KELİME-İ MÛSEVİYYE’DE MÜNDEMİC OLAN "HİKMETTİR
[2.Şerh]
Ondan sonra şunu muhakkak bil ki, Allah Teâlâ muhtezır
olanlardan her bir kimseyi ancak mü'min olarak, ya’nî
ihbârât-ı ilâhiyye kendisiyle gelen şeyi tasdîk edici
olarak kabz eder. Ve işte bunun için mevt-i füc'e ve
katl-i gaflet mekrûh kılınır. Mevt-i füc'eye gelince,
onun haddi nefes-i dâhilin çıkması ve nefes-i hâricin
girmemesidir. İşte mevt-i füc'e budur. Ve bu, muhtezırın
gayridir. Ve katl-i gaflet de böyledir. Onun şuûru
olmadığı halde arkasından boynu vurulur. İmdi îmândan
veya küfürden bulunduğu hâl üzere kabz olunur. Ve işte
bunun için Aleyhi's-selâm "Kişi bulunduğu hâl üzere kabz
olunduğu gibi öldüğü hâl üzere mahşûr olur" buyurur.
Muhtezır ise ancak şuhûd sâhibi olur. Binâenaleyh o,
vâkı' olan şey sebebiyle îmân sâhibidir. İmdi mevcûd
olduğu hâl üzere kabz olunur. Zîrâ
كان
harf-i vücûdîdir; ona ancak karâin-i ahvâl ile zaman
müncer olur. Böyle olunca mevtte muhtezır olan kâfir
beyni ve gafleten maktûl olan ve füc'eten meyyit olan
kâfir beyni tefrîk olunur. Nitekim hadd-i füc'ede beyân
ettik (33).
Bu verilen îzâhâttan
(açıklamalardan) sonra şunu da muhakkak bil
ki: Allah Teâlâ hâl-i ihtizârda
(can çekişir durumda)
bulunan her kimseyi ancak mü'min olarak, ya'nî
ihbârât (bildiriler)
ile kendisine gelen şeyi, ya'nî kitâbullâh'ı
(Allah kitabını)
tasdîk edici (onaylayıcı)
olarak kabz eder
(ruhunu teslim alır).
Zîrâ
(çünkü) hâl-i ihtizâr
(can çekişme hali),
hâl-i dünyâ
(dünya hali) ile
hâl-i ahiretin (ahiret
halinin) fasl-ı müşterekidir
(ara kesitidir).
Çok defa müşâhede olunur
(görülür) ki muhtezır
(ölmek üzere olan kişi),
müşâhedât-ı berzahıyyesinden
(berzah âleminin seyrinden)
ba'zı şeyler haber vermeğe başladığı vakit,
etrâfında bulunanlar sayıkladığına hükmederler. Hâlbuki
o hezeyan (saçma sapan
konuşma) ve sayıklama değildir; belki ahvâl-i
berzahın (berzah hallerinin)
kendisine alâmet-i inkişafıdır
(açıldığının belirtisidir).
İşte bu inkişaf
(açılım) için, ansızın ölmek ve gaflette iken
öldürülmek mekrûh (hoş
karşılanmayan şey) addolunur
(sayılır).
Ansızın ölmenin ta’rîfi budur ki: Nefes-i
dâhil (içten nefes)
çıkar ve fakat nefes-i hâriç
(dışarıdan nefes)
girmez. İşte mevt-i füc'e
(ani ölüm) budur. Ve böyle ölen kimse,
muhtezır olan (can çekişen)
kimse gibi değildir. Ve gaflette
(dalgınlık halinde)
iken / öldürülmek de böyledir. Zîrâ
(çünkü) onun şuûru
(bilinci) ve vukûfu
(haberi) olmadığı
halde arkasından boynu vurulur. Ve işte (A.s.) Efendimiz
ölümlerin bu ahvâlinden
(hallerinden) dolayı "İnsan yaşadığı hâl
(oluş) üzere kabz
olunduğu (ruhu teslim
alındığı) gibi, öldüğü hâl
üzere mahşûr
(haşredilmiş) olur"
buyurur. Binâenaleyh (bundan
dolayı) o muhtezır,
(can çekişen) vâkı'
(olmuş) olan şey,
ya'nî ahvâl-i berzahıyyeden
(öbür âlem hallerinden) müşâhede eylediği
(gördüğü) şey
sebebiyle îmân sâhibidir. Zîrâ
(çünkü) gördüğü
ahvâlin (hallerin) vücûdunu (varlığını)
tasdîk etmemek
(onaylamamak) kâbil
(mümkün) değildir.
Nitekim hayât-ı dünyeviyyede
(dünya hayatında) azâb-ı âhireti
(ahiret azabını)
inkârda musırr (ısrarlı)
olanlar ancak o azâb-ı elîmi
(acı azabı)
gördükleri vakit tasdîk ederler
(onaylarlar).
