KELİME-İ MÛSEVİYYE’DE MÜNDEMİC OLAN "HİKMETTİR
[2.Şerh]
Ve ateş sûretinde tecellî ve kelâmın hikmetine gelince:
Zirâ o, Mûsâ'nın hâceti idi. Binâenaleyh ona ikbâl etmek
ve ondan i'râz etmemek için, ona matlûbunda tecellî
etti. Eğer onun matlûbu olan sûretin gayrinde ona
tecellî ede idi, matlûb-i hâssına himmetinin
ictimâ'ından nâşî ondan i'râz eder idi. Ve eğer i'râz'
ede idi, ameline avdet eder idi. Binâenaleyh Hak dahi
ondan i'râz eyler idi. Halbuki o mustafâ ve mukarrebdir.
İmdi kimi mukarreb kıldı ise, o bilmediği halde, ona
matlûbunda tecellî etti. Şiir:
“Mûsâ'nın ateşi gibidir ki, onu hâcetinin aynı gördü.
Halbuki o ilâh idi. Velâkin onu bilmez idi (34-35).
Ya'nî Hak Teâlâ hazretlerinin cenâb-ı Mûsâ'ya ateş
sûretinde (şeklinde)
tecellî edip (görünüp)
ona hitâbının
(seslenişinin) ve onunla mükâleme etmesinin
(konuşmasının)
hikmeti bu idi ki: İnd-i ilâhide
(Allah katında) Mûsâ
(a.s.)’ın ezelde (geçmişte
(başlangıcı olmayan zamanda) ) nübüvveti
(nebilik görevi)
sâbit (belirlenmiş)
olduğu halde, kendisi henüz bu nübüvveti
müdrik (idrak
etmiş) olmayıp, hayât-ı dünyeviyyenin
(dünya hayatının)
ilcââtında (zorlamalarında)
müstağrâk (batmış,
boğulmuş) idi; ve zevcesiyle
(eşiyle) berâber,
soğukta, hâl-i seferde
(yolculuk halinde) idiler. Binâenaleyh
(bundan dolayı) bir
ateş tedârik edip ısınmağa ihtiyaçları var idi. Ve
mâsivâ-yı Hak'tan (Hakk’ın
başkası ve dünyaya ait şeyden)
ibâret olan sûret-i ateş,
(ateşin sureti) o
dakîkada Mûsâ (a.s.)’ın şedîd
(çok şiddetli) bir
hâceti (ihtiyacı)
idi. Halbuki yine o dakîkada hükm-i nübüvvetin
(nebilik görevinin hükmü)
âlem-i şehâdette
(dünyada) zuhûru
(ortaya çıkması) iktizâ etmiş
(gerekmiş) idi. Hak
Teâlâ, kemâl-i hâhişle (bütün
isteğiyle) teveccüh etmesi
(yönelmesi) ve yüz
çevirmemesi için, cenâb-ı Mûsâ'ya matlûbu
(arzu ettiği şey)
olan ateş sûretinde
(şeklinde) tecellî etti
(göründü).
Eğer cenâb-ı Mûsâ bütün kuvâsını
(kuvvelerini, melekî güçlerini)
cem' ederek (toplayarak)
matlûb-i hâssı
(asıl istediği şey) olan ateşi arayıp
dururken Hak Teâlâ ona başka bir sûrette
(şekilde) tecellî ede
(görünse) idi,
ondan yüz çevirir idi. Ya'nî evvelâ ateşi bulayım, sonra
bu hitâbın (seslenenin)
ne olduğunu anlamakla meşgûl olayım, der idi.
Ve bi'n-netîce (sonuç olarak)
Hak Teâlâ dahi ondan i'râz buyurur
(yüz çevirir) idi.
Zîrâ (çünkü) hadîs-i
şerîfte
من اقبل على الله بكليته اقبل الله عليه بكليته ومن اعرض
عن الله بكليته اعرض الله عنه بكليته
ya'nî "Kim ki külliyyeti
(tamamı) ile Allâh'a teveccüh ederse
(yönelirse) Allah
dahi ona külliyyetle
(bütünüyle) teveccüh eder
(yönelir) ve kim ki
külliyyetle (tamamen)
Allah Teâlâ'dan yüz çevirirse Allah Teâlâ da ondan
yüz çevirir" buyrulmuştur. Halbuki Mûsâ (a.s.) ezelde
(başlangıcı olmayan geçmiş
zamanda) Allah
Teâlâ cânibinden (tarafından)
nebî (peygamber)
olarak intihâb buyrulmuştur
(seçilmiştir) ve o
Hakk'a yakındır. Binâenaleyh
(bundan dolayı) Allah Teâlâ'nın ona matlûbu
(istediği, aradığı şey)
olan ateş sûretinde
(şeklinde) tecellî
edip (görünüp)
إِنِّي أَنَا اللَّهُ
(Kasas, 28/30) diye hitap buyurması
(seslenmesi),
onun Hak Teâlâ hazretlerine olan kurbundandır
(yakınlığındandır).
İmdi (buna göre),
Hak Teâlâ kimi mukarreb
(kendine yakın)
kılarsa, vukûfu (bilinci,
haberi) olmadığı halde, ona kendi matlûbu
(arzuladığı şey)
sûretinde (şeklinde)
tecellî buyurur (görünür).
