KELİME-İ MÛSEVİYYE’DE MÜNDEMİC OLAN "HİKMETTİR
[2.Şerh]
Ve onun
اللَّهِ الَّتِي قَدْ خَلَتْ فِي عِبَادِهِ
فَلَمْ يَكُ يَنفَعُهُمْ إِيمَانُهُمْ لَمَّا رَأَوْا
بَأْسَنَا سُنَّتَ
(Mü'min, 40/85)
إِلاَّ قَوْمَ يُونُسَ لَمَّاآمَنُواْ كَشَفْنَا عَنْهُمْ
عَذَابَ الخِزْيِ فِي الْحَيَاةَ
(Yûnus, 10/98) / ya'nî "Bizim be'simizi gördükleri
vakitte onların îmânları kendilerine menfaat vermez.
İbâdı hakkında câri olan âdet-i ilâhiyyedir" "Kavm-i
Yûnus müstesnâdır ki, onlar imân ettikleri vakit, biz
hayât-ı dünyâda onlardan azâb-ı hızyi keşfettik" kavline
gelince, istisnâda
إِلاَّ قَوْمَ يُونُسَ
kavliyle bu, âhirette onlara nef’ vermeyeceğine delâlet
etmez. Bununla dünyâda onlardan muâheze ref’
olunmayacağını murâd etti. İşte bunun için, kendisinden
îmânın vücûduyla berâber Fir'avn ahz olundu. Eğer onun
emri, o isâat içinde intikâle müteyakkın olan kimsenin
emri olursa, budur. Ve karîne-i hâl, intikâlden yakîn
üzere olmadığını i'ta eder. Zîrâ o, Mûsâ'nın denize
asâsıyla vurmasından zâhir olan kuru yolda mü'minlerin
yürüdüklerini muaâyene etti. Binâenaleyh Fir'avn helâke
müteyakkın oldu. Zîrâ muhtezırın hilâfına olarak, hattâ
ona lâhık olmayacağına bile emîn oldu. Böyle olunca
helâke teyakkun üzerine değil, necâta teyakkun üzerine,
Benî İsrâîl'in îmân ettiğine îmân etti. İmdi teyakkunu
gibi vâkı' oldu; fakat irâde ettiği sûretin gayri üzere.
Binâenaleyh, Allah Teâlâ ona kendi nefsinden azaâb-ı
âhiretten necât verdi. Bedenine de necât verdi. Nitekim
Hak Teâlâ
خَلْفَكَ آيَةً
فَالْيَوْمَ نُنَجِّيكَ بِبَدَنِكَ لِتَكُونَ لِمَنْ
(Yûnus, 10/92) ya'nî "Senin halefin olan kimselere
alâmet olmak için bugünde bedenine necât veririz"
buyurdu. Eğer o sûretiyle gâib olsa idi kavmi, "İhticâb
etti" derler idi. Böyle olunca o olduğu bilinmek için,
sûret-i ma'hûdesiyle ölü olarak zâhir oldu. Necât hissen
ve ma'nen ona âmm oldu. Azâb-ı uhrevî kelimesi üzerine
vâcib olan kümseler, velevki onlara her bir âyet gelse,
azâb-ı elîmi görmedikçe, ya'nî azâb-ı uhrevîyi
tadmadıkça îmân etmez. Şu halde Fir'avn bu sınıftan
çıktı. İşte bu öyle bir zâhirdir ki Kur'ân onunla vârid
oldu (30-31).
Cenâb-ı Şeyh (r.a.) yukarıda
وكان قرة عين لفرعون بالايمان الذي أعطاه الله عند الغرق
فقبضه طاهراً و مطهراً
buyurmuşlar ve Fir'avn'ın îmânı makbûl
(geçerli) olup
olmadığı hakkındaki îzâhât
(açıklamalar) dahi bu bahsin
(konunun) şerhinde
(açıklamasında)
geçmiş idi. Bu beyânâta
(bildirilere) nazaran
(göre) Hz. Mûsâ'ya
muhâlefet (karşı çıkan)
ve Rabbü'l-âlemîne
(alemlerin rabbine)
îmân eden sâhirlere
(sihirbazlara) ihânet eden Fir'avn'ın
rahmetten i'râz (yüz çeviren)
ve azâba istikbâl eden
(yönelen)
zümreye
(topluluğa) / dâhil olmaması îcâb eder
(gerekir).
