Füsûs-ül Hikem

402. Bölüm

Asliye Tavşanlı
 

KELİME-İ MÛSEVİYYE’DE   MÜNDEMİC OLAN   "HİKMETTİR

[2.Şerh]

Ve ateş sûretinde tecellî ve kelâmın hikmetine gelince: Zirâ o, Mûsâ'nın hâceti idi. Binâenaleyh ona ikbâl etmek ve ondan i'râz etmemek için, ona matlûbunda tecellî etti. Eğer onun matlûbu olan sûretin gayrinde ona tecellî ede idi, matlûb-i hâssına himmetinin ictimâ'ından nâşî ondan i'râz eder idi. Ve eğer i'râz' ede idi, ameline avdet eder idi. Binâenaleyh Hak dahi ondan i'râz eyler idi. Halbuki o mustafâ ve mukarrebdir. İmdi kimi mukarreb kıldı ise, o bilmediği halde, ona matlûbunda tecellî etti. Şiir:

“Mûsâ'nın ateşi gibidir ki, onu hâcetinin aynı gördü. Halbuki o ilâh idi. Velâkin onu bilmez idi (34-35).

Ya'nî Hak Teâlâ hazretlerinin cenâb-ı Mûsâ'ya ateş sûretinde (şeklinde) tecellî edip (görünüp) ona hitâbının (seslenişinin) ve onunla mükâleme etmesinin (konuşmasının) hikmeti bu idi ki: İnd-i ilâhide (Allah katında) Mûsâ (a.s.)’ın ezelde (geçmişte (başlangıcı olmayan zamanda) ) nübüvveti (nebilik görevi) sâbit (belirlenmiş) olduğu halde, kendisi henüz bu nübüvveti müdrik (idrak etmiş) olmayıp, hayât-ı dünyeviyyenin (dünya hayatının) ilcââtında (zorlamalarında) müstağrâk (batmış, boğulmuş) idi; ve zevcesiyle (eşiyle) berâber, soğukta, hâl-i seferde (yolculuk halinde) idiler. Binâenaleyh (bundan dolayı) bir ateş tedârik edip ısınmağa ihtiyaçları var idi. Ve mâsivâ-yı Hak'tan (Hakk’ın başkası ve dünyaya ait şeyden) ibâret olan sûret-i ateş, (ateşin sureti) o dakîkada Mûsâ (a.s.)’ın şedîd (çok şiddetli) bir hâceti (ihtiyacı) idi. Halbuki yine o dakîkada hükm-i nübüvvetin (nebilik görevinin hükmü) âlem-i şehâdette (dünyada) zuhûru (ortaya çıkması) iktizâ etmiş (gerekmiş) idi. Hak Teâlâ, kemâl-i hâhişle (bütün isteğiyle) teveccüh etmesi (yönelmesi) ve yüz çevirmemesi için, cenâb-ı Mûsâ'ya matlûbu (arzu ettiği şey) olan ateş sûretinde (şeklinde) tecellî etti (göründü). Eğer cenâb-ı Mûsâ bütün kuvâsını (kuvvelerini, melekî güçlerini) cem' ederek (toplayarak) matlûb-i hâssı (asıl istediği şey) olan ateşi arayıp dururken Hak Teâlâ ona başka bir sûrette (şekilde) tecellî ede (görünse) idi, ondan yüz çevirir idi. Ya'nî evvelâ ateşi bulayım, sonra bu hitâbın (seslenenin) ne olduğunu anlamakla meşgûl olayım, der idi. Ve bi'n-netîce (sonuç olarak) Hak Teâlâ dahi ondan i'râz buyurur (yüz çevirir) idi. Zîrâ (çünkü) hadîs-i şerîfte    من اقبل على الله بكليته اقبل الله عليه بكليته ومن اعرض عن الله بكليته اعرض الله عنه بكليته    ya'nî "Kim ki külliyyeti (tamamı) ile Allâh'a teveccüh ederse (yönelirse) Allah dahi ona külliyyetle (bütünüyle) teveccüh eder (yönelir) ve kim ki külliyyetle (tamamen) Allah Teâlâ'dan yüz çevirirse Allah Teâlâ da ondan yüz çevirir" buyrulmuştur. Halbuki Mûsâ (a.s.) ezelde (başlangıcı olmayan geçmiş zamanda) Allah Teâlâ cânibinden (tarafından) nebî (peygamber) olarak intihâb buyrulmuştur (seçilmiştir) ve o Hakk'a yakındır. Binâenaleyh (bundan dolayı) Allah Teâlâ'nın ona matlûbu (istediği, aradığı şey) olan ateş sûretinde (şeklinde) tecellî edip (görünüp)    إِنِّي أَنَا اللَّهُ    (Kasas, 28/30) diye hitap buyurması (seslenmesi), onun Hak Teâlâ hazretlerine olan kurbundandır (yakınlığındandır). İmdi (buna göre), Hak Teâlâ kimi mukarreb (kendine yakın) kılarsa, vukûfu (bilinci, haberi) olmadığı halde, ona kendi matlûbu (arzuladığı şey) sûretinde (şeklinde) tecellî buyurur (görünür). Bu kerîm olan Allâhû Zü'l-Celâl hazretlerinin sünnet-i ilâhiyyesidir (ilahi sünnetidir). Hakk'ın mukarreb (kendine yakın) kıldığı o kimsenin matlûbu (arzuladığı şey) Mûsâ (a.s.)’ın ateşi gibidir ki, o ateşi cenâb-ı Mûsâ, hâcetinin (ihtiyacının) aynı gördü. Halbuki o sûrette (şekilde) zâhir olan (görülen) İlâh idi. Velâkin (fakat) cenâb-ı Mûsâ onu bilmez idi.