Bu kerîm olan Allâhû Zü'l-Celâl hazretlerinin
sünnet-i ilâhiyyesidir (ilahi
sünnetidir).
Hakk'ın mukarreb
(kendine yakın) kıldığı o kimsenin matlûbu
(arzuladığı şey) Mûsâ
(a.s.)’ın ateşi gibidir ki, o ateşi cenâb-ı Mûsâ,
hâcetinin (ihtiyacının)
aynı gördü. Halbuki o sûrette
(şekilde) zâhir olan
(görülen) İlâh
idi. Velâkin (fakat)
cenâb-ı Mûsâ onu bilmez idi.
Şurrâh-ı kirâmdan ba'zıları
له
فَمِنْ قُرْبِهِ انه تجلى
ibâresindeki
(cümlesindeki)
من
kelimesini harf-i cerr
(kesreli okutan) ve
قرب
kelimesini masdar addetmiştir
(saymıştır).
Şu halde ma'nâ "O bilmediği halde ona /
matlûbu (arzuladığı şey)
sûretinde (şeklinde)
tecellî etmesi,
(görünmesi) O'nun kurbündendir"
(yakınlığındandır)
tarzında olur.
Ba'zıları da
فَمَنْ قَرْبَِهُ
kırâat etmiştir (okumuştur).
Şu halde ma'nâ "İmdi
(buna göre) kimi
mukarreb (kendine yakın)
kıldı ise, vukûfu
(bilinci, haberi) olmadığı halde, ona kendi
matlûbu (istediği, aradığı
şey) sûretinde
şeklinde) tecellî etti"
(göründü) tarzında
(şeklinde) olur.
İbâreden (cümleden)
sonra gelen şiire bu ma'nânın kemâl-i irtibâtı
(tam bağlantısı olması)
hasebiyle (dolayısıyle)
bu ikinci sûret
(şekil) muvâfıktır (uygundur
yerindedir) .
Ma'lûm olsun (bilinsin)
ki, Hakk'ın kendi mukarreblerine
(yakınlarına)
hâcetleri (ihtiyaçları olan şey) sûretinde (şeklinde)
tecellîsi
(görünmesi) ibtidâ-yı hallerinde
(daha önceki hallerinde),
onları mâsivâdan
(Hak’tan gayri olan
şeylerden) kendi cânibine
(tarafına) cezb
(çekmek) içindir.
Ondan sonra bu zevât-ı saâdet-simât
(saadetlikle damgalanmış
kimseler) bu
cezb-i ilâhî (Hakk’ın çekim)
dâiresinde
(sınırları içersinde) yürürler. Nitekim cenâb-ı
Mevlânâ (r.a.) buyururlar:
ما بجذب حق تعالى مير ويم
قل تعالوا آيتست از جذب حق
Tercûme
قُلْ تَعَالَوْاْ
(En'âm, 6/151) emri (hususu)
cezb-i Hak
(Hakk’ın çekim) alâmetidir.
(işaretleridir)
Bizler Hak Teâlâ’nın cezbi
(çekimi) ile sülûk ederiz."
(yol alırız)
Bu gibi ehl-i cezbin (çekim
alanına girenin) seyri
(yolculuğu),
bu cezb-i ilâhiden
(ilahi çekimden)
sonra seyr-i fillahda
(Allah’ta seyir) olup, Hak Teâlâ'yı
münhasıran (özellikle)
matlûbları olan (arzu
ettikleri) eşyâ
(şeyler) sûretinde değil, belki bilcümle
(bütün) eşyâ
(şeylerin)
sûretlerinde müşâhede ederler
(görürler) ve her bir
mazhardan (görüntü yerinden)
إِنِّي أَنَا اللَّهُ
(Kasas, 28/30) hitâbını
(seslenişi) işitirler.
ا للهم يسر لنا بحرمة سيد المرسلين صلوات الله عليه و على
آله واصحابه
اجمعين
والحمد لله رب العالمين
İstitrâd: Fakir Fusûsu’l-Hikem şerhini Fass-ı
Mûsevî’ de dâhil olduğu halde, mukadâ inâyet-i
Hak'la itmâm etmiş idim. Cerrâhpaşa civârında sâkin
olduğum hânede 345 sene-i Hicriyyesi Receb-i şerîfînin
17.ve 342 sene-i Rûmîsi Kânûn-i sânîsinin 22 cumartesi
akşamı mağrible işâ arasında bagteten zuhûr eden harîkta
bilcümle eşyâ ve kitablarımla berâber bu Fass-ı
Mûsevî dahî hâib oldu. Hamdolsun ki diğer cüz'leri
harîkın zuhûrunu müteâkıb efrâd-ı âileden birisine
tevdîan hâneden ihrâc etmiş idim. Binâenaleyh bu noksanı
itmam için bu Fass-ı Mûsevî’yi tekrar şerh etmek
iktizâ etti. Ba'deû haber aldım ki, evvelki şerhin bir
sûreti refekâdan birisi tarafından istinsâh edilmiş. Şu
hâle göre bu fass-ı şerîfe fakir tarafından bi-hikmeti’llahî
Teâlâ iki defa şerh yazılmış oldu. Ve’l-hamdü lillâhî
alâ zâlik. [A.a. Konuk]
Hitâm:30 Cûmâde'l-âhire 346 ve 25 Kânûn-i Evvel 343
(927)
Devam Edecek |