Hz. Şeyh (r.a.) bu
ma'nâyı te'yîden
(doğrulayarak) ve bir suâl-i mukaddere
(soru sorana) cevâben
(cevap olarak)
buyururlar ki:
Hak Teâlâ hazretlerinin
فَلَمْ يَكُ يَنفَعُهُمْ إِيمَانُهُمْ لَمَّا رَأَوْا
بَأْسَنَا سُنَّتاللَّهِ الَّتِي قَدْ خَلَتْ فِي
عِبَادِهَِ
(MÜ'min, 40/85) kavline
(sözlerine) gelince: Bu âyet-i kerîme be's-i
ilâhîyi (ilahi azabı)
görüp de îmân etmeyenin âhirette menfaati
olmayacağına delîl (kanıt)
olamaz. Hak Sübhânehû ve Teâlâ bu kelâm
(kelimeler) ile
îmân-ı be's sâhibleri (ahiret
azabını görüp ölmezden önce hemen iman edenler)
hakkında dünyâda muâheze
(azarlanmanın) ve ukûbetin
(azabın) onlardan
ref’ olunmayacağını
(kaldırılmayacağını) murâd eder. Zîrâ
(çünkü) إِلاَّ
قَوْمَ يُونُسَ
(Yûnus, 10/98) îmân-ı be's sâhiblerinden
(ahiret azabını gördükten sonra
iman edenlerden) ancak kavm-i Yûnus'un
(Yunus a.s.’ın kavmi)
hayât-ı dünyâda (dünya
hayatında) azâbı ref’ olunduğu
(kaldırıldığı) beyan
buyrulur (bildirilir).
İmdi (buna göre)
kavm-i Yûnus'un (Yunus
a.s.’ın kavminden) gayri
(başkası) olan îmân-ı
be's sâhiblerinden (ahiret
azabını gördükten sonra iman edenlerden)
azâb-ı dünyâ (dünya azabı)
ref’ olunmamakla,
(kaldırılmamakla) azâb-ı âhiretin
(ahiret azabının)
dahi ref’ edilmeyeceği (kaldırılmayacağı) anlaşılmaz. İşte bu hikmete mebnî
(dayalı),
Fir'avn îmân etmekle berâber azâb-ı dünya
(dünya azabı) olan
garktan (boğulmaktan)
kurtulamadı. Eğer Fir'âvn'ın emri
(işi) o sâat içinde
intikâle (öleceğini)
müteyakkın (kesin bilmiş)
olan,
ve îmân-ı be's sâhibi bulunan
(azabı gördükten sonra iman
eden) kimselerin emri
(işi, hususu) olursa,
verilen îzâhâta
(açıklamalara) temâs eder. Halbuki karîne-i
hâl (ipucları)
intikâlden (öleceğinden)
yakîn üzere (tam
emin) olmadığını, ya'ni artık bu varta-i
hevl-nâkden (korkunç
uçurumdan) halâsa
(kurtulmaya) imkân kalmadığına hükm
etmediğini i'tâ eder (verir).
Çünkü' Fir'avn, Hz. Mûsâ'nın denize asâsıyla
(sopasıyla)
vurmasından zâhir olan
(açılan) kuru yolda mü'minlerin yürüdüklerini
gözleriyle gördü. Binâenaleyh
(bundan dolayı) o
helâke (öleceğini)
müteyakkın (kesin bilen),
ya'nî devâm-ı hayâtından
(dünya yaşamından)
nâ-ümîd (ümitsiz)
olmadı. Çünkü onun hâli, hâl-i ihtizârda
(can çekişme halinde)
bulunan kimsenin hâli değildi. Ve muhtezırın
(can çekişenlerin)
hilâfına (zıddına)
olarak havâss-i hamsesi
(beş duyusu) kâmilen
(tam olarak) âlem-i
zâhirin (dış alemin)
hükmü altında idi. Ve hattâ îmân ettiği cihetle
(için) kendisi de
mü'minler gibi bahr (deniz)
içindeki kuru yolda yürüyebileceğine
hükmederek (karar vererek),
hâl-i ihtizârda
(ölüme yakın, can çekişme halinde)
bulunanlara lâhık olmayacağına
(katılmayacağına)
bile emin oldu. Şu halde helâke
(ölümü) teyakkun
üzerine (kesin bilerek)
değil, bilakis necâta
(kurtulacağını)
teyakkun (tam emin olması)
üzerine, Benî îsrâîl'in
(israil oğullarının)
îmân ettiği Rabbü'l-âlemine
(âlemlerin rabbine) îmân etti. Ve teyakkun
ettiği (tam bildiği)
gibi de vâkı' (olmuş)
oldu; oldu ammâ irâde ettiği
(istediği) sûretin
(şeklin) gayri
(başka) üzere
(biçimde) vâkı' oldu
(gerçekleşti).
