Füsûs-ül Hikem

400. Bölüm

Asliye Tavşanlı
 

KELİME-İ MÛSEVİYYE’DE   MÜNDEMİC OLAN   "HİKMETTİR

[2.Şerh]

İşte enbiyâ-i izâm (büyük, ulu nebiler (peygamberler) ve evliyâ-i kirâm (soylu, ulu veliler) hazarâtı (hazretleri) bu hicâba (perdeye) muttali' (bildikleri, haberli) oldukları için ilmi, Allâmü'l-guyûb olan (gizlileri bilen) Hakk'a ircâ' ederler (döndürürler). /  Binâenaleyh (bundan dolayı) Hz. Şeyh'in bu    الامر فيه الى الله    kavlini (sözlerini) tereddüde haml etmek (yüklemek) doğru değildir. Çünkü zâhir-i Kur'ân'a (Kuran’ın dış manasına) göre bu husûsta tereddüde mahal (yer) yoktur. Ve Hz. Şeyh'in Fütûhât-ı Mekkiyye'de Fir'avn hakkındaki beyânât-ı aliyyesi (yüce bildirileri) Fusûsu’l-Hikem'deki beyânâtına (bildirilerine) muvâfıktır (uygundur). Nitekim Futûhât'ın 198.inci bâbında (konusunda) şöyle buyururlar:

ان الله صدق فرعون في ايمانه بقول ،الآن وَقَدْ عَصَيْتَ قَبْلُ و  دل على اخلاصه في ايمانه ولو لم يكن مخلصا لقال تعالى فيه كما قال في الأعراب قَالَتِ الآعْرابُ آمَنًا قُلْ لَمْ تُؤْمِنُوا وَلَكِنْ قُو لُوا اَسْلَمْنا وَلمًا يَدْخُلِ الإيماَنُ فِي قُلُوبِِكُم فقد شهد الله لفرعون بالايمان ولايشهه الله لاحد بالصدق في توحيده الا ويجازيه به و بعد ايمانه فما عصى . فقبضه الله طاهراً والكافر اذا اسلم وجب عليه ان يغتسل فكان غرقه غسلا  له و تطهراً حيث اخذه نكال الآخرة والاولى و جعل ذلك عبرة لمن يخشى وما اشبه ايمانه ايمان من غرغر فان المغرغر موقن بانه مفارق قاطع بذلك وهذا الغرق هنا لم يكن كذلك لانه رأى البحر يبساً في حق المؤمنين فعلم  ان ذلك كان لايمانهم فما ايقن بالموت بل غلب على  ظنه الحيوة فليس هو ممن حضر  الموت فقال  تُبْتُ الآنَ ولا هو من الذين يموتون وهه كفار فامره الى الله تعالى

Ya'nî "Muhakkak Allah Teâlâ Fir'âvn'ın îmânını tasdîk edip (doğrulayıp)    آلآنَ وَقَدْ عَصَيْتَ قَبْلُ    (Yûnus, 10/91) ya'nî "Şimdi mi aklın başına geldi? Halbuki evvelce isyân etmiş idin." buyurdu. Bu onun imânında ihlâsına (samimiliğine) delâlet (işaret) eder. Ve eğer muhlis (gönülden, samimi) olmasa idi Allah Teâlâ onun hakkında, A'râb (çöl Arapları) hakkında dediği gibi der idi.    قَالَتِ الْأَعْرَابُ آمَنَّا قُل لَّمْ تُؤْمِنُوا وَلَكِنقُولُوا أَسْلَمْنَا وَلَمَّا يَدْخُلِ الْإِيمَانُ فِي قُلُوبِكُمْ    (Hucurât 49/14) ya'nî "A'râb (çöl Arapları) biz îmân ettik dediler. Onlara de ki, siz îmân etmediniz velâkin (fakat) münkâd oldunuz (boyun eğdiniz)." İmdi (buna göre) Allah Teâlâ Fir'avn'ın îmânına şehâdet buyurdu (şahitlik yaptı). Halbuki Allah Teâlâ hiçbir kimse tevhîdinde sıdkına (doğruluğuna) şehâdet (şahitlik) etmedi. Ve Fir'avn, imânından sonra isyân etmedi. Binâenaleyh (bundan dolayı) Allah Teâlâ, onu tâhir (temiz) olarak kabz etti (ruhunu teslim aldı). Ve kâfir müslüman olduğu vakit onun üzerine gusül etmek vâcib (zorunlu) olur. İmdi (buna göre) onun garkı (suya batması) kendisi için gusül oldu ve mutahhar (temizlenmiş) olarak kabz etti (ruhunu teslim aldı).  Ba'de'l-îmân (imandan sonra) ma'sıyet (günah) icrâsına da (işlemeye de) vakit kalmadı. Ve bunu korkan kimseler için ibret kıldı. Ve onun îmânı mugargır (boğulmak üzere olan), ya'nî canı hulküma (boğazına) gelen kimsenin îmânına benzemedi. Zîrâ (çünkü) mugargır (boğulmak üzere olan) mufârık / olduğunu (ayrıldığını, gittiğini) yakînen (kesin olarak) bilir. Ve bu gark (boğulma) ise burada bunun gibi değildir. Zîrâ (çünkü) o mü'minler hakkında denizi kuru gördü ve bunu onların îmân etmelerinden nâşi (dolayı) bildi. Binâenaleyh (bundan dolayı) mevti (öleceğini) müteyakkın olmadı (tam, kesin bilemedi). Belki ona zann-ı hayât (hayatta kalma düşüncesi) gâlib (üstün) oldu. Böyle olunca o, mevti (ölüme) hâzır olan kimse cinsinden olmadı. Ve o küffar (kafirler) olarak ölen kimselerden de olmadı. Binâenaleyh (bundan dolayı) onun emri (işi) Allah Teâlâ'ya râci'dir (dönüktür, aittir)."

