinde) zâhir olurlar
(açığa çıkarlar).
Meselâ ateşin hakîkati gördüğümüz kırmızı bir
sûrette (şekilde)
zâhir olunca (görününce)
bi't tabi' (doğal
olarak) yakar. Zîrâ
(çünkü) o hakîkat-i
ilmiyye (ilmi hakikat), bir
kelime-i ilâhiyyedir (Hakk’ın
bir kelimesidir).
Çünkü Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretleri,
Kur'ân-ı Kerîm'de
لاَ تَبْدِيلَ لِكَلِمَاتِ اللّهِ
(Yûnus, 10/64) kavliyle
(sözleriyle) bu hakâyık-ı ilmiyyenin
(ilmi hakikatlerin)
aslâ tebeddül etmeyeceğini
(değişmeyeceğini) bize bildirmiştir.
Binâenaleyh (bundan dolayı)
hakîkatleri saâdet
(mutluluk) veyâ
şekâvet (mutsuzluk)
üzerine ilm-i ilâhîde
(Allah’ın ilminde) sâbit
(mevcut, belirlenmiş)
olanlar, dünyâda ve âhirette her ne kisve-i
taayyünde (suret elbisesinde)
zâhir olurlarsa olsunlar
(görünürlerse görünsünler)
bu hakîkatlerinin âsâr
(eserlerine) ve
ahkâmına (hükümlerine
(şartlarına) tâbi' olurlar
(uyarlar).
Enbiyânın
(nebilerin (peygamberlerin) ) teblîğ
(eriştirdikleri bildiriler)
ve da'vetleri bu iki ferîkın
(topluluğun)
yekdiğerinden (birinin
diğerinden) temeyyüzü
(ayrılması) ve her
birisi hakkında hüccet-i bâliğa-i ilâhiyye
(kesin, apaçık ilahi delil) husûlü
(meydana çıkması) içindir. Bu bahsin
(konunun) tafsîli
(geniş açıklaması)
Fass-ı Üzeyrî'de (Üzeyri
bölümünde) ve bi'l-münâsebe
(sırası geldikçe)
diğer fasslarda (bölümlerde)
dahi geçmiş idi.
İşte bu kelimât-ı ilâhiyye
(ilahi kelimeler) ise a'yân-ı mevcûdâttan
(ayan olmuş, açığa çıkmış
mevcutlardan) başka bir şey değildir.
Binâenaleyh (bundan dolayı)
onlara ilm-i ilâhide
(Allah’ın ilminde)
sübûtları (sabit oldukları)
cihetinden
(husûstan) "kıdem" nisbet olunur
(denir).
Ve mertebe-i kesîf-i şehâdette
(yoğun, koyu mertebe olan
dünyada) maddeye bürünerek zuhûrları
(görünmeleri) ve
izâfî (nisbi, göreli)
birer vücûd (varlık)
iktibâs etmeleri
(edinmeleri)
cihetinden (yönünden)
dahi onlara "hudûs" nisbet olunur
(denir).
"Bir şeyin hem kadîm
(önceden olması (eski) )
ve hem de hâdis (sonradan
olması (yeni) ) olması nasıl olur? diyecek
olursan / bunu îzâhan
(açıklayarak) deriz ki:
Meselâ sen "Bugün bizim indimizde
(yanımızda) bir adam
veyâ bir misâfir hâdis (daha
sonra) ve
peydâ oldu" dersin, Halbuki senin indinde
(yanında) hudûsünden
(daha önce yokken şimdi
olmasından) evvel, o adam veyâ misâfirin
"vücûd"u olmamak
lâzım gelmez. O zâten evvelden mevcûd idi. Ba'dehû
(daha sonra) senin
indinde (yanında)
hâdis (sonradan)
ve zâhir oldu
(göründü).
İşte bu hakîkate mebnî
(dayalı) Hak Teâlâ, kendi Kelâm-ı azîzinde (aziz
kelimelerinde),
kelâm-ı ilâhisinin
(ilahi kelimelerinin)
bu âlem-i şehâdete
(dünyaya) vürûdu
(gelmesi) hakkında Sûre-i Enbiyâ'da
مَا يَأْتِيهِم مِّن ذِكْرٍ مَّن رَّبِّهِم مُّحْدَثٍ
إِلَّا اسْتَمَعُوهُ وَهُمْ
(Enbiyâ, 21/2) ya'nî "Onlara Rablerinden bir kelâm-ı
muhdes (yeni bir söz)
gelse, dinleyip hemen istihzâ ederler
(eğlenirler, alay ederler).