Ya'nî îmânının kabûliyle Hak Teâlâ onun nefsi, ya'nî
zâtı ve rûhu hakkında azâb-ı ebedî-i âhiretten
(ahirette ebedi azaptan)
necât verdi (kurtardı)
ve bedenine ve cesedine de necât
(kurtuluş, selamet)
verdi.
Nitekim, Hak Teâlâ Kur'ân-ı Kerîm'de
خَلْفَكَ آيَةً
فَالْيَوْمَ نُنَجِّيكَ بِبَدَنِكَ لِتَكُونَ لِمَنْ
(Yûnus, 10/92) ya'nî "Senin arkanda kalacak olanlara bir
alâmet (işaret, nişan)
olmak üzere / o günde bedenine necât
(kurtuluş, selamet)
veririz" buyurdu. Fir'avn îmân etmekle, Hak Teâlâ'nın
ruhûna âhirette ve bedenine de dünyâda necât
(kurtuluş, selamet)
vermesini murâd etti. Hak Teâlâ ise onun murâdının gayri
(başkası) olan bir
tarzda (şekilde)
ona necât (kurtuluş)
verdi. Zîrâ (çünkü)
onun hakkında hayırlısı bu tarz
(biçimde) idi. Çünkü
senelerden beri hükûmet-i mutlaka
(kayıtsız bir hükümdarın hükmü
altında bulunan bir hükümeti) icrâsına
(yürütmeye (idare etmeye) )
alışmış olan Fir'avn'ın rûhen
(ruh olarak) ve
bedenen (beden olarak)
necâtı (kurtuluş bulması)
hâlinde, haklarında
لَعَادُواْ لِمَا نُهُواْ عَنْهُ
(En'âm, 6/28) ya'nî “Eğer onlar hâl-i evvellerine
(ilk hallerine) red
ve iâde (geri çevrilerek
gönderilecek) olunsalar nehy
(yasaklanmış)
olundukları şeye avdet ederlerdi
(geri dönerlerdi)”
buyrulan zümreye
(topluluğa) lâhık
(katılmış) olması ihtimâli var idi.
Binâenaleyh (bundan dolayı)
îmânını müteâkıb
(hemen arkasından) gark
(suda boğulmak)
sûretiyle kabzı (ruhunun
teslim alınması),
onun hakkında tecellî eden
(beliren) rahmet-i
ilâhiyyedendir (Allah’ın
rahmetindendir).
Gerçi bedeninin denizden necâtından
(kurtulmasından)
Fir'avn'ın zâtına (kendisine)
bir fâide
(faydası) yoksa da, bu necât
(kurtuluş) arkasında
kalanları şirk ve dalâletten
(sapınçlıktan) kurtarmak için, onlara bir
burhân-ı celî (aşikar, açık
delil) olduğundan, bu da rahmet-i ilâhiyyeden
(ilahi rahmetten)
idi. Zîrâ (çünkü)
Fir'avn'ın beden-i mağrûku
(suda boğulmuş bedeni) dalgalar ile sâhile
atılmayıp gâib (kayıp)
olsa idi, kavmi "Fir'avn boğulmadı, belki nazar-ı
halktan (insanların
bakışlarından) ihticâb edip
(gizlenip) semâya
(göğe) urûc etti
(yükseldi)."
derlerdi. Nitekim Nasrânilerin
(Hıristiyanların) Hz.
İsâ (a.s.) hakkındaki kavilleri
(söyledikleri)
meydandadır.
Devam Edecek |