Velâkin (fakat) Fir'avn'ın âline (yakınlarına) ve havâssına (yanında bulunan saygın kişilere) gelince, onların hükmü başkadır. Ve bu bahis (konu) onun mahall-i tafsîli (açıklama yeri) değildir. Çünkü âyet-i kerîmede    وَحَاقَ بِآلِ فِرْعَوْنَ سُوءُ الْعَذَابِالنَّارُيُعْرَضُونَ عَلَيْهَا غُدُوّاً وَعَشِيّاً وَيَوْمَ تَقُومُ السَّاعَةُ أَدْخِلُواآلَ فِرْعَوْنَ أَشَدَّ الْعَذَابِ    (Mü'min, 40/45-46) âyât-ı kur'âniyyesi (Kuran ayetleri) Fir'avn'ın âl'i (yakınları) ve havâssı (yanında bulunan saygın kişiler) hakkındadır. Sebebi budur ki, onlar evvelen (ilk önce) Fir'avn gibi Rabbü'l-âlemine (alemlerin rabbına) imân etmediler, belki Fir'avn'ın rubûbiyyetini (rablığını) tasdîk ettiler (onayladılar). Sâniyen (ikinci olarak)    عُمًالكم اعمالكم    ya'nî "Başınızdaki âmilleriniz (valileriniz) ve hükümdarlarınız, kendi amellerinizdir" hadîs-i şerîfi mûcibince (gereğince) Fir'avn'ın da'vâ-yı bâtılına (gerçek dışı iddiasına) tahammüle (katlanmaya) ve ona inkıyâda (boyun eğmeye) müsâid bir isti'dâdda idiler. Eğer böyle olmasa idi, Fir'avn bu kadar bî-gûnâh (günahsız) etfâl-i Benî İsrâîl'i (İsrailoğullarının çocuklarını) katl (öldürme) gibi mezâlimin (haksızlıkların) icrâsına (yapılmasına) cür'et (cesaret) edemezdi. Eğer i'tirâzen (itiraz ederek) Hak Teâlâ'nın    وَلَقَدْأَرْسَلْنَا مُوسَى بِآيَاتِنَا وَسُلْطَانٍ مُّبِينٍإِلَى فِرْعَوْنَوَمَلَئِهِ فَاتَّبَعُواْ أَمْرَ فِرْعَوْنَ وَمَا أَمْرُ فِرْعَوْنَ بِرَشِيديَقْدُمُ قَوْمَهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ فَأَوْرَدَهُمُ النَّارَ وَبِئْسَ الْوِرْدُالْمَوْرُودُ    (Hûd, 11/96-99)    وَأَتْبَعْنَاهُمْ فِي هَذِهِ الدُّنْيَا لَعْنَةًوَيَوْمَ الْقِيَامَةِ هُم مِّنَ الْمَقْبُوحِين    (Kasas, 28/42) kavli (sözleri) gösterilirse, deriz ki: Bu âyât-ı kerîmelerde (Kuran ayetlerinde) olan vaîd (cezalandırmaya dair Hakk’ın verdiği söz) ve ta'zîb (azaba sokma), îmanları sahîh (gerçek, doğru) olan feseka-i mü’minîne (günah işlemiş müminleri) dahi şâmil olduğundan (kapsadığından) îmân-ı Fir'avn'ın (firavun’un imanının) adem-i sıhhatine (sıhhatli olmadığına) delîl (kanıt) olamazlar. /

Devam Edecek

 

 

 
 

İzmir - 24.11.2009
asliye@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com