"Ve kezâ (aynı
şekilde) Sûre-i Şuarâ'da
إِلَّا كَانُوا عَنْهُ مُعْرِضِينَ
(Şuarâ, 26/5) ya'nî "Onlara cenâb-ı Rahmân'dan
(Hakk’tan)
bir kelâm-ı muhdes
(yeni söz) gelse,
ondan hemen i'râz ederler"
(yüz çevirirler) buyurdu. Halbuki Hak
Teâlâ'nın kelâmı (kelimeleri)
sıfat-ı ilâhiyyesi
(ilahi sıfatları)
olmak i'tibâriyle
(bakımından) kadîmdir
(eskidir (öncesi olmayan
evveldir).
Bu âlemde (dünyada)
harf ve savt (ses)
ile leb-i peygamberîden
(peygamberin dudağından)
zuhûru (açığa çıkması)
ve hudûsü (sonra
oluşu), bu hudûsden (ortaya
çıkmazdan)
mukaddem (önce)
mevcûd olmamasını icâb etmez.
(gerektirmez)
Mesnevî:
هركه گوبدحق نگفت او كافرست
كرچه قرآن از لب پيغمبرست
Tercüme: "Vâkıâ (gerçi)
Kur'ân Peygamber'in dudağından sâdır olmuştur
(çıkmıştır).
Her kim Hak
söylemedi derse o kimse kâfir olur."
Ve kezâ (aynı şekilde)
bunun vücûd-i insânîde
(insanın vücudunda) nazîri
(benzeri) budur ki:
İnsan bir mecliste
(toplulukta) söyleyeceği sözü evvelâ kendi
bâtınında (içinde)
ve zihninde düşünür ve içinden söyler. Bu içinden
konuşmanın hâriçte (dışta)
vücûdu (varlığı)
yoktur. Ba'dehû
(daha sonra) o ma'nâyı harf ve savt
(söz) libâsına
(elbisesine) bürüyüp
(sarıp sarmalayıp)
muhâtablarına (karşısında
bulunanlara) ızhâr
(çıkartır) ve ismâ'
eder (işittirir).
Bu harf ve savt
(söz) ile vâkı' olan
(gerçekleşen) kelâm
(kelimeler)
bâtındaki (içteki)
ve zihindeki kelâma
(kelimelere) nisbetle
(göre) hâdistir
(sonradan olmuştur).
Binâenaleyh
(bundan dolayı) bu hudûsden
(meydana çıkmazdan)
mukaddem (önce) o
kelâm (kelimeler)
esâsen (aslında)
insanın zâtında (kendinde)
mevcûd idi; ba'dehû
(daha sonra)
lisânında hâdis (sonradan
açığa çıktı) ve zâhir
(aşikâr) oldu.
İşte Kelâm-ı kadîm-i Hak
(kadim olan Hakk’ın kelimeleri)
dahi bu misâle
(örneğe) mutâbıktır
(uygundur).
Ve
Rahmân'dan sâdır olan (çıkan)
Kelâm-ı kadîm
(ilahi kelimeler) mü'minlere rahmettir. Zîrâ
(çünkü) Hak
Teâlâ
وَرَحْمَةٌ لِّلْمُؤْمِنِينَ
وَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْآنِ مَا هُوَ شِفَاء
(İsrâ, 17/82) buyurur. Ve rahmet ehl-i hidâyete
(hidayet sahibine)
ancak rahmet ile gelir; kendi zıddı olan azâb ile
gelmez. Ancak ehl-i dalâlet
(dalalet sahibi) için azâb te'sîrini
(etkisini) ilkâ eder
(bırakır).
Nitekim âyet-i kerîmede
وَلاَ يَزِيدُ الظَّالِمِينَ إَلاَّ خَسَاراً
(İsrâ, 17/82) buyrulur. Çünkü ehl-i dalâlet
(dalalet sahipleri)
isti'dâdları iktizâsı
(gereği) olarak rahmetten i'râz ederler
(yüz çevirirler).
Çünkü onlara te'sîr-i azâbı
(azap etkisi) ilkâ
eder (bırakır).
Nitekim gül kokusu insanın meşâmmına
(burnuna) ni'met ve
râhat ve lezzettir. Fakat necâset
(pislik) böceğine
nıkmet (şiddetli ceza)
ve eziyet ve merârettir
(tatsızlıktır). İmdi
(buna göre)
dâire-i rahmetten (rahmet
dairesinden) yüz çeviren kimse onun zıddı
olan azâb dâiresine
(sınırları içersine) teveccüh etmiş
(yönelmiş) olur ki, o
dâire-i azâbda (azabın
sınırları içersinde) rahmet bulunmaz. Zîrâ
(çünkü) iki zıd
ictimâ' etmez (bir arada bulunmaz).
Devam Edecek |