Şurrâh-ı kirâmdan ba'zıları    له فَمِنْ قُرْبِهِ انه تجلى    ibâresindeki (cümlesindeki)    من    kelimesini harf-i cerr (kesreli okutan) ve    قرب    kelimesini masdar addetmiştir (saymıştır). Şu halde ma'nâ "O bilmediği halde ona  / matlûbu (arzuladığı şey) sûretinde (şeklinde) tecellî etmesi, (görünmesi) O'nun kurbündendir" (yakınlığındandır) tarzında olur. Ba'zıları da    فَمَنْ قَرْبَِهُ    kırâat etmiştir (okumuştur). Şu halde ma'nâ "İmdi (buna göre) kimi mukarreb (kendine yakın) kıldı ise, vukûfu (bilinci, haberi) olmadığı halde, ona kendi matlûbu (istediği, aradığı şey) sûretinde şeklinde) tecellî etti" (göründü) tarzında (şeklinde) olur. İbâreden (cümleden) sonra gelen şiire bu ma'nânın kemâl-i irtibâtı (tam bağlantısı olması) hasebiyle (dolayısıyle) bu ikinci sûret (şekil) muvâfıktır (uygundur yerindedir) .

Ma'lûm olsun (bilinsin) ki, Hakk'ın kendi mukarreblerine (yakınlarına) hâcetleri (ihtiyaçları olan şey) sûretinde (şeklinde) tecellîsi (görünmesi) ibtidâ-yı hallerinde (daha önceki hallerinde),  onları mâsivâdan (Hak’tan gayri olan şeylerden) kendi cânibine (tarafına) cezb (çekmek) içindir. Ondan sonra bu zevât-ı saâdet-simât (saadetlikle damgalanmış kimseler) bu cezb-i ilâhî (Hakk’ın çekim) dâiresinde (sınırları içersinde) yürürler. Nitekim cenâb-ı Mevlânâ (r.a.) buyururlar:

ما بجذب حق تعالى مير ويم                قل تعالوا آيتست از جذب حق           

Tercûme    قُلْ تَعَالَوْاْ    (En'âm, 6/151) emri (hususu) cezb-i Hak (Hakk’ın çekim) alâmetidir. (işaretleridir) Bizler Hak Teâlâ’nın cezbi (çekimi) ile sülûk ederiz." (yol alırız)

Bu gibi ehl-i cezbin (çekim alanına girenin) seyri (yolculuğu), bu cezb-i ilâhiden (ilahi çekimden) sonra seyr-i fillahda (Allah’ta seyir) olup, Hak Teâlâ'yı münhasıran (özellikle) matlûbları olan (arzu ettikleri) eşyâ (şeyler) sûretinde değil, belki bilcümle (bütün) eşyâ (şeylerin) sûretlerinde müşâhede ederler (görürler) ve her bir mazhardan (görüntü yerinden)    إِنِّي أَنَا اللَّهُ    (Kasas, 28/30) hitâbını (seslenişi) işitirler.

ا للهم يسر لنا بحرمة سيد المرسلين صلوات الله عليه و على آله واصحابه      

                                       اجمعين والحمد لله رب العالمين      

İstitrâd: Fakir Fusûsu’l-Hikem şerhini Fass-ı Mûsevî’ de dâhil olduğu halde, mukadâ inâyet-i Hak'la itmâm etmiş idim. Cerrâhpaşa civârında sâkin olduğum hânede 345 sene-i Hicriyyesi Receb-i şerîfînin 17.ve 342 sene-i Rûmîsi Kânûn-i sânîsinin 22 cumartesi akşamı mağrible işâ arasında bagteten zuhûr eden harîkta bilcümle eşyâ ve kitablarımla berâber bu Fass-ı Mûsevî dahî hâib oldu. Hamdolsun ki diğer cüz'leri harîkın zuhûrunu müteâkıb efrâd-ı âileden birisine tevdîan hâneden ihrâc etmiş idim. Binâenaleyh bu noksanı itmam için bu Fass-ı Mûsevî’yi tekrar şerh etmek iktizâ etti. Ba'deû haber aldım ki, evvelki şerhin bir sûreti refekâdan birisi tarafından istinsâh edilmiş. Şu hâle göre bu fass-ı şerîfe fakir tarafından bi-hikmeti’llahî Teâlâ iki defa şerh yazılmış oldu. Ve’l-hamdü lillâhî alâ zâlik. [A.a. Konuk]

Hitâm:30 Cûmâde'l-âhire 346 ve 25 Kânûn-i Evvel 343 (927)

Devam Edecek

 

 

 
 

İzmir - 09.12.2009
asliye@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com