Böyle olunca hâl-i ihtizârda
(can çekişme halinde)
bulunan kimseler gaybe
(bilinmeyene) îmân getirmiş olmayıp ancak
“imân-ı şuhûdi” (gördüğüne
iman) sâhibi olurlar. Ya'nî gördükleri şeyi
tasdîke (kabul etmeye,
onaylamaya) mecbûr olurlar. Halbuki ind-i
ilâhide (Allah katında)
makbûl olan
الَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ
(Bakara, 2/3) âyet-i kerîmesi mûcibince
(gereğince) "îmân-ı
gaybî"dir (bilinmeyene
imandır),
îmân-i şuhûdî (gördüğüne
iman) değildir. Mesnevî-i Şerîfte:
هركه محراب نمازش گشت عين
سوى ايمان رفتنش ميدان تو شين
Tercüme: "Namazı ayn olan kimsenin îmân tarafına
gitmesini sen ayıb bil!"
Buyrulması bu hakîkate muğâyir
(aykırı) değildir.
Zîrâ (çünkü) bu beyt-i şerîf (mübarek beyt
(şiir) ) "îmân-ı gaybî"
(bilinmeyene iman) ve
tevhîd-i resmîden (taklidi tevhidden) sonra hakîkat-i tevhîde
(gerçek tevhide)
teşvîk (isteklendirme)
ve tahrîzdir
(hırslandırmadır).
İmdi (buna göre)
muhtezır (ölüme yakın olan)
kimse, bulunduğu hal
(oluş) üzere kabz
olunur (ruhu teslim alınır).
Zîrâ
(çünkü) hadis-i
şerifte
يقبض على ما كان عليه
buyrulmuştur. Ve
كان
harf-i vücûdîdir (varlık
bildiren harftir).
Ya'nî kelime-i vücûdiyyedir
(varlık bildiren kelimedir).
Bu kelimenin ancak karâin-i ahvâl
(durumlarının şekli)
sebebiyle zaman ile münâsebeti olur. Meselâ
وَكَانَ اللّهُ عَلِيماحَكِيماًً
(Nisâ, 4/104) ibâresinde
(cümlesinde)
كان
kelimesi "zamân"a delâlet
(işaret) etmediği için iki sıfat-ı
ilâhiyyenin (ilahi sıfatın)
vücûdundan ve varlığından haber verir.
Binâenaleyh (bundan dolayı)
bu cümleye "Allah Teâlâ alîmdir ve hakîmdir"
ma'nâsı verilir. Zîrâ (çünkü)
kadîm (evveli
öncesi olmayan)
ve ezelî (başlangıcı
olmayan)
olan vücûd-i mutlak-ı Hak'tan
(kayıtsız Hakk’ın varlığından)
bu sıfatlar münfekk
(ayrılmış, kopmuş)
olmadığından bu karîne
(ipucu) sebebiyle "kâne" kelimesine zaman
taalluk etmez (bağıntılı
olmaz). Fakat
كان زيد غنياً
dediğimiz vakit karîne-i hâl
(durumun görünüşü) sebebiyle "kâne" zamâna
delâlet (işaret)
eder. Zirâ (çünkü)
evvelce ganî (zengin)
olan Zeyd'in fakrı
(fakirliği) ihbâr
edilmiştir (bildirilmiştir).
Şu halde bu ibâreye
(cümleye) "Zeyd
zamân-ı mâzîde (geçmiş
zamanda) zengin idi" ma'nâsı verilir.
Binâenaleyh (bundan dolayı)
hadîs-i şerîf "Kişi mevcûd oduğu hâl
(oluş)
üzere kabz olunur"
(ruhu teslim alınır) ma'nâsındadır.
Bu îzâhâta (açıklamaya)
nazaran (göre)
ölmek üzere bulunan kâfir ile ansızın
öldürülen füc'eten (birden
bire) ölen / kâfir arasında fark hâsıl
(olmuş) olur. Zîrâ
(çünkü) hâl-i
ihtizârda (can çekişme
halinde) bulunan kâfirin rûhuna hicâb
(perde) olan cism-i
kesîfindeki (yoğunlaşmış
suretindeki) kuvâ
(kuvveler) muattal
(kullanılamaz)
olmakla kendisine ahvâl-i berzah
(berzah halleri)
münkeşif (açılmış)
olur; melâike-i rahmet
(rahmet meleklerini) ve azâbı
(azap meleklerini) ve
ahvâl-i berzahı (berzah
hallerini) rûh gözüyle müşâhede eder
(görür).
رُّبَمَا يَوَدُّ الَّذِينَ كَفَرُواْ لَوْ كَانُواْ
مُسْلِمِينَ
(Hicr, 15/2) âyet-i kerîmesinde beyan buyurulduğu
(bildirildiği) üzere
(gibi) "Küfr
edenlerin çoğu, keşki Müslüman ola idik" derler. Gaflet
(dalgınlık, umursamazlık)
içinde öldürülen ve füc'eten
(ansızın) ölen
kâfirler ise henüz hicâb-ı cisim
(cismin perdesi)
içinde olduklarından çeşm-i rûhlarına
(ruh gözlerine) bu
gibi ahvâl (oluşlar)
münkeşif olmaz (açılmaz).
Şu halde muhtezır olan
(çan çekişen) kâfir,
bulunduğu hâl (oluş)
üzere, ya'ni ahvâl-i âhireti
(ahiret durumlarını)
gördüğü halde kabz olunur
(ruhu teslim alınır).
Diğerleri de hicâb
(perde) içinde
bulundukları halde ölürler. Binâenaleyh
(bundan dolayı) iki
sınıfin farkı zâhir olur
(meydana çıkar).
Burada sunûf-i îmânın (imanın
sınıflarını, derecelerini) hulâsaten
(kısaca) beyânı
(açıklanması)
fâideden (faydadan)
hâlî (boş, yoksun)
değildir. Şöyle ki:
1. Kâfir hicâb-ı cisim (cisim
perdesi) içinde bulunduğu ve ölümüne
müteyakkın olmadığı (tam,
kesin olarak bilmediği) halde, mahzâ
(sadece) herhangi bir
sebeple kendisine kanâat gelip, teblîğ-i ilâhînin
(ilahi bildirilerin)
sıdkına (doğruluğuna)
hükmederek (karar
vererek) îmân eyler. Bu îmânın makbûliyyeti
inde'n-nâs (insanlar katında)
vâzıh (açık,
belli) olduğundan mahall-i i'tirâz
(itiraz edilecek şey)
değildir. Ve Hz. Şeyh (r.â.) indinde
(katında) Fir'avn'ın
imânı bu kısımdandır.
2. Kâfir, vakt-i be'ste (azap
vaktinde),
ya'nî azâb-ı ilâhîyi
(ilahi azabı) gördüğü vakitte îmân eder. Bu
da iki nevi'dir. (çeşittir)
Birincisi, bu îmân sebebiyle kavm-i Yûnus
(Yunus’un kavmi) gibi
dünyâda muazzeb (azap içinde)
olmaz ve âhirette de müntefi' olur
(yararlanır).
İkincisi, dünyâda muazzeb
(azap içinde) olur
ise de âhirette bu îmândan fâide
(fayda) görür.
3.
Kâfir hâl-i ihtizârda (can
çekişme halinde) ahvâl-i berzahı
(berzah hallerini)
müşâhede edip (görüp)
henüz rûh cesedden alâkasını kat' etmemiş
(kesmemiş) olduğu
halde kelime-i Hakk'ı
(Hakk’ın kelimesini) telaffuz eder
(söyler).
Bunun îmânında ihtilâf
(anlaşmazlık)
vardır. Bir tâife
(grup) indinde
(görüşünde) onun îmânı makbûldür. Zîrâ
(çünkü) onun hâli ويحشر
على ما عليه مات كما انه يقبض على ما عليه كان
hadîs-i şerîfine mutâbıktır
(uygundur).
Ve âlem-i âhirete (ahiret
âleminde) bulunduğu hal-i îmân
(imanlı hal) üzere
intikâl etmiştir (göçmüştür).
Ve bir tâife
(grup) indinde
(düşüncesine göre) makbûl değildir. Zîrâ
(çünkü) bunun hâli
Allah Teâlânın
يَوْمَ يَأْتِي بَعْضُ آيَاتِ رَبِّكَ لاَ يَنفَعُ نَفْساً
إِيمَانُهَ لَمْ تَكُنْ آمَنَتْ مِن قَبْلُ
(En'âm, 6/158) ya'nî "O günde ki, Rabb'inin ba'zı âyâtı
/ (ayetleri)
gelir, evvelden (önceden)
îmân etmeyen nefse îmânının nef’i
(faydası) olmaz"
kavl-i şerîfine (mübarek
sözlerine) mutâbıktır
(uygundur).
Fakat bu, âyet-i vaîddir
(korkutma, yıldırma ayetidir).
Ve kerîm olan Allah Teâlâ hazretleri
وَاللّهُ غَفُورٌ رَّحِيمٌ
(Bakara, 2/218) âyet-i kerîmesiyle vaîdinden
(cezalandıracağına dair verdiği
sözden) tecâvüz buyuracağını
(geçeceğini)
va'detmiştir (söz vermiştir).
Binâenaleyh
(bundan dolayı) son nefesinde kelime-i Hâkk'ı
(Hakk’ın kelimesini)
telaffuz eden (söyleyen)
ve sıdkına
(doğruluğuna) cezm eden
(kesin karar veren) kimsenin îmânı nâfi'
(faydalı)
olmayacağına delîl-i kat’î
(kesin delil) değildir. Maahâzâ
(böyle iken) bu
kısımlara dâhil olan (giren)
her bir ferdin
(kişinin) emri
(işi),
hakîkatte Allah Teâlâ'ya râci'dir
(dönüktür, aittir).
Zîrâ (çünkü)
Allâmü'l-guyûb olan
(görünmeyen, gizli şeyleri
bilen) Hak'tır.
Devam Edecek |